tag:blogger.com,1999:blog-71520321560788527152024-03-19T11:12:01.393+03:00K'abuk'suz Düşüncelerabukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.comBlogger47125tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-4243949275704461792016-01-06T18:04:00.002+02:002016-01-06T18:16:29.688+02:00Yine, Yeni, Yeniden, YepisyeniMerhaba, naber?<br />
<br />
Çok uzun zaman olmuş galiba. Yine. Çokluk zaman aynı şeyi yapıyorum. Bir işe girişip yarıda bırakıp uzun süre uzak kalıyorum. Sonra dönüp baktığımda bir tuhaf oluyor içim.<br />
<br />
Çok şey değişti. Başta ben değiştim. Otuz yaşıma geldim (hala kendime itiraf etmek istemesem de bunu, bir şekilde yaşlanıp gittiğim düşüncesi sarıyor her yerimi), göbeğimi saldım yakında bağımsızlığını ilan edecek hale gelecek. Yoğun iş, saçları beyazlatan bir doktora aşaması, evlilik hayatı derken seneler su gibi akıp geçiyor. Bütün bunların arasında yazmak eyleminden çok uzaklara atmışım kendimi.<br />
<br />
Okuma eylemi olduğu gibi devam etmesine rağmen, yazmayı çok çok özlediğimi farkettim geçen gün. Buraya bir uğrayıp eski yazdıklarıma göz gezdirince ilk tepkim "Yahu ne depresif, ne karamsar ne kötümser bir insanmışım ben" oldu. Durduk yere, depresyona girip çıkmışım. Yıllar önceki benlere gülümsedim. Takip ettiğim bloglardaki kaçırdığım yazıları okudum, iyi geldi.<br />
<br />
Bu aralar Murathan Mungan'ın Şairin Romanı'nı okuyorum. Kitabı okuyan yakınlarım çok övdü. Seneler sonra ancak başlayabildim. Başlarında olmama rağmen kitabı elimden bırakasım gelmiyor hiç ve her geçtiğim sayfada kitap bitmesin diye dua ediyorum.<br />
<br />
Onun dışında iyilik sağlık.abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-12215771561837674222014-05-13T00:59:00.002+03:002014-05-13T01:01:55.640+03:00Zamanın KısırlığıBirçok şey yapıyorum gün içerisinde. Zaman yetmiyor. Gün içerisinde bir sürü hikaye dinliyorum, hepsini birleştirmeye zaman yetmiyor. İşe gidiyorum, işten geliyorum, dinleniyorum, kitap okuyorum, dizi-film izliyorum, uyuyorum, kalkıyorum...Gün başlarken tekrardan al başa..<br />
<br />
Beni bu koşturmacaların arasında, dinlediğim hikayeler yoruyor en çok. Bilmediğim, tanımadığım hikayeler. Henüz birileri tarafından dinlenmemiş. Bu hikayelerin ağırlığı beni yoruyor.<br />
<br />
Hikayelerle birlikte, yeni bir şehirde, yeni bir coğrafyada her geçen gün daha başka bir insan oluyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar, "Coğrafya kaderdir" derken bunları mı kastetmişti acaba? Bilemiyorum. Hiç olmak istemediğim bir insan olmayacağımdan emin olsam da, bazen korkmuyor da değilim. İnsan eskilere neden özlem duyar? Bunu hissetmek bile istemiyorum.<br />
<br />
Bu şehrin en çok rüzgarından şikayet ediyor gibi görünsem de, seviyorum aslında. Rüzgar estikçe bazen uzun saçlı hallerim geliyor aklıma. Saçlarımı salıp rüzgarda uçuşsun istiyorum. Murat Çelik "Ben saçlarımda ruhumu saklarım" derken benim hissettiklerimi hissettiğinden adım gibi emin oluyorum böyle zamanlarda.<br />
<br />
Bazen çok kötü, birçok insanın duymaya tahammül edemeyeceği hikayeler dinliyorum. Yüreğim eziliyor, parçalanıyor. Dışımızda kalan insanların bütün dram serilerine taş çıkaracak hikayelerinin olmasına şaşırıyorum. Kendi hayatımı tekdüze buluyorum. Başımdan böyle hikayeler geçmediğine sevineyim mi yoksa başkalarının bu tür hikayelerinin olduğuna üzüleyim mi bilemiyorum.<br />
<br />
Sonra gemiler var. Boğazın iki ucundan gelip geçen gemiler... Ne zaman boğaz kenarına gitsem bir sürü gemi. Cemal Süreya'nın kuşları gibi, benim de gemilerim olsun istiyorum. Sonra aklıma geliyor, gemileri benden önce İsmail Abi'nin sahiplendiği. Onunla da paylaşabilirim diyorum içimden.<br />
<br />
Planların ardından bir diğer yeni plan geliyor bazen. Ardı arkası kesilmeyen bir hızla gelip gelip duruyorlar.<br />
<br />
Blogumun şeklini şemalini artık hiç sevmiyorum. Değiştirmeye de üşendiğimin farkındayım. Ama ne zaman açsam yazdıklarımı eskisi gibi okuyasım da gelmiyor. Okuyasım gelmediği gibi bir oturup iki kelam yazamıyorum. Yazmak lazım. Birileri tarafından duyulmamış hikayeleri yazıya geçirmek lazım ki kaybolmasın.<br />
<br />
Sonrası? Sonrası da uyku...abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-88536334262344466392014-02-18T03:49:00.001+02:002014-02-18T03:51:04.813+02:00Gemilere el filan sallıyorum<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfqwKAO3qlwjqjn-XUctND8gJRg_ZhFg7Ecj7DDRF7HtpL4mcbeMnmJJrjxD-ZEsU9_RQv4E8ZdkQV5zPfAplDxDnjUPUeb7tm9XJQpEu0abtfXX0QRZtzamfMOp1ARp3diPG98Q-2wTI/s1600/2014-02-07+15.25.49.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfqwKAO3qlwjqjn-XUctND8gJRg_ZhFg7Ecj7DDRF7HtpL4mcbeMnmJJrjxD-ZEsU9_RQv4E8ZdkQV5zPfAplDxDnjUPUeb7tm9XJQpEu0abtfXX0QRZtzamfMOp1ARp3diPG98Q-2wTI/s1600/2014-02-07+15.25.49.jpg" height="240" width="320" /></a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgBymG9f8jkjVEnp_qIAdiuEHJY9_fmnnOWUDGiPnv47IUJKEgvk8NFRwMIx9_cD8iJMgUtKJJtBVab6w_fEM0olGuVvArPxZK8QbIDPkDKJDFMtJkbyjbXxJICorMAyFbCcjbuGVu_1uQ/s1600/2014-02-13+10.12.39.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgBymG9f8jkjVEnp_qIAdiuEHJY9_fmnnOWUDGiPnv47IUJKEgvk8NFRwMIx9_cD8iJMgUtKJJtBVab6w_fEM0olGuVvArPxZK8QbIDPkDKJDFMtJkbyjbXxJICorMAyFbCcjbuGVu_1uQ/s1600/2014-02-13+10.12.39.jpg" height="240" width="320" /></a></div>
<br />abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-57956614718051749632014-01-28T18:19:00.000+02:002014-01-28T18:19:00.256+02:00Çanakkale İçinde Aynalı ÇarşıAniden gelen haberle, apar topar Çanakkale'ye gitmek için
hazırlanıyorum şu an. Elim ayağım birbirine dolanmış halde. Sağa sola
koşturur haldeyim. Oturayım bir soluklanayım dedim.<br />
<br />
Bundan
sonra Çanakkale'de yaşayacağım. Yeni bir memleket, yeni bir iş, yepyeni
insanların arasında. Bu şehrin içinden deniz de geçiyormuş meğersem.
Deniz güzeldir hep. Deniz kenarı bir şehirde yaşamayı hayal ettim bugüne kadar.<br />
<br />
Çok bekledim bugünler için.<br />
<br />
Kaç haftadır kazasız belasız şu beklediğim haber gelsin diye beklerken, rahat nefes alamaz hale gelmiştim. Telefon gelince derin bir nefes alıp verebildim sonunda.<br />
<br />
Yalnız çok ani, apar topar bir şey oldu bu. Elim ayağım birbirine dolanmış halde, kısa bir zaman içinde telefon trafiği, bileti ayarlama derken "yolcudur abbas, bağlasan durmaz" diye sayıklıyorum içimden.<br />
<br />
Rahatlamayla birlikte saçmalayasım gelmiş sanırım biraz.<br />
<br />
Buralara iyi bakılsın, arada sırada uğrayacağım yine. abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-88680334620374456792013-11-14T00:26:00.000+02:002013-11-14T02:55:17.698+02:00Hâlâ Golden Virginia Tütünü Sarabilme İhtimali<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='266' src='https://www.youtube.com/embed/NBxYQyxKT5A?feature=player_embedded' frameborder='0'></iframe></div>
<br />
<br />
Çok uzun zaman oldu Golden Viginia tütünü yüzü görmeyeli. Bu zaman dilimi içinde başımdan neler geçti, neler meydana geldi tam olarak toparlayamasam da, Golden Virginia tütünü lezzetinin eksikliğini hissetmiyor değilim.<br />
<br />
Hayatım çok güzel, keşke herkesin hayatı bu kadar güzel olsa, kuşlar böcekler, börtüler böcekler gibi cümleler kurmayacağım. Bir şeylerin üzerine basa basa (ve aynı zamanda tekrar tekrar) söylendiği zaman istemsiz bir şekilde şüpheleniyorum. Bu istemsiz haller beni olmadık düşüncelere sürükler her zaman. Benim hayatım olması gerektiği gibi. Ne çok güzel ne de çok berbat. O yüzden gereksiz anlatımlardan kaçınmaya çalışıyorum. Ne sürekli hayatın güzel olduğundan ne de berbat olduğundan dem vurmak hoş olmasa gerek.<br />
<br />
Pazartesi günü sabahın köründe işe giderken, kampüsün girişinde bir öğrenci dolmuşunu devilmiş halde görmem... Dolmuşun yanından arabayla yavaşça geçerken yerde yatan iki öğrenciye müdahale edildiğini görmem... Bir iki saat sonra ise, bir öğrencinin vefat ettiğini haber almamız... Akşama kadar türlü düşüncelere gark eylemem...<br />
<br />
Akşam başka bir okuldaki derse yetişmek için çıktığımda, kontağı çevirince arabanın aküsünün bittiğini farketmem (Sabahki olayın şokuyla olsa gerek farları açık unutmam yüzünden oldu sanırım. Sabahın köründe bizim okulun kampüsün etrafı sislerle çevrili oluyor her kış). Bir saate yakın çevreden akü kablosu bulmaya çalışmam... En sonunda fakültedeki bir teknikerin yardımıyla aküyü şarj edebilmem ve nihayet yola çıkabilmem... Diğer okula derse giderken yolda geçen 45 dakika boyunca bir sürü şeyi düşünmem...<br />
<br />
Sanırım hayatımın en uzun günlerinden birisiydi (Gün Uzar Yüzyıl Olur- ya da Gün Olur Asra Bedel adında bir kitap da var hatırlatırım)...<br />
<br />
Bunların dışında hala uzun saçlı öğrencilerim mevcut (2-3 tane de olsa şükür ki var). Ve bu öğrencilerle yine dalga geçiyorum. En son bir tanesine "Saçlarını kestirmezsen derse almam, dersimden de kalırsın. Ayar oluyorum ben uzun saçlı erkeklere." diyerek çok ağır tehditler ettim. Yazık, az daha ruhunu teslim ediyordu karşımda. Daha fazla uzatıp işkencesine işkenceler katmadan aldım gönlünü haliyle. <br />
<br />
Bir de tabi ömr-ü hayatımda gördüğüm en teknolojik sınıftan da bahsetmeden geçmek olmaz. Arkadaş ben böyle sınıf görmedim... Yazılım Mühendisliği diye bir bölüme derse giriyorum. Sınıfta herkesin önünde ya bir laptop, ya bir ipad, ya da en olmadı en akıllısından telefon mevcut. Ben ders anlatırken, sınıfta oluşan yoğun "tıkır tıkır tıkır" gibi tuş seslerine ilk hafta oldukça yadırgadım. İlk başta ne olduğunu bile anlamamıştım. Online oyun mu oynuyorsunuz lan orda alenen? diye çıkıştığım da oldu. Sonra bir baktım pek sevgili öğrencilerim, ne anlatıysam not alıyorlarmış. Nutlum tutuldu haliyle. Zehir gibi çocuklar.<br />
<br />
Ve hala tabi, yılların değişmez bir yazgısı olarak ödevler.<br />
<br />
Bu aralar, 2. Meşrutiyet döneminde çıkan Eşek adında bir mizah dergisini Latin harflerine aktarıyorum. Çok eğlenceli bir dergi. Adamların mizah yeteneğine hayran kalmamak elde değil.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEic1iQCNXcOq_rqFjV1iA1VindrBIa5AqIhXi2JTRdv42MiWuJYulmYPsLSGX9sRZj81lGBvG7BCdekhxqeO2r3e_gATAY4_0oXZYTjxUx-iDmYVa16z2RPjFxydYWotY0GvZ0Nxmb8TUQ/s1600/2013-11-14+00.19.07.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="300" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEic1iQCNXcOq_rqFjV1iA1VindrBIa5AqIhXi2JTRdv42MiWuJYulmYPsLSGX9sRZj81lGBvG7BCdekhxqeO2r3e_gATAY4_0oXZYTjxUx-iDmYVa16z2RPjFxydYWotY0GvZ0Nxmb8TUQ/s400/2013-11-14+00.19.07.jpg" width="400" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
İttihat ve Terakki'ye çok pis geçiriyor. Öyle böyle değil. İlerleyen zamanlarda umarım bununla ilgili geniş içerikli bir yazı da yazabilirim.<br />
<br />
Bu kadar saçmalamamın bir amacı var tabi ki. Şu şarkıyı dinliyorum ne zamandır. Her dinlediğimde sevdiceğimle olasım geliyor. Alıp alıp fırlatıyor beni uzaklara, öyle böyle değil.<br />
<br />
O değil de, çöp adamlardan (adam mı insan mı? çok mu fazla "seksist" konuştum yoksa? o_O - ha adam ha kadın ha insan. Hepimiz aynı değil miyiz azizim?) inanılmaz sanat icra ediyorum. Paint üstüne kimseyi tanımam. Delice sanat yapıyorum paintte. Bir duyarlı sanat olarak paint adlı bir konuşma yapacağım.abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-12457840118624797142013-07-25T04:05:00.000+03:002013-07-25T16:20:01.212+03:00Salli Kafası ya da Düşünemeyip Yaşayamayangiller"<i>Biz saffetimizle sanırız ki bütün tanıdıklarımız her zaman kendimizi olduğumuz gibi görecekler, masum isek mücrim saymayacaklardır. Halbuki aleyhimizde verilen hükümlerin sebepleri çok kere bizim kusurlarımız değil, bize bakanların görüşlerini bulandıran kendi hisleri, acizleri ve öfkeleridir. Zalim size zulüm etmekteki sebebi kendi fena kanında bulur. Sizi ısıran köpek siz ısırılmaya müstehak olduğunuz için değil, kendisi kuduz olduğu için ısırır. Onun için ehemmiyeti olan şey sizin ısırılmanız değil, kendisinin ısırmasıdır.</i>" (Abdülhak Şinasi Hisar - Fahim Bey ve Biz, s. 82, YKY, 2012 İst.)<br />
<br />
Bu zamana kadar okuduğum kitaplardaki karakterlerden sadece ikisine, okurken içim burkularak, neden daha farklı olamıyorsun diye kızmışımdır. Bunlardan biri Kürk Mantolu Madonna'daki Raif Bey; diğeri de Fahim Bey ve Biz'deki Fahim Bey karakterleri. Roman boyunca bu kadar aciz olabildiklerine hayretler ettim kızgınlıkla birlikte. Oysa romanın son sayfasını da okuyup, kitabı kapattığımda şöyle bir düşününce; benim olduğum zaman dilimindeki insanlarla; bu kitaplarda geçen zaman dilimi içindeki insanlar birbirlerinden çok çok farklıydı. Ben bugünün insanının gözünden Raif Efendi'yle, Fahim Bey'e kızıp sitemler ettim. Özellikle, Fahim Bey ve Biz'i okurken, Fahim Bey'in o acizliğine kızıyordum. Romanın sonunda ise, Fahim Bey'in gerçekte neler yaşadığını etraflıca düşününce asıl aciz olanın "okur" olduğunu gayet güzelce anlıyordum. Fahim Bey, yaşadığı devir içinde oldukça güçlü bir karakterdi. Kendisine olmayan bir dünya yaratıp, olmayan şeyleri gayet gerçekçi bir şekilde yaşayabilen, kimilerinin "deli" olarak adlandırabileceği bir kişilik. Burada uzun uzun roman tahlillerine girişmeyeceğim elbette. Yeterince yapıyorum bu yorucu işi. Buraya da taşımanın bir anlamı yok. Benim asıl bahsetmek istediğim bambaşka şeyler, her zaman olduğu üzere (dağ bayırda dolaşırken, uçsuz bucaksız topraklarda yerden bir taş alıp uzaklara atmayı çok severim. kollarım güçsüz olduğundan, taş atarken yeterince uzağa atamadığım için kendime kızarım). <br />
<br />
Biliyorum, ben uzun süredir "bir şeyler" yazmıyorum (ya da yazamıyorum). Türk Dili ve Edebiyatı okuyup da iyi bir yazar/şair olabilen hiç denk gelmedi bu zamana kadar. Neden bu bölümü okuyup da bir yazar/şair olunmaz diye sorarım kendime hep (istisnaları sayabilirsiniz bana. ama bu istisnalar arasında da çok çok iyi diyebileceğimiz kişiler 1-2 kişidir, daha fazla da değil). Kendimce cevap buldum zamanında bu soruya. Özellikle seneler geçtikte, bu işin teorik alanına eğildikçe işin kurmaca kısmını oluşturmakla ilgili becerileri pek geliştiremiyor insan. Zamanında (ben gençken...bu sözü de yavaş yavaş kullanmaya başladım bu sıralar), kendime göre güzel şeyler yazardım. Hayallerim de vardı bununla ilgili (şimdi ne salakmışım ben ulan diyorum). "Orta yaş şairleri"ni ve "anne ben şair oldumcukları" bir kenara ayırırsak şayet, işin teori boyutunu irdelemeye başlayınca "Ben kendimi ne zannediyormuşum ulan?" diye sorar oldum. Haliyle birkaç yıldır, "kurmaca metin oluşturmak" için bi cesaretim kalmadı. O kadar yetenekli değilim. O kadar zeki değilim. Sadece daha çok okumam gerekli tek bildiğim şey bu.<br />
<br />
