Sayfalar

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Bayram

Her insan için bayramın geldiğini anlamanın farklı yolları vardır. Kimisi için, evin her yerine yayılan annelerin güdümüyle gerçekleşen (nasıl bir cümle oldu bu?) "bayram temizliği" ile, kimisi için "yeni kıyafetler" alma teleşı ile, kimisi için takvimler, televizyonlar, sosyal medya, cep telefonları vs...

Benim için de bayramın geldiğini anladığım zamanlar mezarlıkla ilgili. Şimdi, mezarlıkla bayramın ne alakası olabilir diyebilir insan. Açıklayacağım efendim. Aradaki ilişkiyi açıklamadan önce belirtmem gereken birkaç nokta var. Şu sol taraftaki fotoğraf, iki hafta önce çekilmiş, gugıl sağolsun. Bu fotoğraftaki yer "Salihli Asri Mezarlığı". Evimin 7/24 manzarasıdır. Kapılarımız karşılıklı, aramızda cadde var sadece. Duvalarında gördüğünüz gibi çalışma var, bugün itibariyle hemen hemen bitmiş durumda, duvarlarını yenilediler, kırmızı küçük tuğlalalarla, şekil yaptılar mezarlığımıza. Bir evin mezarlığa karşı olması elbette ki birçok insanı ürkütebilir, hatta yıllardır, arkadaşlarımın bana yönelttiği soru da şudur; "Geceleri korkmuyor musunuz?" Sağolsunlar, istisnasız her biri sordu bu soruyu, ben de her defasında "Yok, niye korkalım ki?" diye cevap verdim. Mezarlık sessiz sakin bir yer, ölülerden hiçbir zarar gelmiyor, dahası yaşayanlar mezarlığa geceleri girip türlü işler çeviriyorlar. Mezarlıkla ilgili bütün anılarımı başka zamana bırakıyorum, bir gün detaylı bir şekilde "mezarlığı" anlatacağım. Bugün mezarlığa değinmemin asıl nedeni "bayram"ın geliyor olması. Evet, alakasına da gelirsek;

Bilenler bilir, adettendir, dini bayram arefelerinde "vefat etmiş yakınlar" ziyaret edilir. Benim manzaram olan, memleketimin mezarlığı da, 365 gün boyunca, en yoğun günlerini dini bayram arefelerinde yaşar. Hatta 3 gün öncesinden dolmaya başlar. Ama benim bayramın geldiğini anladığım anlar, insanların yoğun olduğunu görmem değil. Bambaşka bir şey.

Koyduğum fotoğrafa dikkatlice baktığınız zaman, cadde boyunca gördüğünüz duvar kenarına, 3 gün öncesinden, kadınlı erkekli "Roman"ların doldurması. Bu roman, kitap olanı değil tabi. Bildiğimiz çingeneler. Gerçi bu güzelim kelimeyi de yasakladılar sanırım, ama hiçbir şekilde aşağılama amaçlı dile getirmiyorum burada, birbirlerine "çingene" diyorlar zaten. Neyse...Efendim, 3 gün öncesinden, Romanlar bu duvar boyunca, kapı önünden başlamak suretiyle "yer tutmaya" başlarlar. Geceleri de, yerlerini kaptırmamak için küçük bir sedir üzerinde, iki sandalyeyi birleştirip üzerinde, ya da yere bildiğimiz "döşek" serip yatarlar. Geceleri de hiç susmazlar, arada kavga ederler birbirleriyle paylaşılamayan "yer" için, arada da şarkı söylerler, ya da oturur muhabbbet ederler birbirleriyle. Amaç, mezarlığın en kalabalık olduğu bayram arefeleri ve bayram günlerinde en güzel yeri kapıp "ziyaretçiler"e çiçek satabilmek.

İşte, benim için bayramın geldiğini anladığım zamanlar, Romanların mezarlığın duvarlarının kenarlarına 4-5 günlük kamplarını kurmalarını başlamasıdır. Bu 4-5 günlük süreci izlemek oldukça zevklidir aslında. Özellikle geceleri, birbirleriyle kaldıkları zamanlar. Balkona çıkıp sigara içtiğim zamanlar, konuştuklarını, kavgalarını, şarkılarını, kahkahalarını, birbirlerine bağırmalarını izleyip dinlemeyi seviyorum. Bir gece, yoldan geçen bir çift, duvar kenarındaki çiçekçi kadından çiçek alacak,  yanındaki sevgilisine (nişanlısı da olabilir) bir demet karanfil alacak olan adam, kadınla tam tamına yarım saat (30 dakika) pazarlık etti. Kadın 10 liradan aşağıya bir kuruş inmezken, adam da en fazla 5 lira vereceğini söyleyip durdu. En sonunda çiçekçi kadının dediği oldu, ve 10 liraya anlaşıp, çiçeği aldılar gittiler. Gecenin saat 2'sinde oldu bu olay geçen sene. Dün gece de, gecenin saat 4'ünde öyle bir kavga ettiler ki birbirleriyle bütün mahalle ayağa kalktı. Birbirlerine girmediler fakat, bağırmaları yetti. Bu kavga da "yer kavgası"ydı anlayacağınız üzere. Ve tam 24 dakika boyunca birbirlerine bağırıp durdular. Bunu, bir şikayet şeklinde söylemiyorum, yıllardır böyle bu durum, ve yer yer rahatsız edici noktalara geldiği zamanlar olsa da, gerçekten güzel bir renk getiriyorlar. Babamın tanıdığı bir adam var mesela çiçek satan, onun köşesi her sene belli, artık nasıl ayarlıyorsa, her sene giriş kapısının tam önünde sol kenarda şemsiyesini açıp kuruyor tezgahını. En güzel yer de onun bence. Anneme bu zamana kadar, normal zamanlarda tek bir çiçek aldığını hatırlamadığım babam, yıllardır bu çiçekçi adamdan, bayram günleri, bir tane karanfil alıp anneme verir. Bu da benim için bir bayram alametidir.

