Sayfalar

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Boş Zamanlarınızda Kitap Okumayın



Doğu Batı Dergisi'nin verdiği poster odamda asılıdır hala, 22 Ekim 1940 tarihinde bombalanıp, büyük zarar gören Londra'daki Holland House Kütüphanesi'nde çekilmiş bir fotoğrafın üzerinde Boş Zamanlarınızda Kitap Okumayın sloganı yazar. Kim bilir, boş zamanlarımızda kitap okumak gerçekten tehlikelidir, üzerimize bomba bile düşebilir. Bomba yerine Afrika'dan havalanan filler sapır sapır tepemize düşebilir çekirge sürüleri misali. Şaşırmamak lazım. Ama ona rağmen, insanlar kitap okumaktan vazgeçebilirler mi?

Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine

Blogu ilk açtığımda güzel şeyler yazma hevesim vardı. Eğlenceli şeyler yazacaktım. Ama bizim ülkede günden güne öyle olaylar oluyor ki, insan "güzel" şeylere değinemeyecek hale geliyor neredeyse. Şu geçirdiğim bir hafta kabus gibiydi resmen, bir de meydana gelen olaylar üzerine konuşulanları işitince/görünce ne yapacağımı, ne tepki vereceğimi şaşırır hale geldim. Günlerdir birçok şey soruyorum kendime gündemlerle ilgili, insanlarla ilgili, insanların yazdıklarıyla, verdikleri tepkilerle ilgili. Önceden de mi hep böyleydi yoksa son zamanlarda iyice zıvanadan çıktık mı diye bir sürü şey geçiyor kafamdan. En sonunda yoruluyorum, gerçekten yoruldum. Ve tek çözüm olarak da bunlar üzerine düşünmenin gerçekten manasız olduğunu, kendi kendime aklımı fazlasıyla yorduğumu farkettim.

-Şike operasyonu
-13 şehit haberi
-Demokratik özerklik
-Levent Yılmaz'ın Enis Batur eleştirisi; Şavkar Altınel'in Oğuz Atay ve Tutunamayanlar hakkında söyledikleri

İlk üçü hakkında hiçbir yorumda bulunmayacağım, sağolsun insanlarımız "her şey" hakkında anında politik bir duruş sergileyip konular üzerinden siyaset yapma geleneğine sahip olduğu için bize söylenecek bir şey kalmadı. Hoş, benim de söyleyecek isteğim yok. Güzel şeyler yazma isteğimi bile öldürüyor "gerçek dünya".

Ama son madde önemli, Levent Yılmaz'ın eleştirisi hakkında bir şeyler yazmıştım daha öncesinde, söylemek istediklerimin çoğunu da yazamadım ama yeterince düşüncelerimi açıklayabildiğimi düşünüyorum. Şavkar Altınel'e gelince de, lafı uzatıp satırlarca yazacak değilim ama benim üzerinde durduğum Oğuz Atay hakkında düşünceleri;

"
bana göre ‘tutunamayanlar’ bir küçük burjuva krizinin, mühendis olmanın, ‘salon salamanje’lerde yaşamanın, ‘bir kadınla iki çocuğun sorumlu saymanlığı’nı yapmanın hikâyesi. bunda bir sorun yok: bir flaubert bu malzemeden büyük bir roman çıkarabilirdi. ama atay, flaubert değil, çok etkilendiği belli olan modernistlerden biri de değil, her şeyden önce de ‘kendisi’ değil. başkahramanına ‘özben’ soyadını vermiş, ama içimde romanın arkasında elle tutulabilir bir ‘benlik’ olduğu, yazarın anlattıklarını gerçekten görüp yaşadığı duygusu yok. daha çok, bunları bir yerlerden duymuş, öğrenmiş, doğru olanın dünyaya böyle bakmak olduğuna karar vermiş gibi... tezer özlü’nün benzer krizlerden yola çıkarak yazdıklarını otantik bulup severek okumama rağmen atay gözüme sığ ve yapay görünüyor."

Şavkar Altınel, "Erdal Öz Edebiyat Ödülü" sahibi bir yazar ve Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanını "yazarın anlattıklarını gerçekten görüp yaşadığı duygusu yok" diye eleştirmiş. Bir yazar, bir romanı, "bir kurmaca metni" gerçeklik duygusu taşımadığı için eleştiriyor. Ben geçen hafta Levent Yılmaz'ın yazısını okuduktan sonra nasıl güldüysem Şavkar Altınel'in dediklerini okuduktan sonra aynı şekilde güldüm. Şiir, roman, hikaye, tiyatro metni vs. aklınıza gelebilecek bütün edebi eserlerin hepsi "kurmaca metin"dir. Kurmaca olan bir şeyde, gerçeklik aranabilir mi? Aranılırsa da bu "Bovarizm" olmaz mı? Elbette ki kurmaca metinler her ne kadar kurmaca olasalar dahi, gerçeklikten izler taşır. Ama bir kurmaca metin önünde sonunda "kurmacadır", "hayal ürünüdür". Uzun uzun anlatmaktansa, bu şekilde kısacık anlatmak yerinde olur sanırım. Bir yazarın bir metne böyle yaklaşması da çok vahim. Ama tabi ki, Oğuz Atay eleştirisi hakkında bir sürü şeyler yazıldı çizildi, ama Şavkar Altınel'in bu eleştirisinin altında bana göre "adını edebiyat dünyasına" olabildiğince duyurma amacı yatıyor. Bu eleştirisi sayesinde adını bu zamana kadar duymayan insanlar duydu (ben de duymamıştım hiç) ve merak etti insanlar (ben hala merak etmiyorum), ve kitapçıya gittiklerine Şavkar Altınel adlı yazar neler yazmış diye kitaplarını alıp okuyacaklar (daha güzel yazarlar varken Şavkar Altınel'in kitaplarının yanına bile uğramam).Oğuz Atay'ı, Tutunamayanlar'ı sevememiş olması gayet doğal, sonuçta herkes sevecek diye bir kural da yok, bunu dile getirmek de insafsızlık olur.