Bu zamana kadar okuduğum kitaplardan da öğrendiğim en güzel şeylerden bir tanesi de, tanıdığım/tanımadığım bir insanın kendi hikayesini oturup dinlemeden kesin hükümlerden kaçınmam gerektiğiydi. Ve ben bu zamana kadar da, sevdiğim dediğim insanları hep dinledim. Bir şey söylemek istediğim zaman da, ne söyleyeceksem yüzüne karşı söylemeyi tercih ettim. Tamam, sevmediğim ya da daha yeni tanıdığım insanların arkasından çok konuşmuşluğum olmuştur. Fakat bir süre geçtikten sonra da, denk geldiğimde fırsatını yakaladığım anda bir hükmüm varsa doğrudan söyledim. İşin tuhafı çok az insan bende kötü bir izlenim bırakabiliyor. Bazen insanlara gerçekten gıcık olmak istiyorum, onlara sinirlenmek istiyorum. Ama okuduğum, severek okuduğum kitaplardaki tanıdığım karakterleri düşününce sinirlenemiyorum bile. Hatta işin en kötü tarafı, bir anlaşmazlık meydana geldiğinde genelde suçu kendimde buluyorum. Belki diyorum, ben farkında olmadan ters bir şey söylemişimdir ya da farkında olmadan gücüne gidecek bir davranışta bulunmuşumdur diye kendi kendimi yiyip bitiriyorum. O yüzden de hep insanlarla bir anlaşmazlığa düşünce yüzlerine sormuşumdur "Neden böyle oldu?" diye. Belki çok önceleri bundan çok farklı bir insandım. Hatalarım, insanları üzdüğüm anlar da çok olmuştur. Ama yıllar geçtikçe, bambaşka bir insan oluveriyor insan. Ben bambaşka oluyorken, eskisi gibi domuz gibi susmaya değil de insanlarla konuşmaya gayret ediyorum. Ve artık eskisi gibi de, birileriyle bir sıkıntım olduğunda gelip bu elektronik beyaz sayfaya dökülmek yerine, gidip insanlarla birebir iletişim kurarak "anlamaya" çalışıyorum. Bir de bazı (baĞzı) insanlara üzülüyorum. Birisine kızıp, birisine üzülüp, birisine aşık olup, birisi yüzünden mutlu/mutsuz olup da gelip buraya içini döken insanlara üzülüyorum. Yazdıklarının sonuna da, "artık insanlar birbirlerini anlamıyorlar azizim" diye de not iliştirmeyi ihmal etmiyorlar. En çok buna gülüyorum. Ben bu aralar çok şeye gülüyorum. Çok şeye üzülüyorum. Çok şeye mutlu oluyorum. Çok şeye kızıyorum. Çok şeye isyan ediyorum. Çok şeye takılıyorum. Çok şeye hayret ediyorum (iyi ve kötü anlamda hayretten bahsediyorum. hayır "hayrettin" değil). Çok şeye heyecanlanıyorum. Çok şeye seviniyorum. Çok şeye...<br />
<br />
Ben aslında buraya olduğu gibi dayayıp döşeyebilirim. Nasılsa burası benim mecram değil mi? İstediğim gibi, ağzıma geleni söyleyebilirim değil mi? Nasılsa beni az da olsa birkaç kişi okuyor değil mi? Benim söyleyebilecek çok şeyim var aslında. Ama ben günlerdir "özellikle" susuyorum "burada". Çünkü söylemek istediklerimi gidip söylemek istediğim kişiye söyledim. Belki dedim, benim bir hatam olmuştur. Farkında olmadan üzmüşümdür insanları. Belki telafisi olabilir meydana gelen saçmasapan şeylerin. Belki ortada benim büyüttüğüm kadar üzücü bir durum yoktur. Belki ben yanlış anlamışımdır. Diye düşünüp durdum hep. Ta ki olanları "gerçekten" konuşana kadar. Yazılan, blog sayfalarında atılıp tutulan düşünceleri okuyuncaya kadar. Hepsini biraraya topladığımda gördüğüm, kendimi tamamen yok yere suçladığım oldu. Yok yere perişan etmişim günlerce. Meydana gelen o saçmasapan şeylerin olduğu günlerde, istenilen şekillerde davranılsaydı bile verilen hükümler yine aynı olacaktı. Peşin hükümlerin şaşmaz kaderi bu. Önünde sonunda hep olmadık şekillerde sonuçlanırlar (aksi yönlerde sonuçlanırlar demek istiyorum aptal!). Bir şekilde telafi edilebilire inanıyorken, şimdi telafi edilemeyeceği gibi, karşılıklı birçok şeyi alıp sonsuza kadar götürdüğüne kaniyim. Hiçbir şey getirmediği gibi yani, yıllardır biriken nice güzellikleri alıp bir çırpıda götürdü. Ben bu zamana kadar, büyüklerin (akrabalarda gördüklerimi belirtiyorum büyüklerde derken) birbirlerine küsüp darılmalarına bir anlam veremezdim. Sanırım bunu yavaş yavaş öğreniyorum/öğretiyorlar. <br />
<br />
Bu peşin hükümler olmadık şekillerde (aksi yönler olacak. hala kıvıramıyorsun bu işi) sonuçlanadursunlar (durakoymak, geledurmak, oturakoymak...güzelim memleketimin ağzı) ben sürekli şikayet edilen o "SALLİ KAFASI'nda (güzelim memleketim SALİHLİ'ye SALLİ deriz biz) yaşamaya mahkum bir şekilde kalıyorum ne hikmetse. Salli Kafası demişken "Salli Boyz Salli Rulaz" gibi muhteşem ötesi deyimimizi hatırlatmayı çok görmezsiniz bana umarım. Bu Salli Kafası ne menem bir şey ben hala çözebilmiş değilim. Günlerdir düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum. Fakat işte bir anlam veremiyorum. Nasıl bir kafadır ki bu illa çıkılmak zorundadır? Bu kafadan çıkıp da (neden ve nasıl bu kafa içinde yer alıyorum, böyle bir sınıflandırılmaya tabi tutuluyorum korkak gözlerle sağıma soluma bakarak anlamlandırmaya çalışıyorum ama bulamıyorum) hangi kafaya ya da kafalara girmem gerekiyor? Bütün bunlara kim neden nasıl ve ne için karar veriyor? Bu kafadan çıkılması isteniyorsa, bu kafa aşağılanacak bir kafadır demek ki. Öyle ki, bu kafadaysa bir insan düşünemez, hayatı yaşayamaz, farklı birçok güzel insanla tanışamaz (tanışamadığı için de hayattaki birçok hikayeyi de kaçırır göremez), hayatta var olan birçok güzel şeyden mahrumdur. Bu tür kafadaki insanları görünce lütfen uyarınız. Güzel dünyamızı hep siz bozuyorsunuz. Bu kafadan çıkın artık. Bizim olmak istediğim noktalara ulaşmamızdaki tek engel sizsiniz diye uyarın. Yeter artık bu SALLİ KAFASI'ndaki insanların bize çektirdikleri. Bizim çok güzel hayatlarımız var, tanışmak için daha güzel insanlara ihtiyacımız var. Önceki tanıdıklarımız hep geri kafadalar. Aşamadıkları hep bir sorunları var. Kafa, kafa, kafa...Olmadık şeylere takılıyorlar canım. Canım insanlar. Bu insanlar da ne oluyor kuzum? Hayatı hep bir otel tadında yaşıyorlar. Bu olacak şey mi? Bize yaptıkları çok büyük bir terbiyesizlik. Topunu hayattan men etmeli. Zaten hayatı yaşayamıyorlar. Hayat böyle yaşanmaz yavrum, sezercik. Sana çok güzel hayatları anlatacağım. Sen şimdi SALLİ KAFASI'ndasın, bunları anlamazsın. Nasılsa yaşadığın bir şey yok o köhnemiş memlekette. Bir misafirlik nasıl olur onu bile bilmeden, olmadık işlere kalkışıyorsun. Sahi yavrum sezercik, aslan parçası, sizin o memlekette misafir nasıl olunur öğretmiyorlar mı? Ah siz ezikler... İşte bunlar hep SALLİ KAFASI. Olmadık şeylere sıkılıyor canınız, sonra gelip bize patlıyorsunuz, ağlıyorsunuz, sinirleniyorsunuz. Halbuki bu kafadan çıkmadığınız müddetçe bilin ki size gittiğiniz yerde insan muamelesi edebilecek bir kimse yok. Başka kafalarda yaşıyor insanlar. Ben o kafaları çok kıskanıyorum. Kafalar demişken, babam anlattı. Şimdi TELEGOL'de yorumculuk yapan Gökmen Özdenak, Galatasaray'da oynarken çok güzel kafa golleri atarmış. Ben Gökmen Özdenak'ı kıskanıyorum. Ben hayatta bu kafadayken, güzel goller atamıyorum. Kafa topuna yükselemiyorum bile. Onun için de aşağılayacak mısınız beni?<br />
<br />
Bu SALLİ KAFASI'nda yaşayanları biraraya getirip bir koruma ve yaşatma derneği kurmak istiyorum. Bu kafadaki insanlar azalmasın. Azalmasın ki, günden güne yapayalnız kaldığımı hissetmeyeyim. Benim bildiğim bu kafa, öyle bırakılıp çıkılası bir kafa olmadı hiçbir zaman. Bana, bu kafadan çık demeseler bile, ima edenleri kendimce cezalandırdım. Uzak durdum her birinden. Ben bu kafadayken neler düşünüyorum, neler hissediyorum, neler yaşıyorum, hangi insanlarla tanışıyorum, hangi olaylara/hikayelere tanık oluyorum bir ben biliyorum. Bana soran eden de olmuyor hiç. Sorup etmedikleri ve öğrenemedikleri için de (sanırım başka kafalara geçince gerçekten dayanılmaz bir hale geliyor bu kafa. bu kadar iğrenç bir şey olamaz mı diyorsunuz ne yapıyorsunuz? bunun bu kadar dayanılmaz tarafı ne? siz de bir zamanlar bu kafada değil miydiniz?) bambaşka hallerde görüyorlar beni. Ben, onlara göre, küçücük bir yerde, tamamen zamandan ve insandan yoksun bir şekilde yaşıyorum, düşünemiyorum. Yaşayamadığım, düşünemediğim için de hayatta her şeyi kaçırıyorum. Kaçırdığım gibi de sevdiğim (sözde) insanların kaçırmalarına da neden oluyorum. Ah SALLİ KAFASI ah. Ne yaman bir kafaymışsın sen.<br />
<br />
Kafa, kafa, kafa demişken, bu kadar kafa açmanın alemi yok. Kafalar üçe ayrılır; 1: GÜZEL KAFALAR DİYARI, 2: ORTA KAFALAR DİYARI 3:SALLİ KAFASI. Ben şu an en alt-tabakadayım. Bu kafadan çıkmam lazım. Düşündüğüm, yaşadığım şeyleri, tanıştığım sevdiğim insanları içimden atmam lazım. Ki bu kafadan çıkabilmem kolay olsun. Hem belki o zaman misafir nasıl olunur öğrenebilirim değil mi? Öğrenirsin yavrum, sezercik, aslan parçası. Sana daha neler öğreteceğim ben. Sen bu kafadan çık, şu boktan özünü bir terket. Bak o zaman nasıl süper oluyor her şey. Oh mis. Bak çek ciğerlerine bu taze havayı. Buram buram yaşam kokuyor. Sen bilmezsin bu yaşamları. Sahi sen bu zamana kadar ne yaşadın ki kuzum?<br />
<br />
Sahi bu SALLİ KAFASI, insana söze başladığı yeri bile unutturuyor. Fahim Bey diyordum. Fahim Bey'den özür diliyorum. Seni o kadar aciz gördüğüm, sana acıdığım için. Kitabın son sayfasını da okuyup oturup düşününce güzel şeyleri anımsattığın için çok özür diliyorum. Daldan dala atlayıp da seni ihmal ettiğim, sana gereken ilgiyi gösteremediğim için özür diliyorum. Senin adında, bu zamana kadar okuyup da kızdığım, aciz gördüğüm birçok roman karakterinden de özür diliyorum. İyice dinleyip anlamadan, yaşanılan şeyleri gerçekten anlayamadığım için özür diliyorum. SALLİ KAFASI'nda yaşadığım için özür diliyorum. Ama ben başka bir kafada yaşamak da istemiyorum. Yaşamaya çalışsam bu kafadan çıkıp da mutsuz olacağımı adım gibi biliyorum. O yüzden de artık birçok şeyin eskisi gibi olamayacağını, eskisi gibi hissedemeyeceğimi bildiğim için özür diliyorum senden Fahim Bey. Ve bu yazıyı yazarken bile gerçekten yorulduğumu belirtiyor olmaktan ötürü de özür diliyorum. Çünkü bunu yazmaktansa, okumam çalışmam gereken birçok şeyi geride bırakıp, önemsenmeyecek derecede birkaç kelam etmeye çalıştığım için kendime kızdığım için özür diliyorum senden Fahim Bey. Senin adında, senin gibi insanlara peşin hüküm verip de, düşüncelerini cesaret edemeyip de yüzlerinize söyleyemeyen, gayet "ay insanlar da çok değiştiler, çok benciller azizim. bize yeni tanışılacak güzel karakterler lazım" diyen GÜZEL KAFALAR DİYARI'ndaki insanlar adına özür dilerim Fahim Bey. Gözün arkada kalmasın. Sen ve senin gibileri koruma ve yaşatma görevini ben üstlenebilirim. Yeter ki namımız yürüsün (bu son söz şimdi hoş oldu mu allasen?). abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-24013845573062320672013-03-23T02:07:00.002+02:002013-07-25T16:15:11.445+03:00Gecenin Köründe İnsanı Gülümseten Ayrıntılar<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEglHB1O9QkMxbU2HJXfQ0ooMcr1YfG5bumb0rzZt9uX0GtOHIGBePKZiB538FHeBIsLjUyXHYT2vtVm3UF6RFQv8_4bAYR4IUd7j0kEwKLzBY5O-R7jjvvKwdt7etcClwlZc8OtQrcC0Pc/s1600/2013-03-23+02.01.52.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEglHB1O9QkMxbU2HJXfQ0ooMcr1YfG5bumb0rzZt9uX0GtOHIGBePKZiB538FHeBIsLjUyXHYT2vtVm3UF6RFQv8_4bAYR4IUd7j0kEwKLzBY5O-R7jjvvKwdt7etcClwlZc8OtQrcC0Pc/s320/2013-03-23+02.01.52.jpg" width="320" /></a></div>
<br />
<br />
Gecenin bir körü çalışırken, kütüphaneden aldığım bir kitabın içindeki ayraçta çıkan yazılardır beni gülümseten şu saatte. İşin güzel tarafı, benden önce bu kitabı 2 kişinin almış olması ve bu iki kişinin de bu ayraca not yazması. Sıra benim değil mi? Gülümseten bir not da ben yazayım o halde. <br />
<br />
(Hayatta güzel insanlar da var az da olsa)<br />
<br />abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-34299683915154427662013-01-19T17:35:00.001+02:002013-01-19T17:35:24.515+02:00Dönüm Noktaları (Bölüm Bilmem Kaç)<b>21 Ocak 2013</b> ve <b>22 Ocak 2013</b> tarihlerini bekliyorum. <br />İki gün art arda soluksuz bir şekilde birinden çıkıp diğerine koşturacağım. Yıllardır bu günleri bekliyorum ve ikisinin de peşisıra gelmesi benim şansım (şanssızlığım da olabilir bu). <br /><br /><b>22 Ocak 2013</b> günü akşama buraya gelip güzel sonuçları bildirebilirim umarım.<br />Sinir stres birikmesi ardından çılgınlarca dağıtmayı bekliyorum. abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-62428419620355579272012-12-03T18:51:00.001+02:002012-12-03T18:52:10.703+02:00Se aa..Se aa..Ses Kontrol...Deneme...Ses bir ki...Se aa..İnsana kendi sesi neden bu kadar tuhaf gelir hiç anlamam. Duyunca sanki başka biri konuşuyormuş gibi hep.abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-37368633430525494792012-11-17T17:31:00.000+02:002012-12-06T09:07:48.571+02:00Selam Uzaylı Ben DüşmanımOkulun ikinci ya da üçüncü haftası... İkinci öğretimlerdeki bir sınıftan dersten çıktım.. Karşı sınıf da bir sonraki dersimin olduğu sınıf... Sınıfın içinde uzun saçlı metalci bir genç duruyor.. Kapıdan içeriye bakıp, metalci gençle göz göze geliyoruz... Bir işaret çakıyorum hemen, gel buraya diye... Ardından gelişen diyalog aynen şöyle;<br />
<br />
<br />
<b>Öğrenci:</b> Bana mı seslendiniz hocam?<br />
<br />
<b>Ben:</b> Sana seslendim tabi başka kime olacak?<br />
<br />
<b>Öğrenci:</b> Buyrun hocam?<br />
<br />
<b>Ben:</b> Ne lan bu hal? Karı gibi saç uzatmışsın. Allah bilir küpe de takıyorsundur sen utanmadan?<br />
<br />
<b>Öğrenci:</b> (Noluyo lağn? Hea?) Hocam (kem kum)... Ben seviyorum saçlarımı. Küpe takmıyorum ama.<br />
<br />
<b>Ben:</b> Kes! Utanmadan cevap veriyor bir de. Ben sevmem yalnız böyle, takarım adama ben...<br />
<br />
<b>Öğrenci:</b> Hocam, ne yanlışımı gördünüz? Hem dersinizde uslu uslu duruyorum ben (Ses burada tizleşmeye başlıyor giderek incelip) Kimseye de bir zararım yok (Yarı ağlamaklı hale geliyor burada). Saçlarımı da seviyorum ben...<br />
<br />
<b>Ben:</b> Tamam la tamam. Amon Amarth, Opeth (daha burada birkaç grup adı sıralıyorum) dinliyor musun bakayım sen?<br />
<br />
<b>Öğrenci:</b> (Hea? Heu? Gözler faltaşı gibi açılarak) Hocam siz nereden biliyorsunuz bunları? Amon Amarth dinliyorum tabi ki... Anlamadım ama bu grupları nereden biliyorsunuz hocam siz?<br />
<br />
<b>Ben:</b> Nereden bileceğim olm? Dedeyim ben lan. Şu gördüğün 1 cm'yi bile bulmayan saçlar bir zamanlar kıçıma kadar uzanıyordu. Unumuzu eledik, eleğimizi de duvara astık. Sırayı size bıraktık. Bak Opeth, Sentenced, Katatonia...Bu 3 grubu severek dinliyorsan torpillisin benden (ehe)<br />
<br />
<b>Öğrenci:</b> Hocammmm dinlemez olur muyum? Hele Opeth'i...Allaaaahhh.. Bilmiyordum ki hocam hiç dinlediğinizi...Hocam o nasıl bir korkutmaktır ya? Az daha düşüp bayılıyordum şurada...<br />
<br />
<b>Ben:</b> (Ahahaha) Tamam la tamam. Küpe de tak la. Eksik kalmasın.<br />
<br />
<b>Öğrenci:</b> (Kulaklarıma bakarak) Hocam sizin de maşallah kulaklar süzgeç olmuş?<br />
<br />
<b>Ben:</b> Cıvıtma lan (eheheh). Hadi konuşuruz sonra. Ha torpil falan yok. Boşuna hayal kurma olm. Sınıftakilerden daha çok çalışacaksın benim dersimde (ehe).<br />
<br />
<br />
(Her hafta, uzun süredir uzak kaldığım rock-metal camiasından en son haberleri bu öğrencim sayesinde alıyorum. Kendisinin bir de grubu varmış. O değil de, hala gülüyorum şu sohbete. Ahahaha. Biz de mi böyle melül melül kalakaldık hocalarımızın karşısında acaba? O surat ifadesi gözümün önünden gitmiyor, yarı tırsma yarı dumura uğrama yarı da hay nerden çattık ifadeleri eşliğinde cevap vermeye çalışmalar...)abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-74281950722462761862012-09-14T03:50:00.000+03:002012-09-14T11:13:39.752+03:00Karşıdan Karşıya Geçerken Vasıflarını Yoldan Toplayan Vasıfsız Ördekler<div style="text-align: justify;">