Sadece mezarlığın duvar kenarında değil, bizim evin önünden başlamak suretiyle, caddenin iki kenarında da sıralanırlar. Çoluklu çocuklu, kadınlı erkekli...Şimdi de, ben bunları yazarken (tam da mektup havası oldu şimdi, ben bu satırları yazarken diye) dışardan sesleri geliyor. "Bir karanfil 1 lira", "20 tane karanfil 6 lira" sesleri karışıyor, araba, insan seslerinin arasında. Mezarlık kalabalıklaşmaya başlıyor gitgide. Şehirdışından gelenler bugünlerde yoğunlukta, araba plakalarından anladığım bu. Her sene böyle dediğim gibi. Bu arefe günlerinde mezarlığa şehirdışından gelenler ziyarete geliyor. Bunu da yazın bir kenara.

Mezarlığa gittiğinizde dikkat ettiniz mi? Mezar başlarında özellikle, hep "selvi ağacı" vardır. Selvi ağaçları doldurur mezarları. Nedenini merak ettiniz mi hiç? Mezar taşlarının üzerinde de vardır, yeşil renkte çizilmiş, isimlerin üzerinde, ya da altında "selvi" ağacı vardır. Bunun nedenini, "tasavvuf"tan öğrenebiliriz. Bize de, zamanında "eski türk edebiyatı" hocamız anlatmıştı. Selvi ağacı, "arapça'daki elif harfine benzer", "elif harfi" de Allah'ın tekliğini temsil eder, ve Allah kelimesi de "elif" ile başlar...Vefat eden insan, Allah'ın birliğine kavuşur, "Mevlana'nın" "şeb-i arus" diye nitelendirdiği de, bu birliğe kavuşmaktır. İşte bu nedenlerle de, mezarlıklarımızda, mezarların başına "selvi ağacı" dikilir.

Bayram, mezarlık, Romanlar, tasavvuf, derken yine daldan dala atladık. Herkese şimdiden güzel bayramlar...

25 Ağustos 2011 Perşembe

boşluk

Gökyüzündeki boşluğa karışıp giden sözler, en güzel sözlerimizdir. Boşluğun içine süzülüp yokolması da bu yüzden canını sıkar insanın. Sıkmakla da kalmaz fazlasıyla üzer. Boşluğun içinde bizden süzülüp giden sözlerin üzerine katıp da bize çevirebilecek birisinin olmaması en çok üzen şeydir insanı.

Boşluğun derinliklerinde hiç kimsenin olmaması.

İnsanlarda bir kendini anlatma yarışı, sürekli bir şeyler söyleme derdi (bende de var bunlardan). Oturup karşısındaki insanı doğru düzgün dinleme isteğinde olan insan neredeyse hiç yok. İşte burada da bir "anlaşılamama korkusu" devreye giriyor. Oğuz Atay, Tutunamayanlar romanını yazdıktan sonra, hiçbir yayınevi kitabını basmaya cesaret edemiyor, her çaldığı kapı suratına kapanıyor. Kitabı basılsın, insanlar okusun beni "anlasın" derdinde en son çare olarak TRT'nin roman yarışmasına gönderiyor kitabı. Jürideki insanların kitabı sonuna kadar okumamasından korkuyor en çok. Yarışmayı kaybedeceğinden değil. Bunun için de Cevat Çapan'ı sokuyor devreye, jürideki tanıdıklarına rica etmesini istiyor; "kitabı kayırmasınlar ama okusunlar sonuna kadar". Çünkü biliyor ki bu ülkede edebiyat yarışmalarındaki jüriler kendi kafasındaki (ideolojisindeki) kitaplara ödül dağıtır. Bunu zamanında günlüğüne yazdığı şu notta belirtmiş. Benim ve yakın arkadaşlarımın sürekli olarak dile getirdiğimiz bir şey;

"birbirlerine ödül dağıtan, oyunun kurallarını bozmaya cesaret edemeyen kültür gangsterleri" (s. 138)

"Kültür gansgterleri" ne güzel bir tanımdır. Günümüzde de var bu, edebiyat ödülleri dağıtılıyor, bir ödül solu fikirde olan yazarlara, bir ödül dindar görüşlü yazarlara, bir ödül milliyetçi/muhafazakar yazarlara...Böyle böyle dağıtılıyor ödüller. Sonra neler oluyor? Bu ödülleri alan kişiler, ölüp gitmiş türk edebiyatının ağır kalemlerine olur olmadık yorumlar yapıyorlar. Maksat da tamamen "reklam". Adım duyulsun, kitaplarımı alsın insanlar. Bunun dışında da, bu sürekli gürültü yaratan "gereksiz sesler" yüzünden biz nice güzel kalemi okuyamıyoruz. Bu nice kalemlerin sesleri niye duyulmuyor? Adamların derdi isimlerini duyurmak değil ki. Yazıyorlar, bir şeyler üretiyorlar. Birileri de gelip bir şekilde okuyor bu insanları. Gerçek edebiyat severleri bir şekilde ulaşıyor bu "adı sanı pek duyulmayan yazar"a.