Bunların dışında edebiyat şu hayatta insana gerçek anlamda nefes aldıran yegane şey. Dünya değişiyor artık, sanal dünya üzerinden haberdar oluyorsunuz her şey hakkında. Twitter'da da karşınıza güzel insanlar çıkıyor. Edebiyat üzerine konuşuyorsunuz, bir şeyler paylaşıyorsunuz, güzel şeyler öğreniyorsunuz. Bir çevirmen adayıyla tanıştık (ki ileri için umutluyuz kendisi hakkında, yapacağı edebî çevirileri zevkle okuyacağız) arkadaşlarıyla beraber ortaya çıkardıkları işleri gösterdi. Çok sevindik, beğendik. İnsanların edebiyatla ilgili böyle ürünleri ortaya koyması güzel, hiç olmazsa şu berbat günlerde sizi mutlu edebilecek güzellikler sunup, bir süreliğine de olsa gerçek dünyanın saçma sapan gündemlerinden kopup kurmaca dünyasının sonsuzluğu içine bırakıyorlar. Merak edenler olabilir, açıp bu güzel çalışmayı okumak isterlerse linkini koyalım hemen;

http://ceviribilim.org/evire/evireceviredigital.pdf


Bütün bunların dışında kurmaca dünyası hakkında birkaç kelam edip öyle bitireyim. Malum o kadar eleştir(eme)me üzerine konuştuk. Çok sevdiğim, aslında karamsarlığıyla hayatımın ortasına oturup kalan Şopi(Schopenhauer)'nin Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine adlı kitabında bahsettiklerini yazayım, içimde dolanıp duran bahsetmek istediklerimi özetleyen nitelikte hepsi;





"...ahmaklar için yazanlar her zaman karşılarında geniş bir dinleyici kitlesi bulurlar; okuma zamanınızı sınırlamaya dikkat edin, ve okumak için ayırdığınız zamanı da münhasıran bütün zamanların ve ülkelerin büyük kafalarının eserlerine tahsis edin, onlar insanlığın geri kalanını yukarıdan seyrederler, şöhretleri onları zaten bu hüviyetiyle tanıtır. Okunması halinde sadece bunlar gerçekten bir şeyler öğretir ve insanı eğitir." (s. 43)

"...kötü kitaplar zihin için zehir mesabesindedir, aklı harap ederler." (s. 43)

"En son yazılmış olanın her zaman en doğrusu; daha sonra yazılmış olanın daha önce yazılmış olana göre her bakımdan bir terakki olduğunu; ve her değişimin daima bir ilerleme ve gelişme anlamına geldiğini düşünmekten daha büyük bir yanlışlık tasavvur edilemez." (s. 59) (açıkçası en sevdiğim kısımlarından bir tanesi)

"Toplumda her köşe başında rastladığımız ahmak, beyinsiz insanlara karşı zorunlu olarak gösterilen hoşgörünün edebiyatı da içine alacak şekilde genişletilmesi kesinlikle yanlıştır. Edebiyatta böyle kimseler davet edilmedikleri yere izinsiz giren küstahlar ve ukelalardır, ve burada kötü olana fırsat vermemek iyi olan için bir ödevdir, çünki kötü olanı göremeyen kimse iyi olanı da göremez. Genel olarak ifade etmek gerekirse kökünü toplumsal ilişkilerde bulan nezaket edebiyatta yabancı ve çoğu kez oldukça zararlı bir unsurdur, çünki o kötüye iyi denilmesini talep eder, dolayısıyla bilim ve sanatın hedeflerinin doğrudan hasmıdır." (s. 72)



Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine bir yazı olmadı biliyorum ama, bundan sonra daha güzel şeyler yazacağım. Daha önce istediğim gibi. Her ne kadar şu günlük meydana gelen olaylar insanda hal bırakmasa da, güzel hissetmek lazım, güzel şeyler yapmak lazım. Yoksa gerçekten şu hayatın çekilecek başka hiçbir tarafı yok.


Not: Güzel şeyler yazacağım deyip de hayatı olumsuzlayan Şopi'den alıntılar yapmam da çok güzel olmuş, nasıl bir çelişki dünyasında yaşıyorum ben? Alın size örnek :)

14 Temmuz 2011 Perşembe

Abuk Bir Günün Negatif Tutanakları

Çok değil, bundan birkaç yıl evvel çok sevdiğim bir insan olan Kaan (Negatif) insanıyla, Tutunamayanlar'dan esinlenerek bir araya geldiğimizde Turgut ve Selim gibi buluşmalarımızın "tutanaklarını" tutalım dedik. Aslında çok güzel bir fikirdi, hatta eğlendik bile tutarken. Sonra üzerinden zaman geçti, tuttuğumuz tutanaklar unutuldu gitti, derken bir gün odamı toparlarken tutanakları yazdığımız kağıtları buldum evde, tekrar tekrar okudum hepsini. Geçmiş günleri kaydetmek fazlasıyla güzel bir şeymiş, hele ki en sevdiğin insanla beraberken. Okurken çok eğlendim, eski günleri hatırladım.

En çok üzüldüğüm şey ise, topu topu iki tutanak tutmamızdı. Devamını nedense getirmemişiz. Keşke devam ettirip birçok tutanak tutsaymışız. Ama belli mi olur, şimdilik eski günlere ait iki tutanak var daha sonraki günleri tutmaya devam edip çoğaltabiliriz bunları.