Aslında bir önceki yazıda başlığa ne gerek var demiştim ama bunu derken içeriği de unutmuşum. O yüzden de, bir önceki yazıdaki videoyu açıklayıcı birkaç kelam etmem farz oldu. Videoyu defalarca izledim. Ördeklerin, karşıdan karşıya geçerkenki halleri beni benden aldı. Bir dakika içinde yerimde hop oturup hop kalktım. Arabaların hızla geçerken arkalarında bıraktığı rüzgarla çil yavrusu gibi dağılmalarını gördüğümde içim burkuldu, karşıya varamayacaklar diye üzüldüm. Neyse ki, bu azimli ördekler beni haksız çıkardı. Karşıya sağ salim, tam kadro bir şekilde varabildiler.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Onları izlerken de, aklıma hep kendim geldi. Nasıl gelmesin? Yıllardır çektiğim çileleri, o minicik ördekler 1 dakika içinde özetleyivermişler. Bundan daha uygun gösterecek bir şey olur mu kendimi anlatmak için? Olmaz. Bunun için de; "Nasılsın?" diye soran olunca, doğrudan doğruya bu videoyu gösteriyorum. Nasıl ki ördekler yol karşısına sapasağlam varınca derin bir oh çektiysem, aynı şekilde o sondaki "oh çekme" hali içindeyim.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bana sonunda oh çektiren güzel sebepler de çok. Son birkaç yıldır karabasan misali üzerime çöken uğursuzluklardan sonunda sıyrılabildim. Şükür ki bu zamanları "isyankar stayla" halet-i ruhiyesine bağlamadan atlatabildim. Sabır çeke çeke sonunda ermiş mertebesine varabilmem an meselesiydi. Ama geride kalan, çekilen onca eziyetin, onca işkencenin insanda bıraktığı yorgunluk da birden bire geçmiyor sanırım. O yorgunluktan bünyede birazcık kalmış olmalı ki, hâlâ tam olarak hafifleyebilmiş değilim. Hafiflemiş derken, artık birkaç yıldır üzerimize bu "değersizlik" hissi nasıl yapıştıysa, anında çıkarabilmek pek mümkün olmuyor.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Son iki üç haftadır art arda güzel haberler aldım. Bu güzel haberlerin böyle art arda patlamasına da alışkın değilim hiç. Bu kadar çok güzel haberi sırasıyla aldığım da olmadı bu zamana kadar. Onun için de hâlâ bu kadar güzel şeylerin hayatımda olabileceğine inanamamaktayım. Sanki olur da yarın, uykumdan uyandığımda yeniden eski sefillik günlerime dönebileceğimi düşünüyorum. Demek ki hayatımızda güzel şeylerin olabileceğini düşünmekten de bu kadar uzaklaştırmışız kendimizi. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bu güzel haberler neydi peki? Benim art arda patlamasına kalbimin dayanamayacağına inandığım güzel haberler neydi? </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
İlki; yıllardır benim meşhur üşengeçliğimin eseri olan "yıllardır bitmek bilmeyen tez"imin bitmesiydi. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
İkincisi; okuduğum üniversitede çalışmaya başlayacak olmamdı. Sonunda iş-güç sahibi bir insan sıfatına sahip oluyordum. Çevredeki insanlara bir türlü anlatamadığım içinde bulunduğum durum; hiç ilgim alakam olmamasına rağmen insanların sürekli olarak bana kpss denilen sınavla ilgili kazanıp kazanamadığı sormaları; çevremdeki insanların hayatlarındaki tek dert olan benim uzun zamandır çalışmıyor olmam sıkıntısı ve durumumu anlatmamla "hmmm (iç ses: demek ki bir şey olmayacak bu çocuktan)" eşliğinde bakışlar nihayetinde son buluyordu. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Üçüncüsü; sevdiceğimin bir yıldır kendinden geçercesine çalıştığı kpss sonrası güzel bir puanla, yaşadığım ilçenin kıçının dibindeki başka bir ilçeye atanmasıydı (Aramızdaki mesafe 85 km, insan daha başka ne ister ya la?)</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Dördüncüsü; can dostum güzel insan, şiir severlerin pek yakından tanıdığı, nam-ı diğer Orta Yaş Şairlerinin korkulu rüyası, pek sayın Negatif Bey'in de, dört senedir artık insanlıktan çıkarak çalıştığı kpss sonunda iyi bir puan eşliğinde, sevdiceğinin kıçının dibine doğru atanmasıydı.<br />
<br />
Şimdi bu dört haber birkaç hafta içinde art arda patlayınca haliyle insan ne yapacağını, ne edeceğini, nerelere gideceğini bilemez hale geliyor. Hâlâ yaşadığımız şoku atlatma gayreti içerisindeyiz. Bu haberleri alınca ilk söylediğim şey; "Ulan bunca yıl o kadar rezillik çektik. Sonunun böyle olacağını bilsem kamyonlar dolusu o kadar küfrü eder miydim ben?" idi. Ama tabi, böyle güzel şeylerin haberini alınca insanda sıkıntı mıkıntı kalmıyor. En azından insanın kafasında yok yere işgal eden kaygılar kalmıyor.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Her şey olması gerektiği gibi. Ne eksik ne fazla. Umarım bundan sonrası da böyle devam eder. Fakat benim kafamı kurcalayan bir iki kısım var (Allah'ından belanı mı istiyorsun lan? diye rahatlıkla sorabilirsiniz burada. Hiç itiraz etmem). Bunlardan biri, yukarıda da dediğim gibi yıllardır artık nasıl bir değersizlik yapıştıysa üzerimize; okula gittiğimde "Emrah Bey" lafını duyduğumda hâlâ alışamamış olmam. İlk gün, okula evraklarımı teslim etmeye gittiğimde insanların bana saygılı bir şekilde davranması, ismimi sonuna bey sözcüğünü de koyarak çağırması falan tuhaf şeylerdi. O ilk günkü yaşadığım şoku hiçbir şekilde anlatamam. Halbuki bunlar ne kadar da normal şeyler değil mi? Gayet anormal şeyler. Benim gibi 27 yaşına doğru olanca hızınızla gittiğiniz vakit ve en az dört senedir olanca rezillikleri gayet güzel çekince, bu durum gayet normal bir şekilde anormal geliyor insana.<br />
<br />
Bir diğer husus da, çarşamba günleriyle ilgili. Bundan sonra "kara çarşamba" diye adlandıracağım günler. Sabahın 9'undan gecenin 11'ine doğru uzanan o müthiş günde tam tamına 14 saat derse girecek olmam. Kimse de demiyor ki, bu adam 14 saat dersin üstesinden nasıl gelecek? diye. Oblomov ile kendini özdeşleştirmiş aylak bir adamım. Dahası bu memlekette hiçbir şey olamayan taşra eleştirmeni bozuntusu ünvanına layık görülen iki insandan birisiyim.<br />
<br />
Şaka bir tarafa, şikayet de ettiğim yok. 14 saat de olur, 16 saat de olur. Şu sıkıntılı zamanlar geride kaldı, en çok ona seviniyorum. Elimi kolumu bağlayan bir ton gereksiz şey üzerimden kalkıp gitti, bu fazlasıyla yetiyor insana mutlu olmak için. Bonus olarak da sevdiceğimin daha da yakınıma gelmiş olması, bazı planların hızlı bir şekilde gerçekleşmesi için güzel bir sebep. Herhangi ağır bir terslik olmadığı müddetçe en az bir senenin sonunda kendime bambaşka güzel bir vasıf daha eklemiş olabilirim (burada bir gülücük koyuyorum). </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-58959375604188995222012-09-06T07:54:00.000+03:002012-09-06T09:51:48.940+03:00Başlığa ne gerek var?<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='266' src='https://www.youtube.com/embed/VSSMMQcQbPg?feature=player_embedded' frameborder='0'></iframe></div>
abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-41038745657130706202012-08-17T10:12:00.000+03:002012-08-17T11:03:59.969+03:00İlhamesk Şiir ve Mâbadı<b>Kapalı şiir diye bir şey yoktur. Şiirden anlamayan insan vardır.</b><br />
<br />
Bu şiirden anlamayan insan, şiir üzerine yazılmış, şiir üzerine kafa patlatılmış binlerce soruları ve cevapları ihtiva eden <b>teorik boyut</b>undan bîhaber şekilde, <b>ben iyi bir şairim</b> diye yaşıyorsa, bundan çok güzel bir traji-komik bir hikâye çıkarılır.<br />
<br />
Ayrıca, şiir nedir? ne değildir? sorularını merak edip, az çok öğrenmiş olan bir insandan, kendi yazdığı, şiirin ucundan bucağından geçemeyen <b>ilhamesk</b> şiirlerine güzel sözcükler, methiyeler sıralamasını isteyip, ardından da bu isteği olmayınca; içinde bu zamana kadar biriktirdiği ne varsa kusması takdire şâyandır. İlhamesk şiir akımının temsilcilerinin en büyük özelliği de budur. İlhamesk şiir akımı, şiirin içerik ve biçim sorunları, şiirin felsefi yapı taşları, şiirin beslendiği kanallar, şiirin teorik ve özgünlük sorunları gibi zırva şeylerle uğraşmaz. Bu bilgileri okuyup öğrenmek gibi zaman kaybı işleri görmezden gelir. Onlara göre şiir, ilhama dayalı olmadır. Şiir, kendisini oluşturan sözcüklerin bir tanesi üzerine bile bir saniye düşünülmeden, zihin ishaline tutulmuş gibi, olduğu gibi, yazılır. Şiir ilham işidir. Bunların dışında kalan her şey, küfürdür, yalandır, zırvadır.<br />
<br />
Modern çağımızın ötesinde olan bu <b>ilhamesk şiir akımı</b>, <b>orta yaş şiiri</b>nin ardından, günümüzü aşan bir şiir akımıdır. Bu şiirleri anlamak, bildiğiniz <b>büzük</b> ister. Öyle kolay kolay kimse anlayamaz. Siz istediğiniz kadar, şiirin bütün yönlerini, bu zamana kadar şiir ve yazınsal metinler üzerine yazılmış tonlarca şey gösterin, bunların hiçbiri, bu ilhamesk şiir akımının ağırlığını kaldırabilecek, onu tanımlayabilecek ölçüde değildir.<br />
<br />
Velev ki siz bir hata yapıp, bu ilhamesk şiirler üzerine birkaç olumsuz kelam ettiniz. Korkarım ki, hayatınızın en büyük hatasını işlemişsinizdir demektir. Çünkü, <b>ilhamesk şiir akımına mensup büyük şairler, </b>sizin karşınıza tokat gibi cevaplarıyla dikileceklerdir. Çünkü siz, bu zamana kadar hiçbir şey yapmamışsınızdır. Hiçbir şeyden kasıt da, ilhamesk şiirine mensup büyük şairler gibi cesaretli olup, zihin ishaline tutulup da, birkaç yılda binlerce şiir sıçma.., afedersiniz, <b>şiir yazmamışsınızdır</b>. İlhamesk şiire göre, şiir konusunda önemli birkaç ölçüt vardır. Ve siz bu ölçütleri karşılamıyorsanız, şiirden zerre anlamıyorsunuzdur. Bu ölçütlere gelirsek;<br />
<br />
1) Başta da belirttiğimiz gibi, en önemli ölçütümüz; zihin ishaline tutulmuş şekilde, ilhama bağlı olarak, sağdan soldan aldığınız ilhamlarla, sürekli şiirler yazmanız. Ne yazdığınızın hiçbir önemi yok, yazdığınız şey şekil olarak şiire benzerlik göstersin yeter. İçerik falan bunlar boş şeyler.<br />
<br />
2) Bu akıma göre, iyi bir şair diye anılmanızın bir diğer ölçütü de; 3. sınıf dergilerde en az 10'a yakın şiirinizin yayımlanması. Yayımlanan şiirlerinizin sayısı 10'u bulduğu vakit, çok şanslı oluyor ve, Türk Edebiyatı'nın Yaşayan En En En En Büyük Şairleri arasında hemen bir koltuk/sandalye/tabure kapıyorsunuz.<br />
<br />
3) Yazdığınız şiirler üzerine, birkaç olumsuz eleştiri yapan mı oldu? Anında küsüp, dudak büküp, "Ama benim şiirlerim çok güzel. Yoksa beni beğenmiyor musun? tarzı sorularla, eleştiri getireni anında bastırmak, o da olmadı Facebook tarzı yerlerden anında arkadaş listenizden çıkarmak. Yaşınız 40 dahi olsa, içinizdeki çocuk ölmediği için (çünkü siz büyük bir şairsiniz ve büyük şairler her zaman içindeki çocukla yaşar ve hep 17 yaşındadır), bunu yapmanız farzdır. <b>İlhamesk Şiir Akımı</b>'na mensup şairlerin, <b>Orta Yaş Şiir Akımı</b>'na mensup şairlerin en belirgin özelliği de budur.<br />
<br />
4) Kendi akımınızın saflarında yer alan şairlerin katıldığı bir platformda, sağdan soldan donların yırtık yerlerinden fırlamış gibi çıkagelen, birkaç kendini ve haddini bilmez, edebiyatın birçok yönüyle içli dışlı, teori-teori-teori-kuram-kuram-kuram-kuram gibi ne idüğü belirsiz sözcükleri sıralayıp duranlar olacaktır. Bu kendini ve haddini bilmez <b>cahil cühelalar</b>, sahneye çıkıp da, ilhamesk şiirlerini okuyanların şiirlerini, bir şeye, hatta şiire benzetemeyip, bu şiirlerin nasıl da boktan şiirler olduğunu geveleyecektir. Bu dangozların elinde, sahneye çıkan şairlere ait 4-5 şiirin olduğu bir kitapçık olsa dahi, yine de bu şiirleri okuyup, cahilce yorumlarını sıralayacak, korkunç bir şekilde eleştirecektir. İşte, burada ilhamesk şairin yapacağı yegane şey, kendisinin de aralarında bulunduğu 9 şairin (kendisi dışında 8 yapıyor) şiirlerini ölesiye savunmaktır. Çünkü bu şiirler, zamanın ötesinde şiirlerdir. Ve bu şiirleri anlamak, herkesin harcı değildir. Öyle yıllarca şiirin yapı-içerik-biçim-teorik-felsefi temelleri-sosyolojik altyapıları gibi saçmasapan şeylerle vaktini öldüren insanlar; modern çağları yakalayamamış, haliyle de günümüzün çok ötesinde yer alan ilhamesk şiirini anlamak kapasitesinden de yoksun bir şekilde yaşamaktadırlar. Bunun için de, bu dangozlar, ilhamesk şiir hakkında olumsuz birkaç kelam etti mi, ilhamesk şairin yapacağı şey, bu dangozlara haddini bildirmektir.<br />
<br />
5) İlhamesk şair, kendisini başka estetik şeylerle beslemez. Onun için, resim, heykel, sinema, müzik vs şeyler şiirine katkı yapamaz. Onun tek kaynağı ilham aldığı hayal alemidir. Gün içinde, uzaklara dalıp dalıp gitmek, onun şiirini beslemek için yeter de artar bile.<br />
<br />
6) İlhamesk şair, taşradaki şairleri eleştiren zavallı eleştirmen bozuntularına, hadlerini bildirir. Çünkü bu zavallılar, kendi kısır dünyaları içine hapsolmuş, ve zavallılıklarını taşradaki şairleri eleştirerek bir nevi zihinsel mastürbasyon yaparak rahatlamaya çalışır. Ne yazık onlara! Taşradaki şairler, Türk Edebiyatı'nın saygın şairleri arasında yer alırlar ve İlhamesk şiir mensuplarının bir nevi kardeşidir. Ve bu kardeşlik de, birbirlerinin yazdığı şiirleri okuyup "ayyyy, canııııım ne güzel şeyler yazmışsın sen öyleeee, bayıldıııııım yaaahhh" gibi şeylerle daha da perçinleşir. Bu kardeşlik çok güzeldir. Tıpkı Hitler'in "<b>Almanlıktan aldığım tadı hiçbir şeyden almadım...Belki bilardo...Ama yok lan Almanlık daha güzel..</b>" deyimi gibi "<b>Şairlikten aldığım tadı hiçbir şeyden almadım...Belki kumda oynamak...Ama yok lan, Orta Yaş Şiiriyle, İlhamesk Şiir daha güzel...Bütün dünya bizim bokumuzu yesin...</b>" mottosunu resmen zihinlerine mıhlamışlar ve evlerinin duvarlarını bu sözlerle süslemişlerdir.<br />
<br />
Kısaca özetlemeye çalıştığımız, günümüzün çok ötesinde ve en önemli en güzel şiir akımlarının tek örneği olan İlhamesk Şiiri ve Şairlerinin özellikleri böyle. Yazık ki, bu şiiri anlayamayan insanlara. Yazık ki bu şiire olumsuz iki kelam etmeye çalışan insanlara. Onlar ki, hayatlarında neleri kaçırdıklarının, ne gibi lezzetlerden yoksun kaldıklarının farkında bile değiller. Ama tarih her zaman bu gibi densizlerin hadlerini bildirmek için bir an tereddüt etmemiştir. Ve zamanı geldiğinde de, bu şiir edebiyat tarihi içinde yerini, hak ettiği bir şekilde alacaktır.<br />
<br />
<br />abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-66545324036912578842012-07-29T01:49:00.002+03:002012-07-29T01:51:44.403+03:00"<b>Sanat, baskının verimidir. Onu, ne kadar serbestse o kadar yukarılara yükselir sanmak, uçurtmayı havalanmaktan alıkoyan şeyin ip olduğunu zannetmektir.</b>" (André Gide)abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-26908338653512244262012-05-19T04:00:00.001+03:002012-05-19T04:09:47.644+03:00Ulu Işık Her Daim Kırmızı Yanar<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgk0hPmP_0wunR8bMHEAqGaRBncWTxcNl9s8MaLrqVptikXXFN6mFE5PEO_COGf3-WRCFel9hJevqG6w55xhBIgJarawgNHBMheg5JbTPiDiDsGHiU-W4_q-UE0sG_H-yICez0BTay6Dgk/s1600/Ulu+I%C5%9F%C4%B1k.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgk0hPmP_0wunR8bMHEAqGaRBncWTxcNl9s8MaLrqVptikXXFN6mFE5PEO_COGf3-WRCFel9hJevqG6w55xhBIgJarawgNHBMheg5JbTPiDiDsGHiU-W4_q-UE0sG_H-yICez0BTay6Dgk/s1600/Ulu+I%C5%9F%C4%B1k.jpg" /></a></div>
Bu fotoğraftaki "Ulu Işık". Önemi, bizim için değeri ölçülemeyecek kadar çok.<br />
<br />
Bir şekliyle de, hayatlarımızın nasıl da anlayamadığımız bir hızda değiştiğinin de göstergesi.<br />
<br />
Bu "ulu ışık" daha birkaç ay öncesine kadar, yıllardır durduğu köşede dururken, bir gün, bulunduğu kavşağa yol çalışmaları için gelen işçiler tarafından sökülüp, belirsizliğe doğru yolculuğa çıktı. O gün bugündür gören eden yok. Kavşaktaki ışıkları kaldırdılar, yerlerine kavşağın ortasına dönerli yol yaptılar. İşin ilginç tarafıysa, yıllardır kavşakta bulunan, ve amacı trafiğe yön vermek olan ışıkların 7/24 çalışmamasıydı. Yani şu fotoğrafta görülen trafik lambası (ki biz ona ulu ışık diyoruz) ne zaman önünden geçsek (gündüz ya da gece) hep kırmızı yanıyordu.<br />
<br />
<br />