Aynı şekilde, Oğuz Atay'a her kapı yüzüne kapanırken, hiç bilinmedik bir yayınevinin (Sinan Yayınları) sahibi, bir şekilde kitabını okuyor TRT roman ödülünü kazandığını duyup da ulaşıyor kitaba. Ve dükkanının karşısında da Oğuz Atay'ın Topoğrafya kitabını satan bir kitabevinden, şans eseri, tanıyor ve bir şekilde ulaşıyor Oğuz Atay'a ve kitabını basmak istediğini söylüyor. Ve ilk basımda da 5000-6000 kadar kitap basılıp satılıyor. Tutunamayanlar'ın basım aşaması böyle.

Yani, ben ipin ucunu yine tutamayıp olmadık yerlere geldim yine. Ama diyeceğim şuydu, ortalıkta bir sürü gereksiz ses var, hep vardı ileride de hep olacak. Ama onlar istediği kadar yırtınsın, siz kulağınıza almak istediğiniz sesleri gidip buluyorsunuz bir şekilde. Gökyüzüne boşluğa saldığınız sözleriniz, ne olursa olsun, gitmesi gereken kulaklara gidiyor. Değeri veriliyor. Arasından geçtiği "kuru gürültü"yü o kadar kafaya takmaya gerek yok. Onlar başlangıçtan bu yana sürekli tepiniyor birbiriyle.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

hayatımdaki en güzel ömürden ömür götüren 30 dakikam

Bendeki bu halleri artık anlamaya çalışmaktan vazgeçtim. Defalarca düzelteceğim demekten yoruldum, ama vazgeçmiyorum sanırım şu sorumsuzluklarımdan. Artık tam tersini söyleyeceğim belki bir işe yarar. Yoksa tutmuyor dikiş, her defasında tamam bu son demek de yaramıyor.

Kısa keseyim, bugün üds başvurularının son günüydü. Geçen hafta pazartesiden itibaren başlayan bir süre bugün itibariyle sona eriyordu. Ben sözde geçen hafta halledecektim bunu. Ama "yine" gizli kişiliğim ortaya çıkarak, ben her şeyden mahrum etti (ne güzel değil mi? bir aksilikte bile gizli kişiliğime suç atıyorum, özbenliğimi kurtarıyorum, aklıyorum kendimi. bazen gerçekten çok komiğim. evet.). Geçen hafta, anlayamadığım bir şekilde geçiştirmelerle geçti. Bu pazartesi yapacaktım "sözde" ama nedense hep uyuyakalıyorum.

Ve bugün son günüydü, Uyumamak için sabaha kadar kitap okudum. 8'e kadar dayanabildim, o halde. 8'den sonra da açtım televizyonu sabah haberlerini izliyorum. 9 oldu saat, yarım saat biraz uzanayım dedim. Saat 9:30'da kalkarım, hazırlanırım yarım saatte 10'da evden çıkarım. Öğle tatiline kadar da bankaya parayı yatırır eve dönerim diye hesapladım. Her türlü ihtimali göze alıp da, ne olur ne olmaz uyuyakalırım diye telefonun saatini kurup, elime sıkıştırdım. Evet, uyuyuş o uyuyuş. Sonra bir uyandım, saat 16:20. Yataktan nasıl sıçradığımı hatırlamıyorum. Telefonuma baktım, ne alarmı duymuşum ne sevdiceğimin 10'a yakın aramasını duymuşum, ne mesaj seslerini duymuşum. Ne bok yiyeceğim ben lan,hstir, lanet herif hep bu uykun yüzünden kaçırıyorsun her şeyi gibi laflar ederken kendime, bir taraftartan da hazırlanıyorum. Aklımda tamam hazırlanıyorum da banka kapanacak lan gibi düşünceler geçiyor bir taraftan. 5 dakika içinde hazırlandım nasıl olduysa, evin altındaki dükkanda çalışan bir çocuk var, hemen koştum yanına, işin yoksa beni motorla çarşıya at diye rica ettim. Bindik motora 5 dakikada bankadaydım bu arada saat olmuş 16:35. Bankada sıra yok allahtan, hemen sıra aldım, 10 dakika cehennem azabı gibi bir sıkıntıyla bekledim. Sıra bana geldi ve yatırdım parayı.

30 dakika geç uyansam kendimi yüksek bir yerlerden atabilirdim.