Lafı fazla uzatmadan, bundan üç yıl öncesine ait bize ait buluşma tutanaklarımızı yazayım buraya umarım sıkılmadan okur insanlar; iki uzun tutanak;



19/11/2008 Çarşamba Saat: 16:56,5
Yer: Deniz'in Ezgisi - Ufo'nun Altındaki Masa

-Abuk Bir Günün Negatif Tutanağı-


İşbu tutanak Abuk bir şahsiyet olan Emrah ile Negatif düşünceler içinde debelenen Kaan adlı kişilerin günlük olağan edebî, fikrî ve gereksiz tartışmalarına tanık olsun diye tutulmaya başlanmıştır. Bu fikir Emrah'ın iki gün önce Manisa'dan Salihli'ye trenle gelirken kafasında belirdi. Bu fikri Kaan'la paylaşınca "tamam ulan yapalım" denildi ve ilk adım olarak da bu ilk tutanak tutuldu. Bu tutanak tutma fikrinin babası Oğuz Atay'dır. Oğuz Atay'la ilgili düşüncelerimizi daha sonraki tutanaklarda genişçe ele alacağımızdan şimdilik o kısmı boş bırakıyoruz. Bu tutanaklarda bir giriş bölümü olup günün anlam ve önemi belirtilip etraflıca özet yapılacaktır. İkinci kısımda da günün içinde tartışılan konular maddeler halinde alt alta sıralanacaklardır (Şu anda Ferhat Göçer Hasta ve Yasta şarkısı çalmakta. Ortak görüşümüz Ferhat'ın şarkıcılığı bırakıp doktorluğa geri dönmesi yönündedir). Üçüncü bölümde ise Emrah'ın ve Kaan'ın tartışılan konularla ilgili ya da tamamen konulardan bağımsız dağınık düşünceleri olacaktır.

BÖLÜM I

Günün Anlam ve Önemi:

Uzun zamandır uykusuzluğuyla cebelleşen Kaan insanıyla, sorumsuzluğunun kurbanı olup duran Emrah insanı için bir dönüm noktası olması umulan bu günde, maalesef ki, sağanak yağmura yenik düşülmüş, yağmura karşı alınan önlemler başarısız olmuş, şemsiye tedarik edildiği halde kullanılamamıştır. Fakat bunlar iki kahramanımız için pek de önemli değil. Onlar makus talihlerinin gidişatının önüne geçebilmek adına ahanda bu önemli tutanağı tutmak gibi mühim konulara el atmak suretiyle az da olsa Salihli'deki (Salli'deki) bu bombo(ş) hayatı anlamlandırmaya çalıştılar (Bunun ilk tutanak olmasından dolayı yer yer tutarsızlıklar olacağını adları gibi bilen bu müzmin delikanlılar sözü fazla uzatmadan diğer bölüme geçmek istediler).

Yağmurlu bir gün olması sebebiyle halledilecek işlerinin pek azı başarılabilmiştir. Kütüphane-telefon-marangoz üçlüsünden sadece kütüphane kısmına gidilebilmiştir. Emrah'ın sorumsuzluğuna dair pek bir şey değişmese de Kaan uykusuzluğuna derin bir darbe vurmuştur. Bunlar gidişata bir dur demek için yapılan ilk girişimlerdi (Bozuk Türkçe'nin ve dandik metin yapısının kusura bakılmaması insanlık adına gereklidir).

==>; Burada tarçın molası verilmiştir.

BÖLÜM II

Tartışma Konuları:


1. Dün gece paylaşılan filmler tartışıldı (Wall-E, March of the Penguins). Wall-E filmi bir animasyon olup fazlasıyla tatlı bir filmdir. Bir robota bu kadar duygu yüklenebilirdi ancak. Eve (Wall-E'nin deyimiyle Eva)' e hasta olmadık değil. Diğer film, İmparator Penguenler üzerine bir belgesel olup bizi görsel şölene boğmasının yanında İmparator Penguenler hakkında güzel bilgiler sundu (Tutanağımız bu arada Ali Ağabey tarafından tarçın dökülmekle tehdit edildi).

2. Gelincik adlı lanet filmin konusu bahsolunmuştur. Ruhlara zarar bir filmdir, uzak durulması tavsiye edilir.

3. Kaan annesiyle kısa süreliğine "çarşı mı, pazar mı?" tartışması yaşayıp, ortalığı germiştir. Sonuç alınamadan da ev terkedilmiştir.

4. Sahi kar neden yağar? Bu soru önemli, cevap bulmak lazım buna (Kaan'ın zorlamasıyla önemli sözcüğünden sonra virgül konuLmuştur)!

5. Tutanağın başındaki saat konusunda da ufak çaplı tartışma yaşandı. Saatin biri 16:56 diğeri de 16:57 idi. Sonunda aritmetik ortalaması alındı ve 56,5'te karar kılındı. Bu tartışma da böylece tatlıya bağlandı.

6. Cem Mumcu'nun ne kadar dandik bir hikayeci olduğu ve Tuna Kiremitçi denilen ne olduğu belirsiz (yazar/müzisyen/editör/süper sevgili/koca/ya da hiçbiri, ileride Hülya Avşar gibi tenis kortlarında görmek istediğimiz bir kişi vs.) bir adamın bile ondan daha iyi olduğu tartışıldı. Okuyanus yayınlarından bir daha kitap alınmamasına karar verildi.

7. Tartışma programları neden misafirliğe gidilirmiş gibi yapılır? sorusuna cevap arandı. Pelin Batu'nun Kısa Devre programında Mazhar Alanson'un laf giydirmeleri güzel bir şekilde anıldı. Pelin Batu'nun programdaki işlevi tartışıldı.

8. İlk tutanak olması sebebiyle tartışma konularının kısa tutulması yönünde karar alındı.