Bizi yıllarca, ulu ışığın altında saatlerce süren konuşmalara alet edip kandırdılar. Bize hep kırmızı ışığı da gösterdiler. Biz de hep o kırmızı ışığa aldanıp, ışığın altında bekleyip saatlerce konuştuk. Sanki, ışık bizim geçip gitmemizi istemiyor da, biraz gölgemde soluklanın bir hele, biraz kendinize bakın telaş içinde geçip gitmektense deyip bizi bekliyor gibi gelirdi.<br />
<br />
Yıllarca o kırmızı ışığın altında, biz içimizdekileri döktük caddelere, arabalara, binalara, insanlara...<br />
<br />
Yıllar sonra, bir gün, aniden, yani bizi fazlasıyla alıştırdıktan sonra, ışıkları kaldırıp kayboldular ortadan.<br />
<br />
Elimizde birkaç fotoğraf kaldı. Birkaç o günlere dair anı. Neden bilmiyorum ama, bu halsizliğimi ulu ışığımızı ortadan kaldırıp yokolmalarına bağlayasım geliyor. Kavşaktan geçerken kendi kendime de soruyorum bazen "Ne hakkınız vardı da bizden habersiz alıp götürdünüz ışığımızı?" diye.<br />
<br />
Bu soruyu sorduktan takriben 5-10 saniye sonra aklıma geliyor hemen;<br />
"Bizden habersiz ışıkları getirip diktiler köşelere. Biz geçerken de hep kırmızı ışığı yaktılar. Biz de aldandık, kendimizden bir parçaymış gibi belledik. İçimi döktük bıkmadan. En sonunda, dökecek hiçbir şeyimiz kalmadıktan sonra yani, tıpkı ilk başta bize haber vermeden, tamamen bizi savunmasız yakalamak için habersiz bir şekilde diktikleri ışıkları, bir gece aniden, apar topar kaldırıp yokoldular.<br />
<br />
Olan bize oldu, ışıkların yokluğunu farkettiğimiz anda. Yine savunmasız yakalatmıştık kendimizi. Ağızlarımız bir karış açık bir şekilde, döküp tükettiğimiz içimizdekilerin nerelerde olduğunu bile hatırlayamadan, ulu bir şey addettiğimiz "şey"in yokluğuyla hüzünlerimizi daha da derinleştirmek için apar topar hazırlıklara girişiyorduk.<br />
<br />
Bu hazırlıklara girişirken de, aklımıza ilk gelenler arasında, her insanın kendisine bıkıp durmadan eskiyip giden şeylerin ardından birer yeni şeyler araması misali, yeni bir ulu ışık bulabilir miyiz acaba sorusu geliyordu. Bir saniye içinde hızla geçip giden bu soru sonrasında, açıkçası pek de üzerinde durmuyorduk. Önemli olan yeni meselesi değildi belki, ama şundan emindik, "bir şekilde bizim olduğumuz yerde hep bir sürekli kırmızı yanan ulu ışık olur".<br />
<br />
Ulu Işık ismi, yazılanlar anlamsız gelebilir, hayatında hiçbir zaman ulu ışık görmemiş insanlar da olabilir. Bu ihtimalleri de düşünmek lazım. Ama, insanlar şunu unutmamalı ki; ulu ışık dediğin her daim kırmızı yanar. sarı ya da yeşil (bu en tehlikeli aşamasıdır, bir nevi çektir git demektir bu) yandığında, artık daha fazla nefes alamayacağının farkına varmalısın. Oysa kırmızı öyle değil. "Dur!" ihtarının hiç böyle güzel olabileceğini tahmin etmezdim ben. Ama durmak, şu hayatta yapılması gerekenler listesinin ilk sırasına alınması gerekir.<br />
<br />
Ne güzel de başlamıştır <b>İsmet Özel</b> "<b>Waldo Sen Neden Burada Değilsin</b>" kitabına. O cümleleri ilk okuduğumda, bir kitabın ilk cümlelerinin ne kadar da hayati bir önem taşığını farkettim ben. Saniyeler içerisinde, kelimeler akıp gittikten sonra, dakikalarca yerime mıhlayıp bırakan, beni <b>dur!</b>duran sözcüklerdi.<br />
<br />
<i>"Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır. Doğan bebek havanın ciğerlerine olan saldırısının verdiği acıyla haykırır. Soğuk saldırır bize, sıcak saldırır. Açlığın, hastalığın, korkunun saldırılarını savuşturma yoluyla yaşarız, hayatta kalırız. yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir. Bir gün son nefesimizi verdiğimizde bize yapılan ilk saldırıyı tamamen püskürtmüş oluruz. Savaş bitmiştir."</i><br />
<br />
Hiç olmadık zamanlarda, savunmasız bir şekilde kandırılmak iyidir. Hiç ummayacağınız dünyaların kapılarını açıverir. Sonra da, en beklenmedik bir zamanda, döküp durduğunuz onca şeyi de alarak yokolup giderler. Koskoca kavşağın ortasında bir tane bile ışık bırakmayacak kadar cimri oldukları için, siz hala o ilk günkü, kırmızı ışığın altında, ışığı ilk gördüğünüz anda ağzınız açık bir şekilde ne yapacağınıza karar veremediğiniz andaki şaşkınlığınızla kalırken, içinize de yavaştan ağır bir sıkıntı çöreklenmeye başlar. İşte benim en başından beri bahsetmek için didinip durduğum sıkıntı da bu. Çöreklenmiş sıkıntı.abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-3868393348819204042012-05-12T00:30:00.000+03:002012-08-17T10:33:08.097+03:00Herkesin Her Şeyi Bilip de Her Şeyi Söylediği Bir DevirAylardır pek bir şey yazasım gelmiyor. Bunun da birkaç nedeni var elbette. Kendiliğinden hiçbir şey peyda olur mu canım? Olmaz.<br />
<br />
Blogumu takip eden birkaç iyi insanla konuştuğumuzda, genel olarak, "canımın çok sıkkın olduğunu, canımı bir şeylere sıkıp kendimi üzdüğümü, moralimin yerlerde sürüklendiğini" belirtip üzüldüklerini dile getiriyorlar. Yazılarımdan kendimi ele veriyormuşum. Tanımadığım insanların yazdıklarıma (ki çoğu da tamamen rahatlamak maksadıyla yazılan şeyler) değer verip de benim canımın sıkkınlığını merak etmeleri mutlu ediyor tabi ki beni. Arada güzel şeyler üzerine konuşuyoruz bu insanlarla. Ama benim asıl sorun ettiğim şey, birkaç insanın bunu art arda dile getirmesinden sonra içimi kemirmeye başlayan kurt. Yazdıklarımı baştan sona defalarca okudum. İnsanlara hak verdim sonra. Meğersem benim canım çok sıkkınmış dedim kendi kendime. Ama hemen hemen bütün yazılarımı yazarken halet-i ruhiyem çok çok iyiydi. Hatta birçoğunu da eğlenerek yazdım. Demek ki, bilinçaltım ben farkında olmadan kendi belli etmek için çırpınıp durmuş olacak ki, Freud' u ispatlarcasına sağdan soldan el sallamış yazılarımın içerisinden.<br />
<br />
Yazılarımı baştan sona tekrardan okuyup, birkaç iyi insanın yorumlarını da birleştirince, yazmama isteği çöreklendi üzerime. Bunu da, kendimi ele vermemek için aldığım bir önlem olarak algılıyorum. Kendimi isyankar stayla için kasıp duran ergenler gibi hissettim. Sürekli bunalım, sürekli bunalım nereye kadar azizim. Bu dünyaya keder çekmeye gelmedik sonuçta değil mi? Yoksa özünde çok eğlenceli bir insanım. Ama iş yazıya gelince birden bire Tuna Kiremitçi havalarına bürünüyormuşum meğersem. Hiç gereği yok değil mi? Üslup denilen şey de çok önemli. Yapışıp kalmaması lazım üzerime. Ben hep eğlenceli şeyler yazmak istiyorum. Zaten yeterince hayatımızın içine edilip duruluyor, bir de bunları yazarak kendimizi karartmanın manası yok.<br />
<br />
"300-500 karılar kızlar ortamlar eller havaya" gibi (bu yazılanı ciddiye alanın kalbini çok pis kırabilirim, bu laflarımı bilen bilir, genelde napıyosun dendiği vakit verdiğim cevaptır, Behzat Ç.'nin napıyosun diye sorulduğunda, "saçmasapan konuşma be" diye cevap vermesi gibi. Oldu mu?)<br />
<br />
"<b>Saçmalamak bir sanattır</b>" düsturuyla yola çıkmıştık vakt-i zamanında bir adamla. O hesap bizimki. Ama devir değişti, e tabi Çelik de değişti, herkes sanatçı, herkes filozof, herkes metalci olunca, herkes de saçmalamaya başladı, bir değeri kalmadı haliyle.<br />
<br />
Ne diyordum ben?<br />
<br />
Bu kadar uzun bir süredir yazmamamın bir sebebi budur. Yani kendimi ele vermemek. Canımın sıkkınlığını herkese gösterip de, insanların canlarını da yok yere sıkmamak için idi. <b>Ne gereği var? </b>Herkesin can sıkıntısı kendine nasılsa.<br />
<br />
Bir diğer sebebe de gelirsek eğer, <b>"İletişim Çağı".</b><br />
Bu internet denilen zımbırtı iyi, hoş, güzel ama nedense son zamanlarda suyunu çıkardı kendi kendinin bana göre. Bir Facebook hesabım var, ilk başlarda başından kalkmıyordum, son 7-8 aydır neredeyse aklıma bile gelmiyor açıp bakmak. Çevremdeki insanların hergün düzenli olarak vatanı kurtarmasını, sürekli eleştirecek bir şeyler bulmasını, saçmasapan şeyleri paylaşıp durmasını, uydurmacalara kanıp da <b>"seni layk ettim" </b>geyikleri çevirmelerini görmek dahi istemez hale geldim. Bakıyorum, çevremde ne çok her şeyi bilen insan varmış, şaşıyorum bazen gerçek anlamda. Herkes, her şey hakkında uzman. Herkes her şeyi bildiği için, her şeyi rahatlıkla eleştirebiliyor.<br />
<br />
Yani çevremdeki herkes, sanatçı, filozof, metalci.<br />
<br />
Zamanında bir sözlüğümüz vardı. Aylardır dönüp, merak edip açıp okumuyorum bile. Hey gidi hey diyorum. Zamanında (2004-2008 aralığını kaplıyor bu zaman dilimi) saatlerce başına oturup da başlıktan başlığa dolanıp kaybolduğumu hatırlıyorum. Ne çok şey öğrendim de diyorum sayesinde. Ama sağolsunlar, devrimiz artık "herkesin her şeyi bildiği dönem" olunca, onun da içine ettiler. Zamanın <b>Kutsal Bilgi Kaynağı</b> olan sözlüğü, son iki yıldır bilinçli bir şekilde, boş beleş laflar, saçmalamacalar, küfürleşmeler, <b>trol</b>ler kaynağı olup çıktı. Ha bir de, reklam yapma yeri de oldu tabi. Ot gibi bitip duran trollere başka bir açıklama getiremiyorum ben çünkü, her bir troll ekstra bir tık demek olunca, her yeri trollerle donattılar sağolsunlar. Her bir tık da, artık para demek olunca, alan memnun veren memnun oldu. Çeşitli ideoloji pompalamasyonlaruna da hiç değinmiyorum. O mecrada da herkes sanatçı, herkes filozof, herkes metalci. Bu kadar herkesin her şeyi bildiği bir yerde, benim ne idüğü belirsiz entrylerimin ne işi var deyip de yüzlerce entryi iki dakika içerisinde de silmem hiç zor olmadı aylar önce.<br />
<br />
Bir de işin Twitter boyutu var ki, eyvahlar eyvahlar diyerek hiç bahsetmemeyi yeğliyorum.<br />
<br />
Önceden de böyle miydi diye soruyorum bazen kendime. Belki de böyleydi de, internet pek yaygın olmadığı için pek açık açık göremiyorduk sanırım. Her yerimiz boşa harcanan sözlerle dolu. Oysa baktığımızda, <b>Doğu' nun susması </b>meşhurdur. Susmak dediysem, bu susmak, <b>boşluk</b>tur. Bilge insan susar. Doğu edebiyatlarına baktığımızda; (bir Japon Haikuları olsun, İran ve Arap şiirleri olsun, bizdeki Divan Edebiyatı olsun) her zaman az lafla çok şey anlatılmaya çalışılmıştır. Bizdeki Divan Edebiyatında, bir beyit ile, sayfalarca sürebilecek şeyler anlatılır hep. Nerede geçiyordu şimdi hatırlayamadım ama şöyle bir söz de vardı, "<b>Şiir bir nevi susmaktır</b>" diye.<br />
<br />
Bizde susmanın önemi çok büyük idi gerçekten. Ama ne olduysa artık, modernleşmeyle beraber, herkes her şeyi bilir hale geldi. Nereye baksam, herkes her şey hakkında konuşup duruyor. Herkes herkesle hınca hınç yarışır halde, en çok şeyi ben söyleyeceğim diye. Bu insanları da gördükçe yazma hevesim gerçekten kaçıyor. Her şeyi bilen herkesin arasında, benim söyleyebileceklerimin ne önemi kalıyor ki? En iyisi susayım.<br />
<br />
Biraz da korkuyorum sanırım. Bu zamana kadar nereye el attıysak sonu hep hüsran oldu. En önce <b>Güncem</b>'imiz vardı. Şimdi ne hallerde kim bilir. Sonra sözlüğümüz oldu, okumak, yazmaktan daha eğlenceli bir yerdi. Yazar olduktan sonra da yazmaktan çok hep okudum. Ama şimdi mide bulandıran bir mecra halinde (<b>Nihat Genç</b>'e zamanında çok kızmıştım sözlük yazarları hakkında söyledikleri yüzünden de, az bile söylemiş diyorum kaç aydır). Twitter falan vardı. Türkçeleştirilmesi ve <b>Hilal Cebeci</b>'nin memelerini ve poposunu açmasının ardından onu da aldılar elimizden. Şimdi elimde bir tek <b>Blog</b> kaldı. Blog diğerlerine nazaran çok daha farklı evet. Ama ne bileyim, yine de bir korku var içimde, buna da el atıp darma duman edecekler diye. Gerçi istila halinde, ama yine de seçip beğenebiliyorsunuz aralarından, gereksiz bir ton kişiyi eleyip takip listesiyle, sadece okumak istediklerinizi okuyabiliyorsunuz. Ama hala bu korkum geçmiş değil. Yazmadığım halde, takip ettiğim blogları severek okuyorum. Arada yorum da yapıyorum. İnsanlar arada gizlenip görünüyorsun, seviniyoruz falan diyorlar ama, gerçekten tamamen görünmez değilim. Ne bileyim, güzel bir yazının üzerine bir iki kelam bile edip yorum yapmak fazlalıkmış gibi geliyor hep.<br />
<br />
Çok gizli takip ederim söyleyeyim.<br />
<br />
Yani herkesin her şeyi bilip de her şeyi söylediği bir yerde, daha ne yazılabilir ki gibi saçmasapan bir sorunla boğuşuyorum. Bunun dışında, <b>Şiir İkindileri</b> oluyor;<br />
<br />
-bir eleştirmen bilmem kaçıncı kez, "<b>Edebiyatın Cumhurbaşkanı</b>" ilan ediliyor.<br />
-bir şair, kadın, <b>Gülten Akın</b> çıkıyor sahneye, bir dostunun ölümünün ardından iki kısa söz ediyor. o kısacık iki söz her şeyi anlatıyor. ne şanslıyız diyoruz kendimize, <b>Gülten Akın</b> aramızdan ayrılmadan önce görebildik onu.<br />
-bir adam dışarda sigara içerken, yanımızda dolanıp duran şehrimizin en büyük genç şairinden birisini görünce "şiir kuyusuna düşmüş şair" deyip de beni gülme krizlerine sokuyor.<br />
-ardından, şiir kuyusuna düşmüş, şiiri rehin alan insanlar yüzünden, kuyudan bir iki yudum almaya çalışan insanlar üzerine konuşuyoruz.<br />
-bu insanlar üzerine konuşurken, şehrimizin bir diğer büyük şairlerinden bir tanesi üzgün bir ifadeyle dolanırken yanımıza gelip "şiir alemi çok bozuldu artık, ben şiiri bıraktım" diyor. o anda, gülsem mi ağlasam mı karar veremiyorum. kafamızda hala "şiir kuyusuna düşmüş insanlar" geliyor.<br />
-sonra her şeyi ardımızda bırakıp arabamızla dağlara vuruyoruz kendimizi. asıl şiir dağlarda diyoruz. havalar ısınmış, karlar erimiş, sular akıyor şırıl şırıl, etraf yemyeşil, bol temiz hava. bundan ala şiir mi olur diyoruz.<br />
<br />
Bütün bu, herkesin her şeyi bilip her şeyi söylediği devri izleyince aklıma Bâki'nin;<br />
<br />
"bâki kalan bu kubbede hoş bir sadâ imiş"<br />
<br />
sözü geliyor. Sonra da diyorum ki, bunca kalabalığın arasında, bâki kalabilecek sadâmız da olamayacak ne yazık ki.<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Not: Bu günlerde ağzımda hep bu var; çok güzel bu, teyzeler süper
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='266' src='https://www.youtube.com/embed/expZ9s0ZzGM?feature=player_embedded' frameborder='0'></iframe></div>
<br />
<br />
<br />
<br />abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-65751262717291305412012-04-29T09:59:00.001+03:002012-04-29T11:04:28.629+03:00Polisiye diziden bir şehrin ve insanların hikayelerine<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiD3dfttrjB3GDYZREz0byPAVbktO-dzzlrIvSju7sPAu9gkSnWAn89nazgvFa53dyJee8wIIJC-CI-yuD0nPGv9IB6WHKTv-6yq_BqvknKB6DvgJMeUo7CttBglpOTZmGuvpHTg3-lCIg/s1600/the-wire.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiD3dfttrjB3GDYZREz0byPAVbktO-dzzlrIvSju7sPAu9gkSnWAn89nazgvFa53dyJee8wIIJC-CI-yuD0nPGv9IB6WHKTv-6yq_BqvknKB6DvgJMeUo7CttBglpOTZmGuvpHTg3-lCIg/s320/the-wire.jpg" width="267" /></a></div>
Dizilere bakış açımı; "The Wire izlemeden önce, ve sonra" diye ayırmama sebep olan dizi The Wire.<br />
<br />
The Wire dizisini yıllardır IMDB'nin diziler kısmında en tepede görüyordum. Açıkçası bu zamana kadar da dikkat edip de bakma gereği duymamıştım. Adını, sanını da duymadım hiç, bana tavisiye eden de olmamıştı.<br />
<br />
Ta ki, geçen aylarda OZ adlı muhteşem diziyi yeniden izlemek isteyip de tamamen bitirinceye kadar. Oz adlı diziden bahsetmeyi sonraya bırakıyorum. Ama şunu da eklemeden edemeyeceğim, Prison Break gibi tırt bir hapishane dizisini izleyip de "ayh çok güzel, mükemmel bir dizi" diyen insanlardansanız şayet, muhteşem bir hapishane dizisi olan OZ dizisini izlememişsiniz demektir. O yüzden de, tavsiyem OZ'u da izlemeniz yönünde.<br />
<br />
OZ'u yeniden bitirdikten sonra, OZ hakkında yazılanlara bakınca, The Wire adlı diziyi ilk defa o yazılanlarda gördüm. Açıkçası benim için dizi dünyasının çıtası olan OZ dizisiydi. Okuduğum bir yazıda da, "şayet dizi çıtanız OZ ise kesinlikle The Wire dizisini izleyip ondan sonra karar vermeniz gerekir" gibi bir şeydi. Hiç vakit kaybetmeden, oturdum The Wire dizisinin başına.<br />