Şimdi ben bunları niye anlattım? Çok anlamsız geldi birden. Öyle basit sıradan, hiçbir önemi olmayan bir olay. Ama gelin bana sorun bir de, O geçirdiğim 30 dakikada ömrümden ömür gitti benim. Beynimin bu kadar hızlı bir şekilde çalışabildiğini unutmuşum ne zamandır. Her türlü olasılığı art arda sıraladı sağolsun. Bundan sonra böyle uyumak mı? Geberinceye kadar uyuyacağım, her türlü beyin fonksiyonum çürüyünceye kadar uyuyacağım! (Belki tersini söylersem etki eder o_O)

ya ben lan neyse bir şey diyemiyorum

18 Ağustos 2011 Perşembe

my body is a cage



En sevdiğim dizi House M.D'nin 7. sezon 16. bölümünde ilk kez duyduğum ve o gün bugündür dinlemekten bıkmadığım bir şarkı. House ile ilgili ilerleyen zamanlarda daha geniş bir şeyler yazmak niyetindeyim. Hugh Laurie'nin oyunculuğu üzerine, House dizisinin senaryosu üzerine, kısaca bir dizinin neden/nasıl bu kadar mükemmele yakın bir hale gelebileceği konusunda yazma niyetindeyim. Ama bugün değil. Bu şarkının bu kadar güzel oluşunu anlamak için aslında, House dizisini de izlemek lazım bana göre. House adlı karakteri 7 sezon boyunca izledikten sonra şu şarkıyı da dinleyince, şarkının nasıl daha fazla anlamlı hale geldiği anlaşılabilir sanırım. Gerçi, bir şarkının güzelliğine varabilmek için illa ki bir şeyler izlemeye de gerek yok tabi ki. Ama nedense, House karakteriyle daha da anlamlı ve güzel buluyorum bu şarkıyı ben. Sadece bu şarkı da değil, House dizisinin her bölümünde çalan müzikler de çok güzel (soundtrack diyor bazıları). Öyle yurdum dizileri gibi değil, senaryosuyla, oyuncularıyla, müzikleriyle daha sayamadığım birçok özelliğiyle sanat ürünü bence. Neyse fazla uzatmaya da gerek yok. Bir de, şarkıyı dinledikten sonra, şu dizide çaldığı sahneyle beraber izleyin, House'un manyaklık yapıp, bilmem kaçıncı kattan balkondan kendini aşağıya bıraktığı sahnede;





16 Ağustos 2011 Salı

Başıma Bir Şey Gelmeyecekse, Charles Bukowski'yi Sevmiyorum

Bukowski' yi sevmiyorum. Çok sert bir giriş oldu bu ama, nedense içimde bir nefret uyandırıyor bu adam. Bu ülkede binlerce seveni var. Onlarla Bukowski konuşmaya çabalamak neredeyse imkansız. Onlar da haklı, sonuçta edebiyat denilen şey tamamen zevke yönelik bir şey. Ama ne bileyim, bu tür bir adamın böylesine delice seviliyor oluşu beni kahrediyor.

Neden sevmediğime gelirsek, iki önemli nedeni var bunun. Birincisi, bu adamın "Sıcak Su Müziği" adında küçük hikayelerinin olduğu bir kitabını okudum çok önceleri. Belki benim hatam bilemiyorum, Bukowski' yi okumaya başlamak için doğru kitap bu muydu? O zaman için de pek sorgulamadım. Kitabın ilk sayfalarından itibaren zar zor ilerleyebildim. Her sayfada; "osurdum, geğirdim, sıçtım, şu kadar kadınla seviştim" gibi sözcüklerin defalarca geçmesiydi. Bukowski severlere göre, bu onun özelliğiymiş, anlatılmayanları anlatıyor, kimsenin anlatmaya cesaret edemeyeceği pislikleri dile getiriyormuş. Benim edebiyat zevkime göre de, edebiyatta her şey anlatılabilir, ama belirli bir dozu olmalı bunların. Aynı sözcükler sürekli tekrar edilirse her sayfada, kimse kusura bakmasın o kitap beş para etmez olur benim için. Yazarın bu tür şeyleri sürekli dile getirmesine gerek yoktur, zaten okuyucu bunları kafasında tamamlar. Ben bu tür şeyleri dile getirdiğim zaman, bir Bukowski severin karşısında, "edebiyattan zerre anlamayan bir insan" olarak suçlanıyorum. Edebî zevkim hiç yokmuş benim. Varsa yoksa, kalıplar arasına sıkışıp kalmış, yazarlara odaklanmışım, böylesine sınırları olmayan, MİKKEMMEL bir yazarı anlayamıyormuşum bu yüzden (nerelerimle gülebildiğimi az çok tahmin edebilmişsinizdir umarım). Sürekli, her sayfada "osurdum, geğirdim, sıçtım, seviştim" kalıpları, kalıp değil çünkü, bambaşka bir olay. Sırf bu yüzden ben Bukowski'yi anlayamadım, kitabı yarıda bıraktım, sıkılıp attım bir köşeye (köşeye fırlatıp atmamın nedenini şimdi anlatacağım).

Bir ikinci nedeni (benim için en büyük sebebi) ise, kitabı okurken, ortasındaki bir hikayede şu cümleleri görmemdi;

-"Hesse okumuş muydun?"
-"Hayır, eşcinsel değilim."