BÖLÜM III

Sonuç:


Emrah: "Şahsi kanaatim, bu tutanağın bize faydası olacağı kesindir. İleride, örneğin biz çoluk çocuğa karışıp yaşam kavgası verirken bunları okuyup az da olsa bizi gülümsetecektir. Daha da ileri gidersem, bu tutanaklar bu çağın altın bir anahtarı bile olabilir. Önemli olan bunları okuyanın bu anahtara uygun kilidi bulabilmesidir. Gerisi ipin ucundan sonraki kısımlarıdır. Burada ipin ucu da önemlidir. Uçları fazla kaçırmayalım ama, ne olur ne olmaz. Yanlış yargılara bile varabiliriz. Şu anda şiddetli öksürüyor olsam bile umursamıyorum bunu. Üzerine sigara üzerine sigara içiyorum, çivi çiviyi söker mantığıyla (Sübyancılık kötü bir şeydir). Bu fikir sonucu ortaya çıkan bu tutanağın devamının gelmesini umuyorum, yoksa buradaki hayat çekilmez. Yukarıdaki maddelerin kronolojiye göre gitmemesi, dağınık bir şekilde sıralanması doğaldır. Çünkü benim ve Kaan'ın kafası normal zaman akışına göre şekil alsaydı, ikimizin de hali harap olurdu. Neyse, son sözüm güzel bir başlangıç, devamını bekliyorum dört gözle...(kib, bye, pls,muck vs)"

Kaan: "Bu tutanağa istinad olmuş hususlar hakkında elbette söylenecek çok söz var. Günlerin getirdikleri (ve götürdükleri çoğunlukla) hakkında konuşabiliyor olmaK, özellikle böyle eğlenceli bir tutanakta ayrıntıları görebilmek açısından oldukça faydalı. Günlerin solmaya başladığı şu mevsimde hayatımızı renklendirecek şeylere ihtiyacımız olduğu kesindi. Belki farkında olmadan rengimizi paylaşarak bulabileceğimizi düşünmüşüzdür.

Günleri bu ve daha sonraki tutanaklarda seyredebilecek olmamızı (yıllar sonra bile) düşününce anılarımızın hayatımızdaki önemini bir keZ daha anlıyorum. Bugünü yaşadık iyisiyle, kötüsüyle diyebilmek ve bugünümüze gelecekten bakabilmek için bu yaşadıklarımız oldukça önemli. Her bir sözümüz bizden bir parçayı bilmediğimiz günlere taşıyacak. Belki bir gün birileri yazdıklarımızı görüp bunlara gülecek ya da bunlara önemli belgeler (?) diyecek, belki bir gün önemli olacağız birileri için ya da çok ünlü olacağız. Belki de zengin oluruz, belki üstümüzden bir kuş geçer. Bilemeyiz şimdiden. Bildiklerim bugün yaşadıklarımla sınırlı.

Bu tutanakta önemli gördüklerimize yer vermeye çalıştık. Tabi Cemal Süreya'nın 999. Gün - Üstü Kalsın adlı kitabındaki ters sayfalardan bahsetmeyi unuttuk. Halbuki bu yaşamsal bir öneme sahipti. Olsun. İleriki tutanaklarımızda bunlara daha çok dikkat ederiz.

Son olarak bize bu tutanağı tutma fikrini veren büyük üstad, canımız Oğuz'cuğum Atay'ı anmak isterim. Ruhu şâd olsun...



-------------------------------------------------------


22/10/2008 Cumartesi Saat: 18:41
Yer: Espresso Cafe - Yine Ufo Altı Bir Masa :)


Giriş:

Dün için bir tutanak tutamadığımız için üzgünüz. Çeşitli sebepleri olmakla beraber bu konuyu niye esgeçtik bilmiyoruz. Neyse o kadar da önemli değil. Bugün bunu elimizden geldiğince telafi etmeye çalışacağız.

Günün Anlam Ve Önemi:

Emrah: Salihli'de sonbaharın yerini kışa bırakmaya başladığı günlerden bir gün. Lodos şiddetlice esiyor. Arada elektrik kesintileri olmakta ve arada yağmur çiselemekte. Bunlar psikolojimizin üzerinde etkiler bırakıyor haliyle. Bir şeyler yapmaya can atamıyoruz önceki günler gibi. Hala hastayım ama öksürük yavaşça azalıyor gibi. Tüm bu olumsuz hava koşullarına rağmen umudumuz fazlasıyla yeşerik. Örneğin az önce çıkar umuduyla sayısal loto bile oynadık (köpeğin duası tutsa gökten kemik yağardı). Bir sürü yapacak iş var. Ödevler var. Neyse olur hepsi, buna da şükür. Fazla uzatmadan Negatif Bey' e bağlanalım, güzel tutanaklar falan. Bunu söylemeyi çok istiyorum; "Hayat ne güzel vapurlar falan..."

Kaan: Dünün tutanağı için üzüldük dedik ama es geçtik demedik. Kaçırılmış bir günü böylece bir kez daha kaçıramayız. İçimi dökeyim dedim. Tutanak, gittikçe günceye benziyorsun. Biliyorsun dimi?

Bugün önemli benim açımdan. Son bir hafta uykuyla aramdaki anlaşmazlıkları çözmekle uğraştım. Bugün uykusuzluğu alt ettim. Daha mutluyum şimdi.

Sabahtan beri bugün ne güzel bir gün deyip duruyorum. Emrah Bey bu havaları pek sevmese de ben böyle havalarda yaşadığımı hissediyorum. Genel ruh halimden olsa gerek. Taptaze bir sabaha uyandım. Bu sabah (dün gece demeyi de isterdim) dağlarda dolaştım. Evde yok muydum? Birazım hep evveldir benim. Bir yerde olmamak nasıl bir şey. Aslında o kadar yerde yokuz ki varolduğumuzu sandığımız yerlerde bile olamıyoruz bu yüzden.

Her şeyden ötede bir yer var bizim için. Sürekli durduğumuz bir yer. Olduğumuz ama her zaman farkına varamadığımız bir yer. Burası dediğimizde bir burada'mız da oluyor ya bunları yazdıran da orada olmamız aslında (Silgimiz yok, o yüzden saçmalasam da silmiyorum, ben böyle seviyorum) (Bu abuk (Abuk) insanın kalemini bir türlü sevemedim) (Ayraçları seviyorum çünkü asıl söylemek istediklerimi onların arasına saklıyorum galiba).