<br />
Bu zamana kadar, benim gibi içinde bol bol siyahi görünen bir yapım izlememişseniz ilk bölümler size de gayet tuhaf gelecektir. Tabi ki bu ırkçılığımızdan kaynaklı değil, tamamen çevremizde olsun, filmlerde olsun, dizilerde olsun tek tük siyahi gördüğümüz için. Bir de, ilk bölümden itibaren birkaç bölüm sıkıcı gelebilir. Çünkü dizinin ele aldığı konu hemen öyle ilk bölümden itibaren çözülmeye başlamıyor. 2002 yılında başlayıp da 2006 yılında 5. sezonunda biten bir dizi. Ve bu 5 sezonda her sezonunda ayrı ayrı konulara değiniyor ki, bambaşka bakış açıları yakalıyorsunuz hayata dair. Yalnız bu farklı konuları aynı şehirde, aynı insanlarla ele alıyor. Bahsettiği konularla ilgili birkaç kelam edeceğim birazdan, yalnız izlemeyenler korkmasın öyle spoiler falan pek olmayacak içinde. İçiniz rahat bir şekilde okuyabilirsiniz.<br />
<br />
The Wire dizisi, uzak Amerika diyarında Baltimore şehrinde geçiyor. Baltimore şehri hakkında gram bilgim yoktu diziyi izlemeden önce. Sadece birkaç yerden adını duyuyordum o kadar. Şimdi diziyi bitirdikten sonra, şayet bir gün Amerika'ya falan uğrarsam, hiçbir şekilde adım atmayacağım bir şehir oldu Baltimore.<br />
<br />
Dizide hemen hemen her karakterin siyahi olmasının sebebi de, Baltimore adlı şehrin nüfus yoğunluğunun büyük bir parçasının siyahilerin oluşturmasıymış. Dizideki Baltimore Belediye Başkanı'nın da siyahi olması da bu durumu gayet güzelce açıklayabilir sanırım. Niye siyahilerden bu kadar bahsettim? Çünkü, görsellikle, Amerikan rüyasını bütün dünyaya pazarlayan camiada, bu zamana kadar hep "beyazlar" ağırlıktaydı. Arada tek tük siyahi görünürdü. O kadar. Ama mutlaka bir tane siyahi vardır. Ama o da bir tane, fazla değil. İşte The Wire adlı dizinin bir farklı noktası başlangıçta bana göre bu. Bambaşka bir Amerikan rüyası sunuyor bize. O rüyanın gerçekte nasıl da yerin dibine batmış olduğunu bütün gerçekliğiyle anlatıyor.<br />
<br />
Dizinin ilk bölümünün açılışında, bir cinayet sonrası Jimmy Mcnulty adlı cinayet masası dedektifimizin, ölen kişinin arkadaşıyla olan konuşmalarıyla başlıyoruz. O konuşmada, daha dizinin ilk saniyelerinde, Baltimore şehrinin gerçekleri hakkında ipuçlarını izliyoruz.<br />
<br />
Daha sonrasında, Baltimore şehrinin sokaklarında uyuşturucu satan çocuklarla, narkotik polislerinin kovalamacaları ve Avon Barksdale adındaki, uyuşturucu patronuna uzanan kovalamacalar. Baltimore polis teşkilatı, sadece satıcıların yakalanmasıyla Avon Barksdale'yi altedemeyeceklerini anlayıp, cinayet masası ve narkotik masası dedektifleri ortak bir birim oluşturup Barksdale çetesini hapse atmak için işe koyuluyorlar. İzleme sürecinde türlü bürokratik sorunlar da yaşanıyor elbette. Bunun yanında Barksdale çetesi de, izlerini kaybettirmek için türlü akılalmaz yolları deniyorlar ki, polisleri atlatmak için, dinlenmemek ve izlenmemek için buldukları yolları izlemenizde fayda var. O süreç çok eğlenceli. Hiçbir şekilde abartı bir unsur yok.<br />
<br />
Dizinin ilk sezonu Barksdale çetesi üzerine gidiyor. Tabi ki Barksdale çetesi üzerinden, Baltimore sokaklarında yaşayan siyahilerin hayatlarını, o sokakta dünyaya geldikten sonra tek seçenekleri köşelerde uyuşturucu satmak olan çocukları (corner boys) izlemeye başlıyorsunuz.<br />
<br />
İkinci sezondaysa, bu sefer Baltimore Limanına gidiyor. Liman işçilerinin hayatlarını izliyorsunuz. İkinci sezonda biraz daha beyazlar ağırlıkta ama bu beyazlar da göçmenler. Limanda çalışan işçiler. Yine polis teşkilatındaki polislerimizi de izliyoruz. Bu sefer de, liman işçilerinin hayatta tutunma çabalarını, limanlarda, gümrüklerde dönen dolapları, konteynırlar içinde doğu Avrupa'dan gelen beyaz kadın ticaretine (kaldı ki bu sezonun bir bölümünde kadınları pazarlayan Osman adında bir Türk görünüyor) kadar Baltimore şehrinde ne kadar şey dönüyorsa onlara değiniyor. Barksdale çetesini de izlemeye devam ediyoruz.<br />
<br />
Üçüncü sezonda, Belediye başkanlığı seçimi üzerinden, bürokratik sisteme de bir güzel değiniyor. Siyahilerin ağırlıkta olduğu bir şehirde beyaz bir belediye başkan adayı çıkıyor "Tommy Carcetti". Seçim sürecinde, ABD'deki seçim süreçlerinde dönen dolapları görebilirsiniz. Siyahi başkan, bu seçimde de, yeniden başkan seçilebilmek için, suç oranlarının düşmesi için polis teşkilatına baskı yapıyor. Bütün polis teşkilatı, yükselen suç oranı karşısında çaresiz kalıyor. Ve suçları artık görmezden gelerek, kağıt üzerinde suç oranlarını düşmüş göstermek gibi oyunlara gidiyorlar. Üçüncü sezon hemen hemen bürokratik sistem üzerine. Bir de "Hamsterdam" adında deneysel bir polis çalışmasını izliyoruz, narkotik polis Teğmen Colvin tarafından. Bu "Hamsterdam" deneyi, dizide beni en çok etkileyen bir unsurdu. Deneyin çok güzel olmasına rağmen, uğradığı bürokratik engelleri izlerken, dünya her yerde aynı demek ki diyebilirsiniz. Tabi ki, ayrıntılarıyla anlatmayacağım. Ama adından birazcık çağrışım yakalayabilirsiniz. Bu belediye başlanlığı seçimi, Obama'nın seçilmesi öncesinde olmasına rağmen, Obama'nın başkanlığa seçilme sürecinin nasıl işlediğini anlatıyor. Ortada bir Obama yok daha. Bu çok ilginç bir ayrıntıydı. Bunu en sonda not kısmında belirteceğim.<br />
<br />
Dördüncü sezon da, benim için en mükemmel sezonuydu. Çünkü bu sezonda "eğitim sistemi" üzerine eğiliyor. Baltimore sokaklarında tek seçenekleri uyuşturucu satmak olan çocukların, okul hayatlarının nasıl da sancılı geçtiği üzerine. Eğitim sisteminin de, bu çocukları eğitmekten çok, sadece yüzeysel bilgilerle geçiştirip, bizdeki gibi sene sonlarında yapılan sınavlarda, kağıt üzerinde yüzden birkaç dilimlik başarı oranlarının artması için geçiştirildiğini izliyoruz. Yine üçüncü sezondaki başkanın polis teşkilatına baskı yaptığı gibi, Baltimore şehrinin okullar yüzünden verdiği milyon dolarlar açık yüzünden, sene sonunda birkaç dilimlik artış yüzünden, çocukların senelik olağan eğitimlerinin dışına çıkılıp, tamamen sene sonundaki, sınava yönelik ezber eğitimlerini izliyoruz. Ne yalan söyleyeyim, bizim ülkemizle bu kadar benzerlik beklemiyordum. Haliyle, bir eğitimden çok, eğitememe yuvalarını izliyoruz. Bunun yanında da, yine Üçüncü sezondaki "Hamsterdam" deneyi gibi, bir pilot okul seçilip, uyuşturucu çetelerine bağlı olan birkaç sorunlu çocuğa özel bir eğitim programı hazırlanıyor. Yine Hamsterdam deneyindeki gibi, bu çok güzel programın bürokrasi sayesinde ne hallere geldiğini izleyince küfürler edebilirsiniz. Polislerimiz yine iş başında bu dördüncü sezonda da, yalnız bu sefer Barksdale çetesi üzerinde değil, yeni ortaya çıkan bir diğer çete üzerinde.<br />
<br />
Beşinci sezonda da, ortaya çıkan bu yeni Stanfield çetesi üzerinden gidiyor. Ve tabi sezonu bitiriken de işin medya ayağını da unutmuyor. Baltimore Sun gazetesi üzerinden, medya sistemine de eleştiriler getiriyor. Şehirde meydana gelen olayları medyanın nasıl yansıttığı ve uydurma haberler nasıl yapılır, açık açık gösteriyor. Yine çok tanıdık geldi bir yerlerden bu sezonda medya sistemini izlerken.<br />
<br />
Çok ayrıntıya girmeyecektim dedim, ama yazdıkça ayrıntılara girip çıkıyorum. Kabaca bu olaylar dışında, farklı farklı karakterlerin hayatları da var, Bubbles adında bir uyuşturucu bağımlısı üzerinden de, polis ve uyuşturucusu satıcılarının hayatları dışında, uyuşturucu kullanan insanların hayatlarını Bubbles'in gözünden izliyoruz.<br />
<br />
Tabi, bir de benim için dizideki en önemli karakter; Omar Little var. Omar Little eşcinsel bir hırsız. Hırsızlığı da, tamamen uyuşturucu patronlarına yönelik. Karakterli, modern çağın Amerikasında bir Robin Hood. O tamamen "oyun"a dahil olanlara zarar veriyor, soyuyor, öldürüyor. Uyuşturucu patronlarının zulalarını çalıyor. Ama amacı hiçbir şekilde para değil, tamamen prestij üzerine. Omar, Baltimore sokaklarında korkulan bir isim. Gece, gündüz demeden, paltosunun içinden aşağıya sarkıttığı pompalı tüfeğiyle dolaşıyor, ve onu sokakta gören insanlar da, "Omar geliyor!" diyerek sağa sola çil yavrusu gibi kaçışıyor;<br />
<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='266' src='https://www.youtube.com/embed/UmtuRRhtGQw?feature=player_embedded' frameborder='0'></iframe></div>
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="215" src="http://www.youtube.com/embed/MZ9PaGeXyfY" width="320"></iframe><br />
<br />
Omar, sabahlığıyla dışarıya mısır gevreği almaya gittiğinde bile, yanında silah olmamasına rağmen, insanlar kaçışıyor. Ve görüldüğü üzere, hiç zulayı istememesine rağmen, şans eseri, zulayı önüne atıyorlar korktukları için. Omar'ın kuralları var. Asla oyun dışında olanlara zarar vermiyor, masum insanlara zarar vermiyor. Tek derdi, uyuşturucu patronlarıyla, gerektiğinde, onlar aleyhine mahkemelere çıkıp yalancı şahitlik bile yapıyor. Bir mahkeme sırasında, salona girdiğindeki elbisesine dikkat etmenizde fayda var, siyahi insanların giydiği bol elbiseler ve üzerinde kravat kombinasyonu muhteşemdi.<br />
<br />
The Wire dizisi bir polisiye dizisi, uyuşturucu satıcıları polis kovalamacasından çok, bir şehrin, insanların, gerçek hayatın hikayesi. Polisler uyuşturucuyu takip ettikleri sürece, sadece orta ölçekteki satıcıları yakalayabiliyorlar. Ama iş, uyuşturucudan gelen parayı takip etmeye başlayınca şehrin üst makamlarına kadar gidiyor iş. Bir de, dizide en çok dikkat ettiğim konu; hiçbir karakterin "güzel" ya da "yakışıklı" olmadığıydı. Evet, bu dizide ne taş gibi hatunlar, ne de taş gibi adamlar var. Bu zamana kadar izlediğimiz her dizide, mutlaka taş gibi bir kadın ya da çok yakışıklı bir erkek bulunur. Bu da güzellik algısının, kurmaca dünyasını süslemek ve daha çok satmak için küçük bir ayrıntısı gibi gelir hep bana. Ama özellikle dikkat ettim, The Wire'de ister kadın olsun, ister erkek olsun "Bizim güzellikle algımızın beğenisine sunulan" bir karakter yok. Tıpkı gerçek hayattaki gibi. Zaten bir kurmacadan öte gerçek hayatın belgeseli niteliğinde. Dizinin yaratıcısı olan David Simon'un 12 sene boyunca Baltimore Sun gazatesinde çalıştıktan sonra yapımcı olması ve ortağı Ed Burns'in 27 sene boyunca cinayet masası dedektifi olarak çalıştıktan sonra lisede öğretmen olarak çalışması dizinin mükemmeliği üzerinde çok büyük etkileri olmuş. Bana kalırsa da, Ed Burns'in lisede öğretmenlik deneyiminin, mükemmel olan 4. sezondaki eğitim sisteminin işlenmesinde harikalar yaratmış. 5 sezonda da, David Simon'un gazetecilik deneyiminin, medya sisteminin işlendiği 5. sezonda harikalar yaratması da cabası.<br />
<br />
Diziyi bitirdikten sonra, bu zamana kadar izlediğim diziler gerçekten de hayal ürünü geldi. Gerçi, her kurmaca metin bir hayalden ibaret ama, The Wire kurmaca bir diziden çok, insanlık üzerine bir belgesel. İlk 3-4 bölümü biraz sıkıcı olsa da, ondan sonraki 5 sezon boyunca ele aldığı konuyu ilmek ilmek işleyen, her karakteri ayrı bir dünya olan, hiçbir şekilde karakterler ve olaylar üzerinde abartıya kaçmayan, tamamen bir şehirden yola çıkarak, insanları, sokakları, zorunlulukları, bir bölgede doğmanın getirdiği yaşama zorluklarını, adaletsizlikleri, bürokrasiyi, üst kısımlarda dönen dolapları, alt kısımlarda yaşayan insanların çaresizliklerini, eğitim sorununu, polisleri, uyuşturucu satıcılarını, daha 6-7 yaşından itibaren uyuşturucu satmak zorunda kalan çocukları gibi daha birçok sorunu olanca güzelliğiyle anlatıyor.<br />
<br />
<br />
Not1: Diziden öğrendiğim kadarıyla, <b>Edgar Allan Poe</b> Baltimore'de yaşamış. Dizinin bir bölümünde, iki uyuşturucu satıcısı, aralarında konuşurlarken, birisi, "yanına bir yaşlı çiftin geldiğini ve <b>Edward Allan Poe'</b>nin evini sorduklarını, o da öyle birini tanımadığını söyleyince o yaşlı çiftin üzülerek oradan ayrıldıklarını anlatıyordu. Orada ben de ağladım yalan değil. Edgar Allen Poe'nin evi, iki sokak ötelerindeymiş halbuki. Evinin önünde nöbet beklerdim ben, orda yaşasam.<br />
<br />
Not2: spoiler olabilir diye en sona koydum. Siyahilerin şehrinde binbir türlü zorluklarla seçilen beyaz Tommy Carcetti, seçim öncesinde, "DEĞİŞİM" sloganıyla yola çıkmasına rağmen, seçildikten sonra, hiçbir şeyi değiştirememesi. Ve tamamen aksine, sistem denilen o çarkın içinde, iki sene sonra Vali seçilebilmek için, sistemin oyunlarına girmesi de hayatın cilveleri aralarında yer alıyor. Seçilmeden önce, Teğmen Cedric Daniels'e bundan sonra, kağıt üzerinde suç oranı düşürme oyunları yok diye söz verdiyse de, vali seçimleri için, Müdür yaptığı Cedric Daniels'e suç oranlarını düşük tut diye baskı yapıp, Cedric Daniels bu oyuna dahil olmayı reddedince, onu görevden alması da ince bir ayrıntıydı. Bu konuyla ilgili de en güzel bir ayrıntı da, Obama'nın, en sevdiği dizinin The Wire olması, ve, seçimden önce "We Can" gibi bir sloganla iş başına gelip, her şeyi değiştirebileceklerini söyleyip de, yıllar geçmesine rağmen, hala Afganistan ve Irak'ta insanların öldürülüyor oluşu, yani o SİSTEM denilen çarkın içinde varolması da, bu hayatın en güzel cilvelerinden biridir benim için.abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-73628559464148694862012-02-29T17:02:00.005+02:002012-02-29T17:17:02.038+02:00Doğmuşum doğmamışım veya "Sinek Isırıklarının Müellifi" üzerine24 Şubat malum, bu insanın dünya üzerinde ilk izlerini bırakmaya başladığı gündü. Bazen böyle kendimizden başka bir insanmış gibi bahsetmek güzel oluyor, cümle içine türlü artistlik havalar katınca tadından yenmeyen kıvama erişiyor.<br />
<br />
Bu doğum günleri bizim için önemli mi önemsiz mi hala ayrımına varamadım. Ama bu günlerde bir Negatif aforizmasını hatırlamadan olmaz;<br />
<br />
<b>"Doğmuşum, doğmamışım umrumda değil!"</b><br />
<br />
Bu aforizmayı gün boyunca tekrarlamak bizim için bir nevi ayin niteliğine erdi. Kendimizi rahatlatmak ya da daha fazla sıkmak için biçilmiş kaftan. Derinliğinin içinde boğulabiliyoruz.<br />
<br />
Bu önemli mi önemsiz mi hala çözemediğim doğum günlerinin yanında bir de kitaplar var. Artık ben mi fazla abartıyorum, yoksa hayatın bana oynadığı güzel cilveler arasında yerlerini mi alıyorlar yine bilemiyorum (bilemediğim ne çok şey varmış benim) ama hayatımın belirli dönemlerinde okuduğum öyle kitaplar var ki, beni beynimden vuruyorlar. Yaşadığım an içinde, sanki bir kurtarıcı edasıyla çıkıp gelen bu kitaplar, okuduğumda, o anlarla özdeşleşiyorlar adeta. Bunu ben her yerde, her fırsatta dile getiriyorum; <b>Hermann Hesse</b>'nin <b>Narziss ve Goldmund</b> adlı kitabını 18 yaşımda okumuştum ve hayatımı baştan başa değiştirip şekillendirmişti. Okuma serüvenimi körükleyen, beni bambaşka dünyalara götüren anın başlangıcıdır.<br />
<br />
Senelerdir, nice yazar, nice kitap geldi geçti. Aralarda benim için hala bir "<b>anların işaretleri</b>" olan kitaplar var. Benim için önemli olan bu kitapların adlarını hatırladığımda, kitabı okuduğum zamanki hallerim olduğu gibi gözlerimin önüne geliyor hep.<br />
<br />