Şu cümleleri defalarca okudum. Acaba ben sıkıldığım için anlamsızca sözcükler mi üretiyorum kendi kendime diye. Fakat, defalarca okumama rağmen, cümleler değişmedi. Hermman Hesse gibi bir yazarı okumakla, eşcinselliğin ne alakası olabilir diye kendime sorup durdum. Ama bir alaka göremedim. Şimdi burada, "homofobik" olmakla bile suçlanabilirim. Kaldı ki, ben bir Bukowski severe şu cümleleri söylediğimde, "sen homofobiksin sanırım" diye suçlanmışlığım da vardır. Şimdi, bu cümleleri kuran Bukowski homofobik olmuyor da, ben, Hesse'ye karşı böyle bir suçlama getiren Bukowski'yi eleştirdiğimde "homofobik" oluyorum. Ayarlarımla fazla oynamışlardır evet. Hesse'nin benim hayatımda çok önemli bir yeri var onu belirteyim hemen. Benim okuma serüvenimi başlatıp körükleyen kitap Hesse'nin "Narziss ve Goldmund" kitabıdır. Benim gibi bir insan da, Bukowski'nin kitabında, "Hesse okumak, eşcinselliktir" mesaj içerikli cümlesini okuyunca ne yapsın sorarım size? Kitabı kapatıp, doğruca uzağa fırlattım. Öyle, abartmıyorum ciddi anlamda alıp fırlattım duvara doğru. Ve işin en komik tarafı da az önce söylediğim gibi, bu cümleleri yazan adamın, homofobik olmaması ama benim bundan şikayetçi olduğumu dile getirdiğimde benim homofobik olmam. Oh ne ala memleket değil mi?

Bir taraftan, Bukowski'nin birkaç güzel şiiri var. Onları ayırıyorum. Ama nedense düz yazıları berbat. Sevenlerine hiçbir şekilde bir şey söyleme hakkım yok, sevdiği yazarı okumakta serbest herkes. Ama yeri geldiğinde, bir Bukowski severle Bukowski tartışmaya başladıktan sonra, çok kötü bir şekilde bitiyor tartışma. Ortası yok. Seven yere göğe sığdıramıyor, dünya üzerindeki en iyi yazar sıfatı verip dokunulmaz ilan ediyor, sevmeyen de (benim gibi) ölesiye nefret ediyor bu adamdan. Daha sonra birkaç kitabını okumaya çalıştım ama başarılı olamadım, birkaç sayfadan sonra sıkılıp bıraktım. Benim edebiyat zevkime göre değil adamın yazdıkları. Hatta daha da ileriye gidip diyebilirim ki; hiçbir şekilde bir edebiyat sınıfına sokulmaması gereken bir yazar. Sırf şu sebepler yüzünden diyorum ki; "Başıma bir şey gelmeyecekse Charles Bukowski'yi sevmiyorum".

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Bir Sabah Bir Apartımanda Öyküsü ve Bakış Açısı

Sabahattin Kudret Aksal, edebiyatımızda adı çok geçmeyen yazarlarımızdan bir tanesi. Hikayelerinin bir arada toplandığı kitabının adı da "Gazoz Ağacı" (ne kadar güzel bir isim değil mi? Aynı isimli hikayesi de kitabın içinde var, konusu da ilginç. Adının neden Gazoz Ağacı olduğuna da ilerleyen zamanlarda değinebilirim umarım).

Gazoz Ağacı, içinde beni etkileyen hikayeleri barındıran bir kitap. Üstünde durduğum birçok hikaye var fakat benim için kitaptaki en önemli hikaye "Bir Sabah Bir Apartımanda" adlı öyküsü. Bu öyküyü defalarca okudum. Her okuduğumda da ayrı bir tat alıyorum hikayeden. Konusu çok basit aslında, ama konuyu işlemesi çok güzel Sabahattin Kudret Aksal'ın. Hikaye kısaca "Bakış Açısı" konusunu irdeliyor. Bu hikayeyi her okuduğumda, içimde nedense ileride öğrencilerime "Bakış Açısı" nedir diye öğretmek istersem bu hikayeyi okutacağıma dair güzel bir istek doğuyor. "Bakış Açısı" kavramının hayatımızda çok önemli bir yeri var aslında. Buna rağmen de, birçok kişinin sahip olamadığı bir kavram. Bu eksik olduğu zaman da, dünyayı, yaşadıklarımızı kendi gözlerimizden değil, bize anlatılan şekilde, başka kulakların, gözlerin anladığı şekilde öğreniyoruz. Bir de edebiyat dünyasında da çok önemli bir yeri var bu kavramın, özellikle de "romanlarda (kurmaca metinlerde)". Romanda anlatılan konu ya da konular, birçok şekilde dile getirilir. Burada uzun uzadıya anlatacak değilim bu kavramı ama merak edip de okuyup öğrenmek isteyenler, "roman teorileri" konularında kitaplara başvurabilirler. Hatta bir tanesini buraya yazalım anlamlı olsun; "Roman Teorisi - Philip Stevick, çev. Prof. Dr. Sevim Kantarcıoğlu, Akçağ Yay, 2004".