Rüzgarı ve yağmuru seviyorum. Havanın kararmasını da...
Başkaca bir şey yazmayacağım.

BÖLÜM II

Tartışılan Konular:


1) Dün niye tutanak tutmadık? Geçiştirilmemesi yönünde karar aldık. Böyle bir şeye kalkıştıysak eğer devamını getirmemiz lazım ve elimizden geldiğince beraber geçirilen güne tanıklık eden yazıları çıkarmalıyız. Bu yaptıklarımız tarih işçiliği içine girse de biz öyle görmüyoruz. Yaşadıklarımızı yazıya geçirirken düşünüyoruz aynı zamanda.

2) İkimizden birisinin mutlaka geç kalması tartışıldı. Gerçi son zamanlarda geç kalan taraf Emrah olsa da, başlarda Kaan kalıyordu. Emrah'ın evinde inşaat olması yüzünden buluşmaya beş kala son dakika iş çıkmasından kelli geç kalıyor. Kutsal ışıklarda buluşmaya geç kalınmaz. Işıklar beklemez. Neme lazım, birden kırmızıdan yeşile dönebilir.

3) Emrah'ın Hasan Ali Toptaş' a Facebook' tan mesaj atması ve Hasan Ali Toptaş'ın Emrah'a yazdığı cevap üzerine konuşuldu. Kaan ortaya "Ulaşabildiğimiz kadar yazar, şaire ulaşmalıyız" düşüncesini attı. Bu konu üzerine yoğun çalışmalar içine girebiliriz.

4) Espresso'da canlı müziğe kalıp kalmama tartışması yapılıp aşırı merak üzerine kalınmaya karar verildi. Bakalım nasıl olacak bekliyoruz hala. para konusunda güçlerimizi birleştirdik. Karnımız aç, sütten nescafe içmek üzereyiz. Bekliyoruz.

5) Son zamanlarda kitap okuyamayaşımız canımızı sıkıyor. Hesapta olmayan işlerin zırtdadanak çıkması sinir bozucu. Bir şeyler yapmak için can atarken, çıban gibi bir şeylerin çıkagelmesi zaten bugünlerde az olan bu isteğimizi gittikçe köreltiyor.

(İyi ki kalmışız canlı müziğe :) )...

6) Camcıya gidecektik unuttuk

7) Bunca maddeyi yazdıktan sonra bizim abuk insanımız ne yazacağız dediği zaman çok sinir oluyorum.

8) Bu kadar.

BÖLÜM III

Sonuç:


Kaan: Bir gün daha böylece geçti diyemiyorum. Gün geçmedi henüz. Belki de yeni başlıyordur. Bugünün bol kitap okumalı bir gün olmasını isterdim. Ya da gün böyle iyi. Her şeyin bir yeri ve zamanı var. Yazılar gitgide kayıyor. Yazarımız tıkandı. Saçmalamaya başlamadan önce kesmek en iyisi. Hoşça kal tutanak.

Emrah: Mum ışığında yazıyorum. Fazla romantik oldu sanki. Aşırı bir duygu yükü bindi üzerime. Giriş bölümünde Kaan Bey değinmiş; böyle havaları gerçekten sevmiyorum. Dört sene zaten yeterince çektim. Bulutlu, kasvetli havalar bana göre değil. yatağıma koşasım geliyor. Tutanakta günce havaları esiyor. Demek ki günce düşündüğümüz gibi hayatımıza iyice işlemiş.

---
Kadriye Gazel
Laurent Mignon - Çağdaş Türk Şiiri' nde Aşk, Aşıklar, Mekanlar (Hece Yay.)
Tahir Alay - Ülkücü Bir Yazarın Romanı
Şevket Toker - Nev Yunanilik
Yahya Kemal ve Şiir Sanatı - Mehmet Kaplan
---

(Yukarıda Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri dersinde verilen kitaplar var, silemedik. Laurent Mignon kişisi, sonradan müslüman olmuş hoca anlattı. Neyse tutanağa geri dönelim) Oturdukça canımız sıkılıyor. Edebiyattan koptuk gibi... Biraz edebî sohbet etme zamanı! Öperim gözlerinden hayat!

Not: Ali Abi'nin çayını unuttuk. Gün geçtikçe iyice bayatlaşıyor. Uyarmak lazım.



13 Temmuz 2011 Çarşamba

Bir Yazarı Eleştir(eme)mek

Yazarların, şairlerin birbirleriyle karşılıklı atışmaları bizim edebiyatımızda meşhurdur. Bu atışmalar hep bir seviyede kalmış, sınırlarını aşmamıştır. Elbette ki sınırlarını aşan atışmalar olmuştur fakat bunlar istisnadır ve sayıları da çok değildir öyle. Bu atışmaların bir güzelliği, edebiyatımızı hareketli tutmalarıdır. Öğrenebileceğimiz birçok şey de cabası.

Bir hafta önce de bu atışmalara benzer bir yazı Levent Yılmaz tarafından, Enis Batur'a ithafen yayınlandı. Birçok kişinin tepkisi de "vay, nasıl da kapak olmuş" şeklindeydi. Edebiyat dünyasından yeterli seviyede bilgisi olmayan okuyucunun böylesine bir tepki vermesi olağandır. Fakat yazıyı okuyunca hiç de öyle yerleşen bir kapağın olmadığını anlıyoruz. Kapağı bırakalım, yazıyı kaleme alan kişinin kendisini komik bir duruma düşürdüğü daha açık hale geliyor. Çünkü bir yazarı, şairi eleştirmek belirli çerçevelerde olur. Siz o çerçevelerin dışına çıktığınızda, yerleştirmeye çalıştığınız "kapak" elinizde kalır, dahası sizin üzerinize bile kapanabilir. Bahsettiğim yazıya gelirsek, buraya alıntılayıp, o şekilde açıklamak daha iyi olur sanırım;