Bunlardan en sonuncusu da, şu 20'li yaşları terketmeye yüztuttuğum bu zamanlarda, hayatın güzel bir cilvesi olarak karşıma çıkan, <b>Barış Bıçakçı</b>'nın <b>Sinek Isırıklarının Müellifi</b> adlı kitabı. Barış Bıçakçı'yı uzun zamandır okumak istiyordum. Bir türlü fırsat olmamıştı. Kısmet de, doğum günümde, hem de bir otobüs yolculuğunaymış. Otobüs kalkar kalmaz, kitaba gömülen başım, otobüs İzmir otogarına vardığı zaman kalkabildi. Kitabı okurken aklımdan geçen sadece şuydu; "Barış Bıçakçı, roman yazma işini çözmüş". Gayet basit, insanı hiç yormayan ama kitabı bir an bile bıraktırtmayan bir üslup. Gayet basit bir konu, gayet güzel bir üslupla anlatılmış. Ve, yer yer benim bu zamana kadar son dönem romanları ve yazarları üzerine düşündüğüm birçok konuda, benimle hemfikir olan cümleler. Barış Bıçakçı da, son dönem romanlarında aforizma bolluğundan şikayetçi. Romanlar sadece aforizmalar için yazılmış. Ama ortada bir roman yok. Bol bol aforizma. Bu cümleleri okudukça aklıma hep nedense(?) <b>Hakan Günday</b> ve romanları geldi (sevenleri sakın alınmasın). Kitap, sinek ısırıklarına benzer acıları anlatıyormuş gibi yapıp aslında çok derin yaralara dokunuyor.<br />
<br />
Kitabı zevkle okurken, öyle bir sayfa geldi ki; otobüste oturduğum koltukta yığılıp kaldım. Kelimeler resmen yumrukladı beni (bu yumruklamalı anlatımlara da bayılıyorum ama daha uygun bir anlatım bulamadım durumuma). Sayfadaki cümleleri okuyup bitirdiğimde, abartısız bir 10 dakika, otobüsün camından akıp giden görüntülere dalıp, kendime gelemedim. Öyle cümlelerdi ki, benim şu 20'li yaşları terketmeye yüztuttuğum bu günlerde, sanki ben göreyim diye oraya konmuş gibiydi. Böyle olunca da, geçen senelerimi yeniden ve yeniden gözden geçirmeden olmazdı. Bu cümleler öyle bir kazındı ki aklıma, hayatım boyunca unutabileceğimi hiç zannetmiyorum. Hayatımın 25-30 yaş aralıklarını hatırlamak için, şu aşağıdaki cümleleri hafızama kazıdığı için Barış Bıçakçı'ya ne kadar teşekkür etsem az. Romanın kahramanı Cemil'in, genç Cemil ile karşılaştığı o anlarda, sayfalara dökülen cümleler aynen şöyleydi;<br />
<br />
<br />
<br />
<span style="font-size: small;"><i>"Cemil, genç Cemil'in elinde silah olup olmadığına bakmıştı, çünkü yıllar önce okuduğu Rene Char'ın Seçme Şiirleri'nin önsözünde geçen şu cümleyi unutamıyordu: </i><b>"Kırk yaşımızda, yüreğimize yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz."</b></span><br />
<span style="font-size: small;"><i>Böyle bir cümleyi okuyup yıllarca aklınızda tutuyorsanız zaten ölüyorsunuz demektir.<br />
Silaha gerek yok."</i></span> <i>(Sinek Isırıklarının Müellifi - Barış Bıçakçı, İletişim Yay. 2011, s. 65)</i>abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com9tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-90025795798377149872012-01-17T21:56:00.005+02:002012-01-17T22:06:00.327+02:00Her şey çok hızlı.<br />
<br />
Akıp giden bunca anlamsız görüntülere, seslere, durumlara, can yakan, aklı yoran her şeye, tembelliğimle, hareketsizliğimle karşı koymaya çalışıyorum. Uykularımı, uyuyup uyanmalarımı yavaşlatmaya çalışıyorum. Bunların arasında kalan, hayat denilen akıp giden her şeyin içindeki ayrıntıların hızına yine yetişemiyorum. Durup düşüneyim diyorum da, kolayca yakalayamıyorum.<br />
<br />
Çöller en uygun yer. Zamandan ve hareketten soyutlanmış, kaybolmak için en iyi yerler. Hiçbir şeyin olmadığı, hiçbir şeyin akmadığı yerlerde; çok önceleri görülmüş görüntüleri, duyulmuş sesleri, maruz kalınmış durumları, can yakan, aklı yoran, sevindiren, mutlu eden her şeyi yaşamanın tadına varabilirim.<br />
<b><br />
Benim ilacım çöl, ama dayanabileceğimi zannetmiyorum. </b><i>(Bu cümlemin üstünde dikkatle durulmasını rica ediyorum, bu bir vasıfsız blog yazarının acınası çırpınışıdır).</i><b><br />
</b><br />
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="http://www.youtube.com/embed/buQpcpQqdKo" width="415"></iframe><br />
<br />
<i>Klip başlı başına, her karesinden binbir anlam çıkarılabilecek cinsten. İzleyip izleyip çöle kaçasım geliyor, ki bu kendimi en güzel aldatmalarımdan bir tanesi.(ki bağlacıyla bu aralar sorunum olduğundan bahsetmiş miydim?)<br />
<br />
(Bazen -bazan- saçmalamak insana çok iyi gelebilir)</i><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div>abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com8tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-41855243755597612362012-01-07T19:02:00.005+02:002012-01-07T19:15:49.456+02:00Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (Maraz-ı Edebiyat)Tamam başlık ilk başta anlamsız gibi duruyor ama içeriğini birazdan yazacağım. Daha anlamlı hale bürünecek. Yoksa, şu haliyle sanki 50-60 yaşına gelmişim de, geçmişten hikayeler anlatıyormuşum gibi durdu. Aslında neden olmasın? Yaşlı insanların, gençliklerini özlemle anıp da, eski günlerini düşünmeleri oluyor da; genç bir insanın kendisini yaşlandırıp da, yaşlı halindeyken bu günlerine eğilmesi olamaz mı? -cümlem çok da güzel oldu-. Benim bu başlıklarla bir alıp veremediğim var ama çözemedim hala. Hayırlısı.<br />
<br />
Yine uzun zamandır blogla ilgilenemiyorum. İlgilenemiyorum değil aslında, daha çok hiçbir şey yapmaya isteğim olmadığından, hiçbir şey yapamıyordum. O yüzden birkaç aydır yazılan, çizilen takip ettiğim blogları okuyamadım. Neler kaçırdığımı düşünmek bile istemiyorum. Ama, yavaştan açıklarımı kapatmaya başladım. O yüzden, şu yazıyı okuyup da, takip ettiğim blog sahipleri olursa kendilerinden özür diliyorum buradan.<br />
<br />
Geçen günlerde hiç tanımadığım bir insandan bir mail geldi. Blogumdaki yazılarla ve benle ilgili. Mailin geliş zamanı ve benim o maili okurkenki halim görülmeye değerdi. Hayatta böyle güzel şeyler de olabiliyor. Hiç tanımadığınız bir insan sizi günün birinde nedensiz bir şekilde fazlasıyla mutlu ediveriyor. Hayat diye buna derim ben. Sesinize karşılık, insanların size ses etmesi kadar güzel bir şey yok şu dünyada. Bir de, mailin geldiği zaman içinde bulunduğum gereksiz bunalımı düşünürsek, mailin bünyemde yarattığı o mutluluğu tarif edebilmem çok zor. <br />
<br />
Onun dışında hayatıma tuhaf yenilikler de geldi. 26 yıllık ömrümde "<b>gözlük</b>" kullanmayan ben, gözleri "taş" gibi olan ben, bundan gayrı "sol göz astigmat, sağ göz de miyop" olan bir insan olarak varlığımı devam ettirmekteyim. Ve tabi bunun yanında aksesuar niteliğinde olmayıp da parçam olması gereken bir "gözlük" var. Artık hayatıma 4 (dört) göz bir şekilde devam etmekteyim. Gözlük kullananların sıkıntılarını şimdi daha iyi anlayabiliyorum. İnsan kendisini resmen, dar bir kafesin içinden dış dünyayı izliyormuş gibi bir ruh hali içinde oluyor. Hala alışamadım. Hokkabaz filmindeki İskender gibi "istediğim zaman gözlüğü bırakırım" da diyemiyorum. Seve seve kullanıyorum. Bazı rivayetlere göre de (bu rivayetler de bildiğiniz en yakın arkadaşlarım tarafından dile getirildi), gözlüğü takınca çok ciddi bir insan imajı veriyormuşum ve benimle konuşurken insanlar ciddileşmek zorunda kalıyorlarmış. Çok eğlendim bunu duyunca. Ama gözlük hala eğlenceli değil.<br />
<br />
Yazının aslını teşkil eden konuya geçmeden önce de, iki gün önce varlığından haberdar olduğum bir şey üzerine yazayım. İki gündür dışarıda delicesine yağmur olmasına rağmen, ben odamda kitap okurken, film izlerken ya da müzik dinlerken, bu sesleri dinliyorum arka planda. Yarabbim o ne huzur!!!! Bu şey aslında uzun zamandır varmış, ama okuyup da varlığından haberdar olmak isteyenler için ben yine de yazayım; "otururken, uzanırken, uyurken, şekerleme yaparken, kitap okurken, müzik dinlerken, film izlerken" arka planda doğa sesleri isteyenler şöyle buyursunlar;<br />
<br />
<a href="http://naturesoundsfor.me/">http://naturesoundsfor.me/</a><br />
<br />
Çeşit çeşit doğada bulunan seslerden kendinize göre bir karışım yapıp, arka plana atıyorsunuz. Ondan sonra ne sinir, ne stress, ne uykusuzluk kalıyor. Misler gibi. Yağmur, rüzgar, dalga ve gök gürültüsü dörtlüsü oluşturup çok güzel bir karışım hazırladım kendime. İki gündür hep o var.<br />
<br />
Gelelim yazının asıl konusuna. Benim içim dışım aylardır Yakup Kadri Karaosmanoğlu oldu. Ben bu haldeyken, blog niye eksik kalsın değil mi? Birazcık da burayı boğayım ben dedim. Yakup Kadri'nin "Gençlik ve Edebiyat Hatıraları" adındaki kitabını okuyamamıştım. İki gündür neredeyse bitirdim kitabı. Yakup Kadri, gençliğinden itibaren yakınlık kurduğu dönemin edebiyat isimlerini birer başlık altında toplayıp, onlarla olan hatıralarını kaleme almış. Çok da güzel yapmış. Öyle kuru kuru anılar yok. Yer yer kahkahalarla güldüren, yer yer hüzünlendiren, yer yer düşündüren hatıralar. Açıkçası okurken, kıskanmadım değil. "Yahu adamlar neler neler yaşamış beraber, başlarından ne çok olaylar geçmiş. Hepsi birer hikaye!" deyip durdum okurken. Kitapta anlattığı kişiler; <b>Mehmet Rauf, Şahabettin Süleyman, Refik Halit, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Cenap Şahabettin, Süleyman Nazif, Abdülhak Hâmid, Tevfik Fikret, Abdülhak Şinasi Hisar, Halide Edip Adıvar</b>. Açıkçası beni en çok güldüren bölümler Şahabettin Süleyman, Refik Halit ve Ahmet Haşim bölümleriydi. Bu adı geçen yazarların, hiçbir yerde bulamayacağınız, yaşadıkları maceralar var kitapta. Bir nevi, bugünlerin magazin servisleri gibi. Ama tabi, daha yüksek seviyelerde olanlarından. Ahmet Haşim bölümünde de, Ahmet Haşim'in kendisini çok çirkin görmesi ve bu duygularını o zamanlar en yakın arkadaşı Yakup Kadri'ye anlatması. İntihar teşebbüsünün gerçekleşememesinin komikliği. O kadar kendisini çirkin hissetmesine rağmen kadınlara olan düşkünlüğü, ama bir kadınla evlenmek istemesine rağmen, onlarca kadını nasıl da evlenmeden önce son anda nasıl bıraktığı. İnsanlara neden/nasıl darılıp gücendiği vs. Her ayrıntısını okumak çok keyifli. En çok güldüğüm kişi ve aynı zamanda da en çok üzüldüğüm kişi de, Ahmet Haşim oldu. Çanakkale Savaşı'nda cephede en önde olmasına rağmen, dönüşünde arkadaşlarının kendisinden kahramanlık hikayelerini anlatmasını beklemesi ve buna karşılık onun arkadaşlarına verdiği o müthiş cevap. Kendisi, bir şair olarak, cephede en önde savaşmasına rağmen, cephe gerisinde savaşı görmemiş şairlerden, kahramanlık şiirleri bekleyen devlet. Kendisi Bağdat'lı bir Arap olması sebebiyle, milli duyguları uyandırabilecek şiirler yazamaz diye geri plana atılması vs. İçinde ne ararsanız var. Bölüm bölüm, çok komik olaylar var ama burada benim bahsetmek istediğim, okuduktan sonra tam aralıksız yarım saat boyunca güldüğüm bir olay;<br />
<br />
Olay kısaca, Fecr-i Âti döneminin başlarında geçiyor. Fecr-i Âti topluluğundan Şahabettin Süleyman Çıkmaz Sokak (iki lezbiyeni konu edinen, yani sevicilik üzerine) ve Siyah Süs (haremdeki zenci bir haremağası ile bir cariye arasında olan aşkı konu edinen) adlı tiyatro eserlerini yayınlamasının ardından, topluluğa yöneltilen eleştiriler şiddetlenmektedir. En sert eleştiriler de o dönemde yaşayan meşhur hicivci, Şair Eşref tarafından gelmektedir. Eşref adındaki dergi sürekli olarak Fecr-i Âti'ye ve Şahabettin Süleyman'a saldırır. Fecr-i Âti topluluğundaki kişiler de bir gün Eşref dergisini basarak olay çıkartır (tabi aralarında Yakup Kadri de var). Bu olay mahkemeye kadar gider. Bundan sonrası tamamen alıntıdır;<br />
<br />
--------------------------------------------------------------------------<br />
<br />
"Lakin bu mahkeme ilk duruşmadan itibaren adalet anallerinde misli görülmemiş bir komedya haline girmiştir. Şöyle ki, mahkeme başkanı her nedense bizim adlarımızı Farsça kaidelere göre birer "terkib-i vasfî" (sıfat tamlaması) şekline sokarak "<b>Tahsin-i Nahid</b>", "<b>Hamedallah-ı Subhî</b>", "<b>Refik-i Halid</b>", ve "<b>Yakub-u Kaderî</b>" diye telaffuz ediyordu. biz de kendimizi kahkahalarla gülmekten zor tutarak sanık sıralarına dizilmiştik. Fakat, asıl en gülünç hadise Eşref dergisi sahibinin vakaya şahit olarak gösterdiği <b>Baha Tevfik</b>'in hakimleri şaşkına çeviren ve arkamızdaki dinleyicileri kızdıran ifadelerinden doğacaktı. Baha Tevfik, Alman filozofu Buchner'in Madde ve Kuvvet adlı eserini dilimize çevirmekle ve zamanına göre pek acayip sayılan paradokslar yapmakla tanınmış bir yazardı ve benim de İzmir İdadisi arkadaşlarımdandı. Hâlâ gözlerim önündedir: Gayet ağır adımlarla ve bir profesör ciddiliğiyle hakimlerin önüne gelmiş ve aynı tavırla yemin ettikten sonra şöyle demişti:<br />
<br />
"Muhterem hakimler heyeti; ifademi vermezden evvel sizlere bir hususu arz etmek isterim: <b>Maraz-ı edebiyat</b> denilen bir ruhî hastalık vardır. Buna müptela olanlar -ki onlardan biri de bendenizim- hakikati hayalden bir türlü ayıramazlar. Binaenaleyh, (bizi göstererek) bu zevatı ben Eşref mecmuası idarehanesinde mi gördüm, başka bir yerde mi? İçlerinden hangisi ne demişti? Hangisi kimin üstüne bastonla yürümüştü? Bilmiyorum. Bütün bu vakaya dair hatıralarım zihnimin içinde dans ediyor."<br />
<br />
Bunun üzerine, başhakim, Baha Tevfik'i daha ziyade konuşturmağa lüzum görmeyerek arkadaşlarıyla birkaç dakikalık bir danışmaya çekilmiş ve davayı şu şekilde bir neticeye bağlamıştı:<br />
<br />
"İş bu davanın mesnedi (dayanağı) hayalâttan ibaret olduğu anlaşılmakla maznunların beraatine ve mahkeme masraflarının müddeiden tahsiline karar verilmiştir." (Gençlik ve Edebiyat Hatıraları s.38)<br />
<br />
Bu kısma aralıksız tam yarım saat boyunca güldüm. İnce zekanıza kurban olurum. <br />
<br />
----------------------------------------------------------------------------<br />
<br />
<br />
Not: Blogun başlığı aslında "<b>Maraz-ı Edebiyat</b>" olacaktı. Dalıp gitmişim, iyi oldu çok da güzel oldu değil!!! Olmadı ama bu şimdi. Hepimiz birer <b>Maraz-ı Edebiyat mağduru</b>yuz!!!abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-40795560600542165542011-12-26T01:19:00.000+02:002011-12-26T01:19:31.864+02:00Canına kıydığımız o kadar çok şey var ki!"Eline tutuşturulmuş silahla ateş edip düşmanları öldüren bir askere, aslında her zaman, toprağı elden geldiğince iyi bir şekilde ekip biçen köylüden daha büyük bir vatansever gözüyle bakılır, çünkü köylünün yaptığı işin yararını yine kendisinin gördüğü düşünülür. Ve ne acayiptir ki, bizim çapraşık ahlak anlayışımızda bizzat sahibine iyiliği dokunup yarar sağlayan erdem kuşkuyla karşılanır hep."<br />
<br />
"<b>Canına kıydığımız o kadar çok şey var ki! Öldürme eylemini yalnızca o aptal savaşlarda, devrimlerin budalaca sokak çatışmalarında gerçekleştirmiyoruz. Çünkü adım başı bu cinayeti işliyoruz. Yetenekli gençleri çaresizlik içinde bırakıp kendileri için uygun sayılmayacak meslekler edinmeye zorlayarak öldürüyoruz. Yoksulluklar, çaresizlikler, yüz kızartıcı durumlar karşısında gözlerimizi yumarak öldürüyoruz.</b> Toplum, devlet, okul ve kilisede ömrünü tamamlamış uygulamalara kararlı bir biçimde sırt çevirecekken, rahatımızı gözetip bunlara istifimizi bozmadan seyirci kalarak, riyakarlığa sapıp onaylar tavır takınarak öldürme eylemini gerçekleştiriyoruz."<br />
<br />
"Barış bir idealdir, barış dile gelmez ölçüde karmaşık bir neşedir; şöyle bir üflemek canına okumaya yeter. Birbirine muhtaç iki insanın bile gerçek barış içinde yaşamaları seyrek karşılaşılan bir olaydır, üstesinden gelmek ahlak ve düşün alanındaki diğer bütün uğraşlardan daha güçtür."<br />
<br />
<b>"Henüz insan aşamasına ulaşmış değiliz, yalnızca insanlığa giden yolun üzerindeyiz."</b><br />
<br />