Çok dağıtmadan konuyu, asıl bahsetmek istediğime geleyim. Buradan sonrası, hikaye ile ilgili bilgiler vermektedir. Okumayanlar için uyarayım. Sonra vay efendim biz bu hikayeyi okuyacaktık da sen şimdi anlattın bir önemi kalmadı demesin. Tekrardan uyarıyorum, buradan sonrası "Bir Sabah Bir Apartımanda" adlı öykü ile ilgili bilgiler içerir. Öyle hepsini yazmayacağım tabi ki, onlarca sayfa süren hikayenin neresini yazayım? Sadece konusunu anlatacağım;

"Öykü, bir sabah bir apartımanda, kapıcının 3. numaralı dairedeki Piraye Hanım'ın ölüm haberini, diğer dairelere iletmesiyle başlar. Apartımanda 5 tane daire vardır. Kapıcı ilk olarak 1. daireye uğrar ve Piraye Hanım'ın ölüm haberini, sabah ekmeği ve gazeteleriyle beraber apartıman sakinlerine sırasıyla iletir. Kapıcı gittikten sonra, Piraye Hanım'ın ölüm haberini alan daire sakinlerinin günlük yaşamlarını anlatır bize yazar, günlük yaşamlarının içinde Piraye Hanım'ın ölüm haberinin ne gibi değişikliklere yol açtığını, ve daire sakinlerinin Piraye Hanım ile ilgili anılarını, düşüncelerini aktarır. İlk dört dairede bu ölüm haberi pek umursanmaz. Özellikle evin hanımları tarafından. Yaşlı Piraye hanımın evlenmemiş olması sebebiyle ve gençken çok güzel bir kadın olması ve mahalledeki birçok kişi tarafından (özellikle erkekleri) saygı duyulan bir kadın olduğu için kıskanılır. Hakkında, zaten çok kötü bir kadın olduğu ve iyi ki öldüğü şeklinde şeyler söylenir. Bu ilk dört apartımanda sadece bir adam vardır, Piraye Hanım'ın ölüm haberini alınca üzülen, o da emekli bir konsolostur (konsolos olduğu hakkında emin değilim, kitabı da bulamadım, ama bulunca eğer yanlışsa düzeltirim burayı) ve kendisinden çok genç bir kadınla evlidir. Bu adam ayrıca Piraye Hanım'ın gençliğinden bu yana arkadaşıdır. Kısa bir süreliğine de olsa üzülür, eski günlerini düşünür. Bu ilk dört dairede "bir ölüm haberi"nin insanlar üzerindeki farklı etkilerini okuruz. Bu dört dairede yaşayan insanlar "bir haber"e farklı açılardan yaklaşarak, düşüncelerini dile getirirler. İlk dört dairede yazar "bakış açısı" kavramını çok güzel bir şekilde ele alarak anlatır. Ve en sonunda, kapıcı 5. daireye gider. Kapıyı çalar. Bu dairede de genç bir yazar oturmaktadır. 5. daire dediysek, çatı katı küçük bir daire. Kapıcı yazara Piraye Hanım'ın öldüğünü söyler ve gider. Yazar kapıyı kapatır kapatmaz, küçük penceresinin önüne gelir, bir sigara yakar ve Piraye Hanım'ı düşünmeye başlar. Çok da tanımıyordur Piraye Hanım'ı sadece birkaç kez görmüştür o kadar. Ama yazar bununla yetinmez, Piraye Hanım'ın gençliğini düşünür, ne kadar güzel bir kadın olduğunu, aşıklarını, neden evlenemediğini, günden güne nasıl yaşlandığını, yalnızlaştığını çevresindeki kadınları ve erkekleri...bir bir üzerinde durarak düşünür. Aslında, tanımadığı Piraye Hanım'ın o anda hikayesini yazmaya başlar. Önceki dört dairedeki insanların Piraye Hanım'a bakışlarından çok farklı bir şekilde bakar habere. Biz kalan bu son sayfalarda, ölen Piraye Hanım'ın kurgulanmış hayat hikayesini okuruz genç yazarın dilinden."

Bu hikaye, okuduğum ilk andan itibaren çok önemli oldu benim için. Ve dediğim gibi, ileride birilerine "bakış açısı"nı anlatacaksam, doğrudan bu metni vereceğim. Doğruca öğrenebilmeleri için...

Sonradan gelen zorunlu ekleme: Şimdi okuyup da bakış açısıyla ne alaka diyenler olabilir haliyle. Bu hikayeyi okuduktan sonra sorulması gereken iki önemli soru var bana göre, birincisi neden apartımanda 5 daire var. ikincisi de ilk dört dairede bakış açıları birbirinden farklıyken 5. dairede, çatı katında neden bir yazar oturuyor?

Kare bir masanın ortasına herhangi bir cisim koyalım. ve dört kenarına da dört kişiyi oturtalım. Bu dört kişinin masanın üzerinde gördüğü cismi anlatış şekilleri birbirinden çok farklı olacaktır, masa etrafında oturma düzeni ve cismi görüş (bakış) açılarıyla. ilk dört daireyi buna benzetebiliriz. 5. dairedeki yazar da, bu masanın (dünyanın) üzerindeki her şey gören bir bakış açısına sahiptir (tanrısal bakış açısı). Tanrısal bakış açısı, romanlarda en çok kullanılan anlatım tekniği olması sebebiyle de (hepsinde değil tabi ki, birçoğunda diyorum) yazar, hikayede, apartımanın en üst katında, anlatacağı hikayenin her ayrıntısını gören, duyan, bilen bir kişiyi koyarak tanrısal bakış açısına işaret ediyor.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

ışık...duman...akıl

Işık akılla oyun oynamamalı...Bir yanıp bir söndüğünde geride bıraktığı izleri düşünmeli...
Aklın önünde duran işareti belirginleştirmeli...Bunun görevi o...Oyun oynamak değil...