=====alıntı=====

paralel hayatlar 06.07.2011
levent yılmaz
enis batur: büyük bir şaka

ve fakat buna gülebilir miyiz? tabii ki, hayır. onu tanımış herkese er ya da geç yerleşen tek ve büyük his: kandırılmışlık. büyük bir hayâl kırıklığıdır enis batur. onunla yakınlaşmış hemen herkes için. oysa, genç enis batur haylaz, hadi insanların algısıyla söyleyelim, serkeş bir liseli, saint-joseph’ten atılma bir hırt ve isyankâr olarak, uzun bir süre, hayli uzun bir süre insanları düşünce, edebiyat ya da yazı düzeninin sınırlarında gezindiğine inandırmayı başarabilmiştir.

liseyi ankara’da atatürk lisesi’nde bitirdi. kendisinin kaleme aldığı ve kitaplarının kapaklarına koyduğu biyografisinde, odtü’de başladığı yüksek öğrenimini paris’te tamamladığı yazıyor: nerede tamamladığı yazmıyor elbette, çünkü, galiba, belki ve büyük ihtimalle hiçbir yerde tamamlamış değil. o yüzden de hayatı boyunca bilgiye saygıyla, sakınımla, arayışla yaklaşan herkesten korkacak, uzaklaşacak; onun için bilgi, üçüncü kişilere gösterilecek bir mücevherdir çünkü, değeri ancak böyle, hayran olunmayla ölçülür.

enis batur claude lanzmann’a, mesela, hayranlık duyar. shoah, yani yahudi soykırımı üzerine birçok yazı kaleme almıştır. yahudi soykırımının korkunçluğunu haykırır sürekli. ama mesela dersim korkunç olabilemez onun için. tek kelime edememiştir bu konuda; kelime ettiği ermeni soykırımı hakkında ettiği kelime de, aynen şudur: “ben bir edebiyat adamıyım, tarihçi değil. ama tarihçilerin metinlerini izleyerek, onlardan kendime göre bir yorum yontabilirim... bütün okuduklarımdan şunu anlıyorum. burada soykırım söz konusu değil.” insan sormadan edemiyor: hangi tarihçiyi okumuş ki? ve hatta, acaba: ne okumuş ki? acaba bu fikirlerini lanzmann’la falan, paylaşmış mı mesela?

insanlar diyecekler tabii, türkiye’nin kültür hayatına bunca iyiliği dokunmuş, bir ton dergi, bir sürü yayınevi yönetmiş, binlerce kitap basmış, boyu kadar kitap yazmış, hayatı sanatla dolu dolu geçmiş bu adama laf edilir mi? edilir: enis batur, hayatı boyunca netameli konularda, bu toprakların kanayan bin türlü yarası hakkında tek kelime etmemiştir: ne işyerinin (yky) dibinde toplanan cumartesi anneleri (insan bir gün iner, onların arasına karışır), ne faili meçhuller, ne kürtler, ne... hiç, hakikaten hiç. ama mesela 28 şubat sürecinde “artık herkes safını seçmeli” diyebilmiştir; işvereni karamehmet’in adının sabah gazetesinin künyesine yazılması onu çok mutlu edebilmiştir; pertev naili boratav’ın nasreddin hoca kitabını önce basıp sonra imha ettiklerinde yky’den istifa etmiştir, evet, ama aynı gün banka genel müdürünün sanat danışmanı olarak işe başlayabilmiş, bir süre sonra da istifa ettiği yayın yönetmenliğine geri dönebilmiştir. en yakınındakileri gözünü kırpmadan işten atabilmiştir; yeteneksiz bir sürü hödüğe, işine yarayacaklarını düşündüğünden övgüler düzebilmiştir.

ve en vahimi, hâlâ, 2011 yılında şu türden cümleler kurabilmektedir: “benim oyum bir çobanınkiyle eşit mi olacak sorununun bir başka versiyonu akıllıca kurulabilir. nasıl akıllıca kurulabilir? yurttaşlık bilinci gelişkin, bireyleşme sürecini hakkıyla kat etme olanaklarına ve yetisine sahip olmuş bir kişi...” yani, göbeğini kaşımayan, bidon kafalı olmayanların demokrasisi: yuh artık. kendisine bu türden fikirlerinde esin kaynağı olan aysun kayacı’ya “budala manken kızımız” demekten zerre kadar çekinmez ama, çünkü o “akıllı yazar beyimiz”dir: hiç, bir mankenin fikriyle onun fikri eşit olabilir mi?

iyi şiirler yazmamış mıdır, evet yazmıştır (mesela kanat hareketleri) ama ezra pound da, stefan george da iyi şiirler yazmıştır. lafı dolandırmadan söyleyelim: enis batur artık miadı dolmuş batıcı bir münevverimsidir. batı’yı hiç anlamamış, ona hep özenmiş, tipik, sıradan ve zavallı bir yerli unsurdur. yazıları da, fikriyatı da, zikriyatı da azıcık kazınsa, altından efendiye biat etmiş bir hizmetkâr çıkar. ortalama olduğunu gizlemek için kerli ferli laflar eden bir böbür-adam: bu yüzden de “name dropping” oyununda sürekli “level” atlar. aklı başında bir eleştirmen çıksa, o boyu boyunca yazdığı kitapları hallaç pamuğu gibi atar, yazılarını yazı’k (bu türden kelime oyunlarını da pek sever) kategorisine koyar, amma... öylesine sindirmiştir ki insanları, allah korusun, günün birinde yeni bir iktidar koltuğunda zuhur eder diye, bu zombiye kimse bulaşmak istemez. dürüstlükle hiç işi olmamıştır; kullanır insanları, kendi işine yaramayacak hiçbir şey onu ilgilendirmez, olguları sürekli kendine yontar, geçmişi hırpalar, bozar, kendini temize çeker: yazık ki artık dönebileceği bir yer kalmamıştır. hannah arendt yaşasa, hakkında bir şeyler mutlaka yazardı: auswichz’e (auschwitz olsa gerek-m.ö.) ağlayan ve fakat musa dağ’ı, dersim’i görmeyi reddeden biri “kötülüğün sıradanlığı” açısından tabii ki ilginçtir. evet, totemi kötülüktür: sürekli öper, sever onu.