<i>(Hermann Hesse - Öldürmeyeceksin)</i>abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-23346294196827646742011-12-06T05:33:00.006+02:002011-12-06T05:50:16.746+02:00Bu insanlar pek tuhaf vesselam, yahut 27 yaşına doğru krizler eşiği, O da olmadı akla gelen her türlü düşünceyi barındıran bir yazı, O da mı olmadı al sana Şiir İkindileriBu sefer başlığı, yazıyı yazmadan önce koydum. Başlık, bir yazı için gerekli midir? Yoksa keyfiyetten mi konur? Bu soruların hiçbir önemi yok. Önemli olan içerik. Karman çorman bir şekilde sağa sola dağılmış düşünce/hayal parçacıkları. Ben şair olsam lafın gelişi, şiirlerime başlık koymazdım. Şiirin dipsiz bir okyanus olduğunu göz önünde bulundurarak, bir başlık koyarak, okuyanları yönlendirmek istemezdim. <b><u>Bu şiir konusunun burada altını kalınca çiziyorum, birazdan etraflıca anlatacaklarım var. </u></b>Ama birazdan. Ondan önce yazmak, anlatmak istediğim birçok şey var.<br />
<br />
Ben aylardır ne yaptığımı bilmiyorum. Özellikle "haziran ayı"ndan beri, tamamen geriye doğru giderek yaşam savaşı veriyorum. Yaşam savaşı dediysem de, sanki çok mühim zorluklarla başediyormuşum gibi konuştum. Öyle değil haliyle. Benim savaşım genellikle "kendim"le oluyor. En büyük düşmanım "benim". Kendime, başkalarına yapamayacağım kötüleri yapmakla övünürüm. Öyle ki, arada sapıtıp <b>(ÖZGÜRLÜK SAPITTIRIR!)</b>, ölçüyü kaçırdığım zamanlar olur. İşte bu haziran ayından bu yana, kendime yaptıklarım (aslında hiçbir şey yapamamam söz konusu) haddi hesabı yok. Çetelesini tutmaya kalkasam, ne kağıt yeter ne de mürekkep. Ama, arada durup düşündüğüm vakitlerde, ben bu durumlara düşmekten kendimi alamıyorum. Neyse ki tek tesellim, bu sefer kendimden başka kimseye zarar vermeden atlatmaktayım. Bu benim için fazlasıyla sevindirici bir şey. Zararlarıma gelince, "hiçbir şey yapmamak, tamamen bomboş şeylerle uğraşmak, yapmam gereken tonlarca şey varken bunları elimin tersiyle itip olmadık işlere zaman ayırmam" vs. Bir nevi "depresyon havaları". Bu depresyon havalarını seven tek kişi ben değilim tabi ki, "Abuk bir günün Negatif tutanakları"nı hazırlayan topu topu iki kişiyiz. Biz bu havaları sevmeyeceğiz de kimler sevecek başka? Yalnız ikimiz de farklı yaşıyoruz bu havaları. <br />
<br />
Ben bir yazı yazarken, her zaman <b>Coldplay</b> dinliyorum. Nedenini gerçekten bilmiyorum ama yazı yazmaya hazırlanırken, listeden seçtiğim tek Coldplay oluyor. Daha rahat hissettiriyor yazarken. Yazmak istediğim şeyleri, daha kolay aklımda sıralamamı sağlıyor. Bu gereksiz bir bilgi. Herkesin "gereksiz bilgileri" vardır, kendine özgü. Hatta herkesin bir sırrı vardır. Ben sırlarımı gelecek için saklıyorum. "<b>Bir sırrı iki kişi biliyorsa, o sır değildir</b>" sözüne inat, gelecekte, yazmak istediğim sırlarımı yazınca, iki kişi değil, binlerce kişiye anlatmak istiyorum. Binlerce de olmasına gerek yok, birkaç kişi olsa da olur. Önemli olan o değil. Önemli olan, o sırları anlatma fırsatını yakalayabilmek. Herkes "güzel bir şekilde sır anlatamaz". Bu sırlardan bile mahrumum aylardır. Nedeni çok basit, sır düşenecek halim bile yok. Öyle ki, koca yaz mevsimim evde bomboş oturarak, beklediğim bir şey olmadı diye kendi kendime yas tutmakla geçti. Sabahlara kadar oturdum, gecelere kadar dışarda sürttüm. Sabahlara kadar uyumadım. Ve o yaz mevsiminden arta kalan alışkanlıkla, hala daha sabaha kadar oturduğumda, sabahı "<b>Ntv spor </b>kanalındaki<b> 7/10"</b> adlı bir programla sonlandırıyorum. Bomboş bir program, en sevdiğim tarafı izlerken hiçbir şey düşünmemenizi sağlıyor. Hafta içi hergün yayınlanıyor saat 7'de başlayıp 10'da bitiyor. Spor programı dediysek bu ülkedeki tek spor dalı "futbol" üzerine genellikle. Ondan sonra "<b>Trt spor</b> kanalındaki <b>Spor Manşet</b>" programını izliyorum. O da 10:15'te başlayıp, 12:15'te bitiyor. Bu ülkedeki en güzel uyuşturucunun futbol olduğu gerçeğini geçtiğimiz yaz mevsiminde her Allah'ın günü defalarca deneyimleyerek yeniden öğrendim. Açıkçası hiç gocunmuyorum. Hala da arada izliyorum. Bazen düşünmemek iyi geliyor. Özellikle uyku tutmadığı vakitlerde. Aylardır, ülkede meydana gelen futbolla ve sporla ilgili ne varsa hepsini kazıdım beynime. Bir bilgi yarışmasına katılsam ve şu son 6 aylık zaman diliminden sorular sorsalar bilemeyeceğim soru yok. Onun dışında <b>Football Manager</b> oyunundaki kariyerime devam ettim. İspanya diyarından <b>Villarreal</b> adlı takımımla başarıdan başarıya koştuk. Nice futbolcular keşfedip, yetiştirdim. Hep beraber başarıdan başarıya koştuk. Çoğu emekli oldu, başka takımlara teknik direktör oldular, ben hala takımımın başındayım. Çok hüzünlü günlerdi. Arada şımarıp basına demeç verdikleri oluyor "Emrah hoca akıllı olsun, haftaya mağlubiyet tattıracağız" diye. Anında basıyorum demeci "Akıllı olun hepiniz! Alayınız benim elimde yetiştiniz. Sizin ciğerinizi biliyorum ben. Sizi bu günlere ben getirdim. Vefasızlık yapmayın!" diyerek ağızlarının payını veriyorum. Tabi 8-9 sezonda elde ettiğim başarılar sonunda, ki bunlara "la liga şampiyonlukları, UEFA kupası şampiyonlukları, Şampiyonlar Ligi Şampiyonlukları, Kıtalararası Şampiyonluklar" dahildir, en sonunda adıma 48.000 kişilik stad yaptılar. O anı hala unutamam. Gözlerim doldu resmen. Evet, benim geçirdiğim günlere özet niteliğinde küçük bir örnektir bu, nelerle uğraşıyorum, nelerle mutlu oluyorum....Ama yıllardır vazgeçemediğim tek şeydir şu <b>Football Manager</b> oyunu. Sanırım, 40-50 yaşlarına geldiğimde bile yine aynı heyecanla oynarım. <br />
<br />
Bunların dışında, neredeyse 6 aydır tek bir kitap bile okumadığım gerçeği mevcut. Bu nasıl olur? Ben bu soruyu çok sordum kendime. Elime alıp okumaya çalıştığım çok kitap oldu, hepsini bir iki sayfa okuyup kenara koydum yine. Dediğim gibi, bu zamanlar benim en tehlikeli zamanlarım. En sevdiğim şeyleri bile yaptırtmıyorum kendime. Okumadan yazılmayacağı için de, hiçbir şey de yazamıyorum. Ama bunun da önüne geçtim, <b>Sineklerin Tanrısı</b> (<b>Lord of the Flies</b>)'nı okuyorum. Okurken düşündüğüm tek şey, ben bu kitabı okumak için neden bu kadar geç kaldım oldu. Sevdiceğim de olmasa kitap okumayı bile akıl edemeyeceğim. Yalnız kitabın baskısı bir acayip. Kitabın kapağında, kitap ismi olarak "<b>İşte Bizim Dünya</b>" yazıyor. Çevirmen ve yayınevi bu ismi kullanmayı tercih etmiş okuduğum kadarıyla. Güzel bir kitap. Eski muhteşem, hızlı ve kitapkurdu halime beni yeniden getirmesini temenni ediyorum. <br />
<br />
Kitap, yazmak derken asıl konumuz <b>şiir</b>'e gelmeden olmaz. Zaten en başta belirtmiştim. Açıkçası, bu konu hakkında pek yazasım yoktu. Söylemek istediklerim bende kalsın diyordum da, fazla dayanamayacağım sanırım. Birileri konuşmalı bunu. <br />
<br />
Benim doğup, yaşadığım ilçede (Manisa/Salihli), yıllardır süregelen bir etkinlik var. <b>Şiir İkindileri</b> adında. Birisi sonbaharda, birisi ilkbaharda olmak üzere yılda iki kere düzenleniyor. Bu yıl da, 46.sı düzenlendi. Yıllardır gidemiyordum. Her gitmek istediğimde, benden kaynaklı hep bir aksilik çıktı. Ya benim her zaman girmeye hükümlü olduğum sınavlar yüzünden gidemedim, ya da bambaşka sorunlar çıktı vs. Bu yıl da haftalar öncesinden ayarladım kendimi. Negatif Bey ile sözleşip gitmek için hazırlıklarımızı yaptık. Az çok hatırlıyorum, yıllar evvel ne şairler geldi, geçti bu etkinliğe. <a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Salihli_%C5%9Eiir_%C4%B0kindileri">http://tr.wikipedia.org/wiki/Salihli_%C5%9Eiir_%C4%B0kindileri</a> . Buradan da görebileceğiniz üzere, nice büyük isimler geldi geçti. Yıllar evvelden bir ikisine şahit olmuşluğum var. Benim aklımda kalan Şiir İkindileri, yıllar evvelindeki haliyleydi. Tadı damağımda kalan etkinlikler oldu. Önceleri fazlasıyla güzel bir etkinlikti bu Şiir İkindileri. Ve en güzel tarafı da, aralıksız bir şekilde yıllardır devam etmesi. Ama keşke o şekilde devam ettiğini görmüş olsaydım. Yıllardır aksamadan yapılan böyle güzel bir etkinlik, nasıl ayaklar altına alınabilir uzun yıllardan sonra tekrardan katıldığımda gördüm. <br />
<br />
Bilmiyorum, çok büyük bir beklenti içerisine girmek gerekir mi böyle zamanlarda. Günlerdir kendime sorup duruyorum. Nice umutlarla gidip de, tamamen hayal kırıklıklarıyla döndüğüm bir etkinlik oldu. "<b>Şiir</b>" adını taşıyan bir etkinlikte, "<b>şiir</b>" namına hiçbir şeyin geçmemesi gerçekten üzücüydü. 8 tane şair vardı (bunların arasından bir tanesini ayırıyorum, onu dinlemek için de gitmiştik). Dionysos Şiir Ödülü'nü alan <b>Nihat Behram</b> ve Dionysos Sanata Emek Ödülü'nü alan <b>Rutkay Aziz</b> de vardı. İzmir'den, Manisa'dan otobüsler kaldırılarak insanların geldiği bir etkinlik bu. Belediye şehir tiyatrosu salonu hınca hınç dolu. İnsanlar şiir dinlemek için gelmişler. Ama koskoca salonda, şiirden çok "<b>şair</b>" vardı. Bizim ülkede böyle, "<b>şiirden çok şair</b>" barındıran bir memleketiz. 8 amatör şair üzerinde pek durmayacağım. Etkinlik öncesinde bize dağıtılan kitapta, şiirleri mevcut hepsinin. Şiir demeye bile dilim varmıyor. Özel şiir ödülünü alan Nihat Behram'a ise, söyleyecek bir şey bulamıyorum. Koca salonun, Nihat Behram şiirinin ne gibi tatlar aldığı hala kafamı kurcalıyor. Etkinlik arasında, o 20 dakikalık arada birkaç insanla konuştum. Nihat Behram'ı öve öve bitiremediler. Anlattıkça anlattılar "yok efendim, günlük konuşma dilini öyle güzel kullanıyor ki, güzelim şiirler yazıyor, şöyle yapıyor böyle yapıyor vs". Cevabım sadece şuydu;<br />
<br />
"Peki, ama lütfen şuna cevap verin, bu şiirlerde imge nerede? Yaratılmaya çalışılan (ve haliyle başarılamayan) <b>ÜSTDİL</b> nerede?" <br />
<br />
Kimse cevap veremedi. Tam tamına 4 saatlik bir işkenceye maruz kaldık Negatif Bey'le beraber. Benim anladığım tek şey, salonu dolduran insanların şiir dinlemek istemekten çok, "propaganda izlemeye" gelmiş olmalarıydı. Şu hayatımda en nefret ettiğim tek şey, politika, siyaset. Ve bu kımıl zararlısı şeylerin "edebiyat, şiir" gibi güzelim şeylere girmesinden, insanların zorla, bunları şiire edebiyata katmaya çalışmalarından ölesiye nefret ediyorum ki. Bunlar katıldığı zaman, yapılan, ortaya konan ürün "edebi bir eser"den öte, tamamen propaganda amaçlı bir ürün oluyor. Sağı-solu-dincisi alayı için söylüyorum bunu. Ve koca 4 saat boyunca şiirden çok, alt-alta sıralanmış devrik cümleler, imgesiz dizeler, ruhsuz, yüksek bir kürsüden aşağıdaki insanlara, kürsüye yumruk vura vura "yapmayacaksın!!!, yapacaksın!!!" türünde emirler yağdıran, bağıran çağıran saçmalıklar dinledik. Bu etkinliğe "<b>İlhan Berk</b>" gibi bir ŞAİR geldi vefat etmeden önce. Hiç mi utanmaz insan şiir/şair seçerken? Ben her zaman, şiirle ilgili konuştuğum zaman söylediğim şey şudur;<br />
<br />
"Bu ülkede, şiir denilen şey, <b>İkinci Yeniciler</b> ve son zamanda da <b>İsmet Özel</b>'dir!"<br />
<br />
Şiirde modernizm denilen şeyi yakalayabilmiş olan <b>İkinci Yeniciler</b>'dir. <b>Yahya Kemal</b> ile başlayan süreç, zannedildiğinin aksine <b>Garipçiler</b>'le değil, İkinci Yeniciler'le yakalanabilmiştir. Arada <b>Nazım Hikmet</b>'i hatırlatmakta fayda var ama onun da etkisi Yahya Kemal'in açıp çok az araladığı kapıyı birazcık açmaktan öteye gidememiştir, Garipçiler de biraz ötelemişse de tam başarıya ulaşamamış ve İkinci Yeniciler gelip noktayı koyarak Türk Şiiri'ni Modernist bir çizgiye tam anlamıyla taşımışlardır. İkinci Yenicilere zamanında savaş açan <b>Attila İlhan</b> ve her ne kadar sevmesem de, Yeraltı Şiirinin gözümde tek neferi olan <b>Küçük İskender</b>'i de burada anmakta fayda var. Bu adamlar Türk Şiirini işleyen <b>ŞAİRLER</b>. Bu şairlerin ortak noktaları şu ki hepsi, "gelenek"i bir şekilde özümsemişlerdir. Gelenekten kastım, "<b>DİVAN ŞİİRİ</b>". Moderni yakalamanın yolu, <b>GELENEKTEN</b> geçer. Hani birçoğumuzun burun kıvırdığı o Divan Edebiyatı, bu ülkede şair olmanın, en önemli basamağıdır. Elbette ki, bu divan şiiri tarzında yazmak değil. Divan şiirini hakkıyla okuyup bilgi birikim sağlamak. Divan Şiirine baktığımızda gerçekten de, dipsiz bir okyanustur imge konusunda. Özellikle Modernizmi yakalayan, İkinci Yeniciler'in hepsi Divan Edebiyatını hakkıyla özümsemiş insanlardır. <b>Turgut Uyar</b>'ın <b>Divan</b>'ınını burada özellikle belirtmekte fayda var. Türk Şiiri ve Modernizm konusunda bu ülkede yazılmış en sağlam kitap olarak <b>Hasan Bülent Kahraman - Türk Şiiri - Modernizm - Şiir</b> adlı kitabına iyice bakmakta fayda var. Ve tabi ki benim için, 80 sonrası en önemli şair olan <b>İsmet Özel</b> ise bambaşka boyutlara taşımıştır şiirimizi. Beğenen beğenmeyen herkes için söylüyorum. İsmet Özel'in kişiliği her nedense herkes tarafından sevilmese de (evet benim de ara ara ne diyor bu adam yahu! dediğim oluyor), İsmet Özel şiiri bundan yüzlerce sene sonrasında kalabilecek nadir şiirler arasında olacaktır. Onun dışında, günümüzde şairim diye ortalıkta dolanan, şiir yazan ama şiir konusunda "<b>teorik bilgi</b>" eksikliğinin altında ezilmekten dümdüz olan ama bu dümdüzeliğinin farkında olmayan nice insan var ki. Bir de bunlara çanak tutup pohpohlayan kesim var. Onların durumu daha vahim. Ben hiçbir şekilde, amatör şekilde şiirle uğraşıp kendi halinde bir şeyler yazmaya çalışanlara bir şey diyemiyorum. O bambaşka bir durum. Benim en çok kızdığım durum, henüz "şiir" nedir tam olarak kavrayamayan, sözcük sıralama becerisi olup da teorik bilgi anlamında yerlerde sürünen insanların, bu şekilde sahnelere çıkıp da, iki üç şiirini okuduktan sonra evet ben şu kadardır şiir yazıyorum vs demesi ve insanların bunları alkışlaması. <br />
<br />
Yalan yok, her Türk genci gibi, benim de arada karaladığım şeyler oldu. Şey diyorum, çünkü onların başka adlandırması yok. Zamanında akla gelen birkaç sözcüğün alt alta sıralanmasından ibaret şeylerdi. Ara ara çevremden birkaç kişi de okudu beğendi çok güzelmiş dedi. Çok sevinmiştim, birazcık da umut doluydum ama, ne zaman ki tam anlamıyla şiiri anlamaya başladım. O koca yüksek duvarlar misali işin teorik boyutları yüzüme çarpınca ve büyük şairlerin şiirlerini "tam anlamıyla okuma"ya başlayınca, umudumu anında kendi ellerimle tükettim. Şair olmak, şiir yazmak başlı başına bilgi-birikim ve beceri işiydi. Şu saatten sonra da, şiir konusunda herhangi bir çabam olmaz. Bunun yerine de, şiir gibi çok ciddi bir konuda söylenmeyenleri dile getirmekte ısrarcıyım. Özellikle, sözcükleri alt alta dizmeyi şiir yazmak olarak gören insanlara aslında en büyük zararı veren pohpohlayıcılara karşı. Çok önceleri, Abuk Bir Günün Negatif Tutanakları adlı blogumuzda Negatif Bey'le gizlice başlattığımız bu kalem savaşını gerçek meydanlara taşımaya karar verdim. Bundan sonra, <b>şiirimsiler</b> ve <b>şairimsiler</b> karşısında susmak yok. <br />
<br />