Işık artık dumanın içinden de geçmiyor...Dumana kendi rengini vermekten çekiniyor...Işık bonkör olmalı...Kıskanmamalı yansıttığı damlaları...
Işığın yansıttığı o ışık hüzmeleri çarpabilecek "nesne" bulamadığından yalnız bu kadar...Kıskançlığı bu yüzden...O şahane görsel oyun, dumanından içinden geçip insana çocuksu bir haz veren o heyecanı saklıyor elinde büyük bir kibirlilikle...Oysa o paylaştığında büyüyor ışığını...
Farkında olmadan içiçe geçtiği dumanı yokediyor...Duman yükseliyor, içinden geçmeyen her bir hüzme için havada hırçınca yükseliyor...Maviliği rahatsız edercesine inatla aranıyor...

Artık havada keyifle salınan duman, isten büyük bir iz bırakarak yokoluyor...Hava onu yutuyor...

Işık aşağıda gizlenip dumanın yokoluşunu izledikten sonra garip bir hazla gülümsüyor havaya...Gizleniyor...Çünkü havada güneş var...Yokolması mümkün mü?

(Not: 26 Nisan 2007 Pazartesi tarihli günce)

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Saatiniz var mı?

Hepimiz sosyal yaratıklarız, en azından buna mecburuz (aramızda ben insan değilim diyenler varsa, çıksın açıklasınlar bir bir, sosyal değilim ben deyip ardından, "kahrolsun insan sosyalliği" diye slogan atmanızı bekliyorum). Evde, yolda, okulda, işte mecburen iletişime geçiyoruz insanlarla. Hiç olmazsa "bir şey sorma" mecburiyeti içerisine giriyoruz.

Yolda, sokakta, caddede dolanırken, bir yeri arıyorsam veya herhangi bir şey soracaksam yapacağım ilk iş; "sorumu soracağım kişiyi seçmek"tir. Bir kişiye soru sorma işinin en zor kısmıdır. Onlarca, yüzlerce insan arasından hangisini seçeceğim? Hangisi benim soruma cevap vermek isteyecek? Ya da seçeceğim insan soracağım soruyu biliyor olacak mı? gibi onlarca soru geçiriyorum kafamdan. En az 5 dakika soru soracağım insanı seçmek için uğraşıyorum.

Evet, sonra onlarca insan arasından bir tanesini gözüme kestiriyorum, yaklaşırken dua ediyorum tabi ki, lütfen soracağım yeri/şeyi biliyor ol, ne olur! diye. Yaklaşırken asıl kısım başlıyor işte. O kısacık an içinde, beynimi kızıştıracak onlarca soru üşüşüyor yine.

- "Sorumu nasıl soracağım?"
- "Ses tonumu nasıl ayarlamam lazım?"
- "Acaba soru sorduğumda tepkisi ne olur? Küçümseyerek, alaycı bir şekilde mi cevap verecek?"
- "Aptal gibi görünmemeliyim"
- "Offf, tamam sorup geçeceğim işte, yormayın beni daha fazla. Alt tarafı "afedersiniz, şu yeri arıyorum ne tarafta?"
diye soracağım.

Tek bir cümle için, çektiğim sıkıntıları görüyor musunuz? Alt tarafı bir soru soracağım bir insana. Niye bu kadar sıkıntı çekiyorum? Çünkü çok sosyaliz hepimiz.Ve birbirimiz üzerinde düşüncelere fazlasıyla önem veriyoruz.

Bugün de Negatif Bey'le çarşıya giderken, karşıdan bisiklete binmiş bir adam geldi, yanımızda durdu ve aynen şöyle sordu;

- "Saatiniz var mı?"

Saati söyledik. Saniyeler içerisinde gerçekleşti bu olay. Ama bu olay burada bitmiyor tabi, asıl bundan sonra başladı. Biz saati söyleyince bize soru soran adam, 5 saniye içerisinde bütün hayat hikayesinden bir kesit anlattı;

- "Ya benim telefonum bozuk, tamircide kaldı, o yüzden saatim de yok. Annem de hasta yatıyor, yanına yetişmem lazım...."

Adamı 5 saniyeliğine de olsa dinledik. O 5 saniye çok önemliydi. Tanımadığımız, bilmediğimiz bir insan bize o 5 saniyede hayatından bir kesit sundu. Bir 5 saniye daha beklesek kim bilir neler anlatacaktı bize. Sonra teşekkür ederek, bisikletiyle uzaklaştı, gitti. O andan sonra, adamın bize yaklaşırken, kim bilir neler düşündüğü, sadece "saatiniz var mı?" sorusunu sormak için kafasından hangi ihtimalleri kurup yıktığı ve en sonundaysa, hiç ummadığı bir şekilde, bize soru sorduktan sonra saati sormasının nedenlerini sıralaması aklıma geldi. Gülümsedim o an, çünkü ben de böyleyim. Tanımadığımız, bilmediğimiz kişilere bir soru sormadan önce neden bu kadar çekiniyoruz? Neden tek cümlelik sorular için kafamızda dünyaları kurup tekrardan yıkıyoruz? Oysa çok basit her şey. Soruyu sorup, cevap alacaksın.

Basit gibi görünüyor ama öyle değil. Sanırım birçok insan da benim gibi. Bir soru sormadan önce, dünyaları kuruyoruz kafamızda ve sorduğumuz anda hiç ummadığımız şeyler oluyor. Ummadığımız şeyler söylüyoruz. Bir bakıyoruz, hayatımızdan bir kesit anlatıyoruz, bir bakıyoruz sorma nedenlerimizi sıralıyoruz. Birbirimizden korktuğumuz için mi böyle? Niye korkuyoruz? Hiç tanımadığımız bir insanın, sırf gereksiz bir soru sorduğumuz için bizim hakkımızda ne düşüneceklerini kafamıza taktığımız için mi?