Enis Batur'un bütün kitaplarını okumuş birisi değilim. Hatta bu zamana kadar sadece bir kitabını okudum. O da geçen yaz, kız arkadaşımla beraber gittiğimiz tatilde kız arkadaşımın yanında getirdiği "Gövde'm" kitabıdır. İnsan bedenini ve bedenine ait ne kadar özellik varsa, eğlenceli bir üslûpla anlatan bir kitap. Özellikle kitaptaki "Osurukname" bölümünü okurken çok eğlenmiştim. Osuruğu öyle Bukowski tadında değil, osuruk konulu bir Fransız filmiyle başlayıp, batı ve doğu kültürlerinde nasıl karşılandığından bahsederek etraflıca eğlenceli bir şekilde anlatmış. Dediğim gibi Enis Batur'un bütün kitaplarını okumuş birisi değilim. Ama kız arkadaşımın Enis Batur hayranı olması sayesinde Enis Batur'la ilgili birçok şey öğrendim. Yani Enis Batur hayranı falan değilim, bu yüzden de bu eleştiri yazısına olabildiğince tarafsız bir gözle baktım.

Ama yukarıdaki alıntıladığım amacı bile olmayan eleştiri yazısını okuyunca güldüm (yazıda var olan anlatım bozuklukları ve yazım yanlışlarına bile değinmiyorum, bu gazetenin bir düzeltmeni de mi yoktur?). Biraz araştırma yaptım. Levent Yılmaz'ın "şair" olduğunu öğrendim mesela. Bunu öğrendikten sonra da uzun uzun düşündüm, hala da düşünüyorum aslında, "şair" sıfatı alabilmiş bir kişinin böylesine komik bir eleştiriye girişmesini çözemiyorum. Aslında çok basit, çözülecek bir yanı da yok. "Kuyruk acısı"ndan ibaret her şey. Az biraz araştırmayla, bu atışmanın kaynağında, Enis Batur'un 7 Ekim 2010 tarihli Cumhuriyet Kitap Eki'nde yazdığı Levent Yılmaz'ın şiir kitabı "Afrika" ile ilgili yazı olduğunu görüyorum;

levent yılmaz'ın 'afrika'sının yazılma süreci, yanılmıyorsam geniş bir zaman dilimine yayılıyor: çırpıştırılmış, aceleye getirilmiş bir şiir kitabı değil bu. 'son ülke'ye topladığı şiirlerde, yabancı bir ülkede yaşamanın, biraz da şiir çevirilerinin yol açtığı bir dilsel yabancılık egemendi, burada o durumun geri çekildiğini görüyoruz. buna karşılık, kitabın inşasında, bana kalırsa gelenekle bağlantı isteğinden kaynaklanan bir yapaylık, bir tür zorlama buldum ben. pekiştirici bir sorun da, "iyi duygularla kötü edebiyat" misali, neredeyse 'sentimentalisme'in sularına açılan retorik üsluptan doğuyor - hani, sahiden de mektup yazılsaymış, tek okura gönderilseymiş dedirten parçaların sayısı az değil.

bir botanik bahçesi özelliği göze çarpıyor 'afrika'da: sebzeden, meyveden, ağaçtan geçilmiyor. yer yer ipin ucu kaçıyor, manav peyzajlarını çağrıştıran imge düzenlemeleri oluşuyor. levent yılmaz'ın şiirinin, en azından bu kitapta, temel zaafı sözcük, sıfat, edat, zamir seçimlerinde ortaya çıkıyor kaldı ki: araştırılmış, seçilmiş olanlarla dilin (kalemin) ucuna öylesine inmiş izlenimi uyandıranlar, ikide bir göze batmasına yol açıyor kelime'nin: iyi şiirde, gözün takılmaması gerektiği bilinir.

arka kapakta, yaşar kemal'den bir dostluk nişanı: "levent yılmaz bu şiir kitabıyla görkemli bir yeni şiire temel atıyor." bu tür gayretlerin iki tarafa da yararı olmayacağı ortada.

Enis Batur, tamamen esere yönelik bir eleştiri yaparken, buna karşılık olarak Levent Yılmaz da çıkıp tamamen bel altı vurarak, Enis Batur'un kişiliğini de içine alacak bir yazı kaleme alıyor. Bu eleştiri ne kadar doğrudur, ne kadar ciddiye alınabilir? Eğer ki ciddi anlamda Levent Yılmaz'ın yazısını okuyup "oh ne güzel kapak olmuş" diyenler gibi düşünürsek, ya da onları boşverelim; tamamen Levent Yılmaz gibi "zamanında şu şu konulara niye değinmedin sen kitaplarında ey Enis Batur?" gibi düşünürsek, bu ne kadar sağlıklı olabilir? Bir yazarı gerçekten "yazmadığı, değinmediği konular doğrultusunda" mı eleştireceğiz? Hiçbir yazar eleştirilemez değildir elbette. Ama eleştirirken, eleştiri oklarını doğrulttuğumuzda önümüzde yapacağımızın eleştirinin bir adabı da olmalıdır. Bu adap nasıl olmalıdır? Öncelikle, şairin ya da yazarın kişiliğini, özel hayatını gözardı ederek olmalıdır. Şairin ya da yazarım sorumluluğu eseriyle sınırlıdır. Bunu gözardı ettiğimiz zaman (tıpkı Levent Yılmaz'ın yaptığı gibi), yıllarca birçok kesim tarafından "komünistliğiyle" topa tutulan Nazım Hikmet'i; özel hayatıyla birçok kişinin beğenmediği Necip Fazıl'ı; ya da "kokainman" olduğu için Peyami Safa'yı sırf özel hayatlarında bu tür özellikleri olduğu için yargılayıp "okunamaz" dememiz lazım. Daha başka örnekler verilebilir bununla ilgili, sadece edebiyatla da sınırlamamak lazım tabi ki sanatın her türlü dalında eser veren sanatçıların için aynı durum söz konusu. Yani siz bir yazarı eleştirmek istediğinizde onun eseri üzerinden etraflıca bir eleştiri yapmanız gerekiyor. Yoksa özel hayatını işin içine karıştırdığınızda olmadık sonuçlar çıkartabilirsiniz ortaya. Bir yazarın sorumluluğu eseriyle sınırlıdır, özel hayatında istediği kadar sorumsuz olabilir. Eserinde de bir yazar/şair istediği "konu"yu istediği şekilde ele alabilir. Önemli olan eserin bütünlüğü/ağırlığıdır. Hiçbir kimse de çıkıp da "sen zamanında eserlerinde bu konulara neden değinmedin?" diyemez, böyle bir hakka kimse sahip değildir. Eğer böyle diyebilme hakkımız olsaydı, bu zamana kadar yaşamış birçok yazarın/şairin kitaplarını alıp çöpe atmamız lazımdı ya da o yazarı/şairi linç etmemiz gerekirdi. Ama "gerçek" edebiyat böyle değil tabi ki.