Günlerdir, katılmaktan bin bir pişmanlık duyduğum şiir ikindileri yüzünden perişan haldeyim. Kendi kendime kahroluyorum. Kahroluyoruz. Bir de işin en acıklı tarafı da, Şiir İkindileri'ne katılan şairlerin toptan Kars'lı olması. Şiir İkindileri'ni düzenlenmesinden sorumlu şahsın da Karslı olmasını öğrenince işin vahim tarafı su yüzüne çıkıyor. Karslı olmaya değil bu söylediklerim. Türkiye'nin dört bir tarafında düzenlenen böyle etkinliklerde/ödüllerde "al gülüm, ver gülüm" ilişkisi. Ahbaplık ilişkisi, çıkar ilişkisi, "aynı şeyin şeyiyiz" ilişkisi yüzünden şiir, hikaye, roman denilen ürünlerimiz yerlerde sürükleniyor. Ortadaki üründen çok, "bizim kafadanlık" devreye girince, o düzenlenen etkinliğin/ödülün hangi ciddi bir tarafından bahsedelim?? Nihat Behram'a tekrardan dönersek, 5-6 tane şiirini okudu. Sayısını hatırlamıyorum. Çünkü şiirini dinleyemedim. Nazım Hikmet gibi yumruğunu kürsüye vururmuşçasına söylenmeye çalışılan düşünceler, bağırırcasına, haykırırcasına söylem çabaları, imgeden, derinlikten yoksun alt alta sıralanmış devrik cümleler, akla o anda gelmiş havası yaratan ve olduğu gibi bırakılan sıralı sözcükler ve tabi şiire yoğun bir şekilde katılan siyaset. Çok güzel çabalar fakat Nazım Hikmet'in ucundan kıyısından bile geçemeyen şiirimsiler. Nazım Hikmet'in birkaç şiiri dışında çok sevmesem de, şiirlerinde öyle bir dil kullanıyor ki, şiirine katmak istediği siyaseti öyle güzelce yediriyor ki şiirine hakkını veririm her zaman. Çok ayrı bir yerdedir dediğim gibi sevmesem de. Ama Nihat Behram? Öncüllerini taklitten öteye gidemeyen şiirimsileriyle, haykırmaları ve şiirimsilerini okurkenki <b>ekstaz halleri</b> yordu bizi. Ve bir de ödül aldı. Hayırlı uğurlu olsun. Hayrını görsün. Bizim ülkenin gerçeği böyle işte, edebiyat ödülleri bile "aynı kafadanlık" üzerine veriliyor. Gözlerimizle de gördük etkinlik arasındaki o 20 dakika içerisinde. İnsanların çoğu Nihat Behram'ın şairliğinden çok "<b>çok iyi solculuğu</b>" üzerine övgüler dizdi. Başka tarafa gidin başka bir ödül de "<b>çok iyi milliyetçi</b>" veya "<b>çok iyi bir dindar</b>" olmak üzerine verilir. Bunun dışında, ortaya konulan "ürün"lere kimse bakmaya tenezzül etmez. Oysa baktığınızda nice solcu, sağcı, kemalist, dindar vs şair vardır ki çoğu kesim tarafından dışlanan. Bak yazdıkça bunaldım yine, darlandım çok. Böyle sağdan soldan önden arkadan geliyorlar bana....<br />
<br />
Bu kadar laf kalabalığının özü şudur ki, benim bu bomboşlukluğumdan kurtulma zamanım gelmiş de geçiyor bile. 6 aydır öyle bir haldeyim ki, sevgilim artık beni "<b>Oblomov Salihli Şubesi</b>" diye çağırıyor. Bir Oblomov olmanın dayanılmaz ağırlığı altında ezilebilecek kadar da değerli bir insan değilim oysa ki. Evet, bu vakit silkinmenin vaktidir. Oblomov'luktan sıkıldım. Ciddi anlamda sıkıldım. Şöyle içimdekileri döktüm, arındım paklandım. Bu şiir mevzusu mahvetti beni. <br />
<br />
Artık, okuyayım, yazayım, bir şeyler yapayım istiyorum. Çok istiyorum. Delicesine istiyorum. Bomboş şeylerle vakit öldürmekten çok sıkıldım. Ve beni, <b>Sineklerin Tanrısı</b> bekler. Çocuklar hiç de masum değildir konulu düşüncelere dalıp gideyim. Aslında bundan da bahsetmek istiyordum ben. Küçük çocuklara, bebeklere bakınca, olanca masumluklarına kıyamıyor insan. Nasıl kıyabilir bir insan bunlara, nasıl vurabilir, nasıl üzebilir diye düşünüyorum. Sonra da, büyüdüklerinde, bugünkü canavarlardan hiçbir farklarının olmayacağını düşünüyorum. Çünkü etraflarında hep canavarlar var. Nasıl etkilenip özelliklerini almasınlar? Onlara "hayatı, güzellikleri, iyileri, doğruları, edebiyatı, şiiri, insanlığı" öğretecek olan bugünkü insanlar çok mu doğru yaşıyorlar? Çok mu doğru şekilde aktaracaklar "şiirleri" çocuklara? Hiç umudum yok. Ama en azından, aralara girip, "şiir nedir" diye öğreterek başlayabilirim/başlayabiliriz....<br />
<br />
Bitirmeden, 27 yaş üzerine çok düşünüyorum bu günlerde. 27 yaşında ölüp giden insanları. Bu 27'de cidden bir sorun var. Ben de adım adım yaklaşmaktayım ve cidden dünya olduğundan çok daha pis bir yer haline gelmeye başladı gözümde. 27'ye kadar neler olur bilemiyorum. Ama, tutup da pisliğinden içinden kendimi çekip alacak değilim. Pisliğin içinden kurtarabildiklerimi, gelecekteki çocukları kurtarabilmeyi diliyorum sadece...abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-77797276997153215442011-11-15T17:22:00.003+02:002011-11-16T14:08:31.477+02:00İki Şarkı ve Kış Depresyonları Arasındaki KorelasyonBu <b>"Katotonia"</b> denilen müzik grubu nedir, ne değildir, neler yapar, neden sevilir, neden yıllardır bıkmadan usanmadan dinlenegelmiştir bu abuk insanı tarafından vs? sorularının cevabını uzun uzun anlatırım ben burada. Ama yazacaklarımın hiçbirisi adı geçen grubun yapmış olduğu iki şarkının verebileceği hisleri veremez. O yüzden ben hemen şarkılara geçeyim. Malum, <b>Game of Thrones</b>'deki <b>"Winter is coming"</b> özdeyişi misali kara kışlara girmiş bulunmaktayız. Zaman, bunalım zamanı. Öyle bahar aylarındaki gibi gevşeyen büzük yayları falan yok. Burada <b>Kral FM</b>'in rastgeldiğimde kulağıma çalınan bir reklamı vardı onu da yazayım hemen; <b>"Krala selam, damara devam"</b> (olm ne zannediyorsunuz siz? zamanında gizli gizli kral fm dinliyordum ben nıhahaha. şaka lan şaka, Samsun'dayken minibüsle okula giderken, her minübüste Kral FM açıktı, okula giderken dinlediğim şarkılar beynime kazındı çıkmıyor hala, öyle anlatayım) Hey gidinin...Neyse şimdi hiç arabesk ve doom metal metal müzikleri arasındaki benzerliklerden falan bahsetmeyeyim hiç. Yoksa çıkamayacağım işin içinden. Uykusuzum, uyumamak için götümü yırtar vaziyetteyim. <b>Katatonia</b> dinleyip de daha da vahim hale getiriyorum durumumu anlayın siz. Ama ne yapayım ya? Koskoca 4 sene, haftanın 4-5 günü kapalı/yağışlı havası olan bir memlekette geçirince insan ister istemez depresif hallet-i ruhiyeleri içerisinde dolanıp duruyor. Ben ne zaman kapalı hava görsem, canım bir şey yapmak istemez. Hep geçmişin bende bıraktığı tesirdir bunlar. <br />
<br />
Çok uzattım dimi lan? Hayır ben zannediyorum ki, kafayı iyice boşalttım rahatladım, bildiğin vurunca teneke sesi çıkartan kıvama geldim diyorum ama yazdıkça yazdı bu çene lan, yeter gari. Şarkıları koyayım ben gideyim isteyen dinler, şu yaklaşan kara kış gecelerinde <b>farlar şeh(i)r(ler)i becerirken*</b>, yapacak daha önemli işleri olan şanslı kişilerin içinde yaşıyoruz (Ne dedim ben şimdi lan? Cümleden bir bok anlamadım. İbret olsun diye de düzeltmeye çalışmıyorum hiç, o cümlede aslında kimsenin farkına varamayacağı gizli anlamlar, imgeler var, yerseniz tabi.). Neyse ben teneke kıvamına gelen kafamı alıp gideyim. <br />
<br />
*Efendim bu işaret koyduğumuz cümle aşağıdaki "<b>Deadhouse"</b> adlı şarkının bir dizesinde geçen sözlerden alıntıdır yanlış anlamayınız.<br />
<br />
Aşağıdaki iki şarkı dikkatlice, güzelce belki defalarca dinlenmelidir. Aslında birkaç tane, dinlemekten bıkmadığım şarkıyı da alacaktım ama gereksiz boş yer kaplamasın diye vazgeçtim. Onun yerine de, <b>"Deadhouse"</b> ve <b>"I am nothing"</b> adlı güzide parçalara yer verdim. Bugün bu ikisini nedense defalarca dinleye dinleye bir hal oldum. Tarihe not düşülsün diye yazıyorum bunları aklınıza yanlış şeyler gelmesin. Ve böylece çağrışımlar yumağı halinde bir o yana bir bu yana, Katatonia ile başlayıp, Game of Thrones'eye uğrayan ve ucundan kıyısından da Kral FM'e uğrayan bir yazının sonuna geldik. Kaptanın seyir defteri vs.<br />
<br />
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="http://www.youtube.com/embed/4x2sch-_FuM" width="420"></iframe><br />
<br />
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="http://www.youtube.com/embed/9wKYYy-Cyng" width="420"></iframe>abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-72504372876072743942011-11-01T19:00:00.002+02:002011-11-01T19:07:27.192+02:00Asafated - Tout va Bien<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="http://www.youtube.com/embed/eZryIQKmebM" width="420"></iframe><br />
<br />
<br />
Yıllardır dinlemekten bıkılmayanlardan.abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-7152032156078852715.post-21483521803889784172011-10-25T01:08:00.003+03:002011-10-25T01:12:52.557+03:00Kağıt Gibi Yıkılan Evler.İki haftayı geçkin bir süredir yokum. Şu son birkaç gündür de, ne televizyon izleyesim ne de internete giresim var. Kazara gözüm ilişse birkaç saniyelik görüntü ya da ses beni yerden yere vurmaya yetiyor ya da midemi ayağa kaldırmaya.<br />
<br />
Oysa iki hafta önce, yaşadıklarım, şahit olduklarımı gelip güzelce anlatmayı düşünüyordum. Yine bir yağmur altında, anahtarsız, parasız, cep telefonsuz yetişmeye çalışılan bir ÜDS atlattım. Tabi sınava yetişmeden önce, İzmir'de delicesine yağan yağmura bakıp da, şemsiye alsam mı almasam mı çelişkisi de var yoğun şekilde yaşadığım. Alt tarafı şemsiye diye düşünüyor insan, niye çelişkiye düşüyorsun ki diye gelebilir insanın aklına. Ama kazın ayağı öyle değil, sağolsun ÖSYM, yaptığı sınavlara girişte hiçbir eşyaya izin vermediği için, sağanak yağmurda bile insan şemsiye almaya korkuyor yanına. Bu çelişki sonrasında, ıslanıp tam 3 saat boyunca ıslak ıslak sınavda oturmaktansa, yanıma şemsiye alıp öyle çıktım. Kapıda da bıraktım sonu ne olur diye düşünmekten kendimi alamadım haliyle. Şemsiye de arkadaşın, kaybolsa ne hesap vereceksin falan filan. Bu sınav saçmalığını bir şekilde atlattım çok ıslanmadan. Geçen yıllarda nisan ayında Negatif Bey ile beraber girdiğimiz bir ÜDS vardı ki, ikimiz de cımcılık bir şekilde girdik sınava. Sınav çıkışı da artık donumuza kadar ıslandığımızdan, ıslanmamızı umursamadan eve doğru yol aldık. 3 saat boyunca donunuza kadar ıslak bir şekilde sınava girmiş olmayanlarınız varsa, bir tık kadar uzağınızdayım, her türlü deneyimimi paylaşabilirim. <br />
<br />
Sınav sonrası, Pazartesi günü, sevgili sevdicek insanıyla beraber, günler öncesinde planladığımız Biga tatili için buluştuk. Ben asıl bu Biga' ya giderken, Biga'da kaldığımız bir hafta boyunca yaşadıklarımız üzerine bir sürü şey anlatacaktım. 7 saat sürmesi gereken yolun, tam 8.5 saat sürmesi, otobüste başımıza gelenler...Yolda, 2 yolcunun binip, şoförü dolandırıp yarı yolda otobüsten inip kayıplara karışması ve bizim o 2 yolcuyu tam 45 dakika yolun kenarında yağmurda beklememiz (burada hemen bilgi vereyim. Yolda otobüse binen yolcular yol işçileriymiş, inecekleri yerde şantiye ustasının paralarını vereceğini söyleyip binmişler, inip kaçtı adamlar. Sonra ne gelen oldu ne de giden). Otobüste sürekli yer değiştiren yolcular ve yolculara atar yapan şoför...<br />
Bir hafta kaldığımız Biga'da, sevdiceğimin arkadaşının, ev arkadaşları ve arkadaşlarının 1990 ve sonrasında doğan insanlar olması, ve bu nesil üzerine yaptığım <b>mikkemmel</b> gözlemler. Devrin nereden ne hallere geldiği. Sevdiceğimi gecenin bir yarısı hastaneye kaldırmamız, hastane öncesi, hastaneye giderken, hastanede ve sonrasında yaşadıklarımız...Bunların hepsini yazacaktım. En komik ayrıntılarına kadar aklımdaydı hepsi, döndüğümde bir bir yazmayı planlıyordum bunları...Çok güzel bir şekilde bir hafta geçirmiştim oysa ki...<br />
<br />
Geçen hafta pazartesi geri döndüm. Birkaç gün boyunca ağır grip olduğumdan yataktan kalkamaz bir haldeydim. Çarşamba günü kendime geldim biraz. Uyanır uyanmaz 24 şehit haberini duydum. Ölen gencecik insanlar birkaç gün çıkmadı aklımdan. 1984 yılından beri, olan hep bu gencecik insanlara oluyor. Hala da olmaya devam ediyor. Haberlerde özellikle dikkat ediyorum, şehit haberlerinde, şehit ailesinin evini gösteriyor, ne bir villa, ne bir lüks apartman dairesi vs. Ya bir köyde, kasabada, ya da bir şehrin varoş semtlerinde bir ev. Şu yaşıma kadar bir tane bile bunun aksini ispatlayacak bir görüntü görmedim. Şu şehit aile evleri bile sanırım çok fazla şey anlatıyor insanlara, ciddi anlamda bakıp düşündüğünüz zaman. Sonrasında, söylenenler tipik, bildiğimiz şeylerdi yüksek kademelerden. İşin medya boyutundaysa, saçmasapan bir kavga başladı, "yayını durdurdular/durdurmadılar" üzerine. Gencecik 24 insan ölüp gitmiş, bazı kesim hala bunun üzerinden prim derdinde. Sonrasında sağda solda, yazılıp çizilenler...Ne haberlere bakmaya ne de internete girip de ne yazılmış ne çizilmiş demeye tahammül edecek halim yoktu. Hep böyle oldu, bu olay birkaç gün konuşulacak sonra yine eski yaşamına dönecek insanlar. Bunun tarihini hep hatırlamak adına not düşeyim buraya 19 Ekim 2011<br />
<br />
Sonra da, 23 Ekim 2011 tarihinde sabah uyandım, kahvatı yaptım sigaramı içtim derken, öğleden sonra Van Depremi haberiyle yıkıldı ortalık. İki gündür 300'e yakın ölü olduğundan, artacağından bahsediliyor. İki gündür de hiçbir şey yapamadım. Sadece dün bir arkadaşımın düğününe gittim. Bugün de, bir saat kadar haberleri izledim. Neler neler gördüm, nelere şahit oldum o bir saat içinde. İnternete göz attım, şu berbat günlerde bile bazı insanların çıkıp da insanın midesini ayağa kaldıracak şeyleri söylemeye cesaret edebildiklerine şahit olup, yine onlar adına insanlığımdan utandığım bir gün oldu. Neler neler yok ki...Birileri çıkıp "oh oldu, güzel oldu, zamanında askere polise ateş açıp, taş attığınız zamanlar vardı. Şimdi de size ilk yardım eden askerdi, polisti" gibilerinden bir şeyler zırvaladı. Ulan insanlar ölmüş yok yere. Hala neyin derdindesin sen? Bir başka insan demeye bin şahit isteyen yaratık da "gelen yardımlar için teşekkür edip, bu yardımlarda kardeşlik kokusu var, kardeşlik selamı var" diye saçmaladı. Ulan siz yıllardır gözlerinizi, kulaklarınızı kapatıp, o kokulara burnunuzu tıkıyorsunuz da, insanlar arasında hep bir kardeşlik var. Edirne'sinden Ardahan'ına kadar herhangi bir yerde bir doğal felaket olsa akın akın yardım ediyor insanlar, ırkını cinsini ayırmadan. Hala neyin derdindesiniz siz? İnsanlar şu Van'daki deprem olduğu andan itibaren, yazlıklarını, evlerini açıyor açıkta kalanlara. Ölen, yaralanan, belki de hala enkaz altında kalan bir sürü insan var. Dua ediyorum duyduğum ilk andan itibaren, yüreğim sızlayarak takip ediyorum birileri kurtuldu mu acaba diye. Yardım yapan yerleri araştırıyorum saatlerdir.<br />
<br />
Aylar önce, Japonya neler yaşadı. Gelmeyen şeyler kalmadı ülkenin başına. Şimdi de biz yaşıyoruz bir haftadır. Terör belası yıllardır var, ama onun üzerine gelen Van Depremi de felç etti insanları. En berbat tarafı da kışın geliyor olması. Bakıyorum, kağıt gibi yıkılan evler. İnsanlığına tükürme isteği uyanıyor bazılarının, içimde daha da çok. Rahat ediyor musunuz şimdi cidden? Şu ölümüne sebep olduğunuz insanları gördükçe? Zamanında çaldığınız demirin, çimentonun, çeliğin vs'nin tadını çıkarabiliyor musun ağız tadıyla. Her yaşadığımız depremde böyle lanetler olsun. Bizi deprem öldürmüyor, bizi binalar öldürüyor hep. En küçük bir sallantıda yüreğimiz ağzımıza geliyor, hacıyatmaz gibi sallanan binaların içinde. Gidip geliyoruz. Arkadaş hiç mi ders almazsınız! Hiç mi insanlık yok içinizde. Katili olduğunuz insanlar arttıkça nasıl yaşayabiliyorsunuz gönül rahatlığıyla, hiç mi sızlamıyor yüreğiniz. Allah hepinizin belasını versin. Ne diyeyim?<br />
<br />
Hiçbir şey yazmaya halim de yok. Günlerdir ne televizyonu açabiliyorum ne de internete girip bir şeyler okuyabiliyorum. Günlerdir birilerine üzülüyorum, yüreğim parçalanıyor, birilerine de ağız dolusu küfürler ediyorum. Bunlar olurken de, birileri olaylar üzerinden saçmasapan kavgalar etmeye, olmadık şeyleri tartışmaya devam ediyor. Ulan insanlar ölüyor, insanlar. Şu hayattaki temel hak olan "yaşama hakkı"nı kaybediyor insanlar. Katiller yüzünden. Doğrudan ve dolaylı katiller var. Her türlüsünün becerebildiği tek şey insanlığı ayaklar altına almak. Sonrasında yaşanılan şeyler, daha berbat, fazlasıyla mide bulandırıcı. Gördükçe, duydukça her birini gördükçe günlerdir, ne bir şey yazasım, ne birilerine bir şeyler anlatasım, ne de herhangi bir şey yapasım geliyor. Buna sebep olanların Allah hepsinin cezasını versin. Tek diyebildiğim şey bu. Şimdi ben yine gideyim. Günlerce olmayacağım yine.abukhttp://www.blogger.com/profile/14286205271488172641noreply@blogger.com5