Levent Yılmaz'ın yazısını okumaya başladığımızda zaten, yazının amacı kendini belli ediyor "dersim ve kürt" olaylarına da gelince tamamen ele veriyor kendini. Artık bu ülkede öyle bir hal almaya başladı ki, yavaş yavaş "entellektüel" bir kimlik taşımak ya da "sanatçı" sıfatına layık olmak "bazı" şeyleri dile getirmekten geçiyor. Böyle bir mantık olabilir mi? Siz çıkıp da bir yazara şaire diyebilir misiniz ki "sen neden bunlardan şunlardan bahsetmedin/bahsetmiyorsun?" Ve dahası, en çok üzüldüğüm şey de, "bu tür insanların, yani edebiyatla ciddi anlamda içli dışlı olamamış, edebiyatın teorilerinden çerçevelerinden bihaber şekilde yaşayan ama ne hikmetse bir şekilde "şair" ya da "yazar" sıfatına birileri tarafından layık görülmüş kişilerin böyle haketmedikleri şekilde göz önünde olup da yazdıklarının birçok kişi tarafından ciddiye alınması". Edebiyat tarihi bu tür insanlarla doludur zaten. Ama onları bu günde kimler biliyor/hatırlıyor? Kendimi böyle avutuyorum sonra, hak eden bir kişi zaten böylesine ön planda olup da, saçma sapan konuşarak insanları kandırmaya çalışmaz, bir şekilde ileride hatırlanır başkalarının yardımı olmadan.

Daha çok şey yazılabilir aslında. Ama bu olaydan sonra Enis Batur'un verdiği cevap gayet yerindeydi (Borges Defteri blogundan alıntıdır bu da);

Konuyla ilintili Enis Batur'un yanıtı;

BORGES DEFTERİ'ne :

"Arkadaşlar, duyarlığınız için sağolun.
Benden bir yanıt, bir çıkış beklediğinizi anlıyorum.
Tavrım bellidir : Sözümona-entelektüel şiddetin hazırladığı faşizme
karşı elimden gelen budur : Yeni şiirler, nesirler, işler.
Tasalanmayın, hem masam, hem zihnim ve imgelemim dolu.
Sevgiyle"
E.B



Bu cevabın üzerine de bir şey söylenilmez zaten. Ama bir haftadır, nedense çok rahatsızım bu eleştiri yazısından. Daha doğrusu eleştirememe yazısından. Eleştireyim derken, kendini komik durumlara düşürme yazısından. Edebiyat dünyasında, bu tür kişilerin ön planda olup da, yazdıklarının ciddiye alınmasından rahatsızım. O yüzden de bir haftadır olmadık bir şekilde rahatsız ediyor beni. Ama Enis Batur az ve öz bir şekilde gereken cevabı vermiş. Ama benim rahatsızlığım geçmedi... Ama ne yaparsanız yapın, bu tür insanlar hep olacak, hak etmedikleri bir şekilde bir yerlerde olup, oldukları yerden olmadık bir şekilde saldıracaklar insanlara ve dahası bu dediklerine birçok insan inanacak. En kötüsü bu işte. Ama nasılsa gerçeklerin farkında olan insanlar da var, onlar da yeter bir şekilde.

12 Temmuz 2011 Salı

Orada kimse yok...



Sentenced kliplerini hep sevmişimdir. Genelde yaşlı kişiler oynar, ya da grup üyeleri kendilerini yaşlandırırlar. “Yaşlılık” kavramına değinirler hep, dolaylı yoldan da “ölüm”e. “Killing me killing you” şarkısının klibi de hemen hemen böyledir.

Ben neden ilk olarak bu klibi koydum buraya bilmiyorum ama bir yerlere seslendikçe orada “kimsenin olmadığını” fark edince yaşanılan burukluk büyük oluyor. Sesim gökyüzünde dolanıyor sürekli, bir türlü yere inmeyi beceremiyor kendisini tutan olmadıktan sonra. Boşluğa sarfedilen cümleler…Hayatımız boyunca bunun için uğraşmayacak mıyız? günler geçtikçe, seslere karşılık gelen sessizlik artarak devam ediyor. Kendi sesimizi bile kaybediyoruz gün geçtikçe, gökyüzünde (ya da boşlukta) kaybolup gidiyor hepsi. Dolanmaktan sıkılıyor sözcükler ve en sonunda her biri uzayın derin boşluğuna atıyor kendilerini. Sonrası yine orada kimsenin olmaması yüzünden "derin bir sessizlik" alıyor yerlerini. Daha sonra insan konuşmak bile istemiyor.

Konuşmak önemli. Ama orada kimse yok.