Her şey bir kenara, eğleniyorum ben, bana birazcık benzeyen insanlara hayatın içinde böyle rastgeldiğim zaman. O koca sosyal karmaşalığın içinde her ne kadar karanlık bir yalnızlık içinde olsak dahi, birçok özelliğimiz birbirine benziyor. Ve bence sırf bu özellikler yüzünden "yalnız" değiliz.

Evet, saatiniz var mı?

4 Ağustos 2011 Perşembe

Nereye kayboldu bu "insan"?

Kendi kendine: "İnsan, evet, insan;" diyordu, "ona ne oldu? Onu ne yaptılar? Bütün nazariyeler, bütün doktrinler, bütün mezhep ve tarikatler hep onun ters alınyazısını düzeltmek; onu yetiştirmek, geliştirmek, rahat ve huzura kavuşturmak için değil miydi? Fakat işte, nazariyeler, doktrinler, mezhepler yürüyüp yayılıyordu, ama ortada insan'dan eser görülmüyordu. Hattâ bunlar, biraz önce yanımdan ayrılan bir insan'ı, kara bahtından daha karanlık bir duruma atıyor."

(Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Panorama, İletişim Yay. 2010 s. 322-323)

2 Ağustos 2011 Salı

Caddelerde Sıcağın Altında Oyun Oynamak...

Bazı zamanlarda donup kalıyorum. Atmam gereken adımlar oluyor, gücümü toparlayıp ilerleyemiyorum. Oysa, çokluk zaman adını sanını bilmediğim caddelerde dolaşmak istiyorum. Daha öncesinde görmediğim, bilmediğim dükkanların önünden geçmek istiyorum, neredeyse bütün insanların önünden geçerken izlediği vitrinleri izlemek istiyorum. Vitrinler, izlenmek için mi gerçekten? Vitrinin içindekileri değil, nedense camlardan yansıyan görüntülerine takılıyor insanlar, böyle düşünüyorum hep. Ya da gördüklerim buna inandırıyor beni. Kocaman camlardan yansıyan görüntülerini izliyor insanlar.

- "Bu sıcakta caddelerde ne işimiz var? Zaten asfalt eriyip gidiyor sıcağın altında, nasibimizi almayalım biz de kaynamış kaldırımlardan...Bir de terlemek var, şapır şapır terleyeceğiz yok yere."

- "Caddeler önemli...İnsanları izleyeceğiz. İnsanların iki yüzlülükleri arasında kaybolacağız. Bize de bulaştırsınlar yüzlerini, biz de nasiplenelim. İçimiz zaten soğuk, kaldırımların kaynar halinden, asfaltın erimişliğinden içimize sıcaklık akar belki...Hem zaten, kaldırımlarda nereye koşturdukları belli olmayan insanlar, sabahın erken saatlerinden itibaren kaynatmaya başlamıyorlar mı kaldırımları? Vızır vızır geçmeye başlayan arabaların lastikleri, motorları eritmiyor mu güneşle beraber asfaltı? Biz de nasiplenmeliyiz bundan...Hayat bizi de ertimeli, böyle dondurmamalı bizi. Hareket etmemiz lazım...Terden sırılsıklam olmamız lazım"

Sıcağın alnında her yer kaynarken, caddelerde insanlar ve arabalar kaynıyor. Sıralı dükkanlar, birbirinden alakasız şeyler satıyorlar insanlara. İnsanlarda, bitmek tükenmek bilmeyen bir "alma" merakı, alma olmazsa bile "bakma" sevdası. Bunlar tükenmiyor hiç. Caddeler tükeniyor, dükkanlar tükeniyor, ayaklar tükeniyor, sıcaklar tükeniyor ama bu merak tükenmiyor.

- "Sen hiç caddelerde üzerinde çamaşır suyu lekesi olan bir t-shirt ya da şort ile dolaşan insan gördün mü? Tabi, yaz mevsimi için söylüyorum, kış olsa eşofman diyecektim. Neyse lafı değiştirme hemen, soruma cevap ver."

- "Bu zamana kadar görmedim sanırım, ama görmüş de olabilirim. Evimin sokağında markete giden birisini gördüm iyi hatırlıyorum."

- "İnsanlar caddelerde böyle dolanmaz. İnsanın, caddelerde, üstü başı tiril tiril olmalıdır. Bu en basit kural. Yoksa caddelerden gelip geçen insanların bakışlarından kurtulamazsın. Bakışlarıyla resmen seni kınarlar, "şuna bak, bizim gibi olamamış" diye. Oysa senin üstünde çamaşır suyu lekesi olan bir şeyle dolaşma özgürlüğün vardır. Ama dükkanların vitrinlerinde insanlar bunu görmek istemez. Her şey muazzam derecede düzgün olmalıdır. Kuralına göre. Oyun gibi her şey. Ve bu oyunun da kuralları var. "İnsanların içine çıkma oyunu".

Bu oyunu ilk kim buldu, kurallarını kim buldu belli değil. Zaten insanlar da bunu düşünmek istemez. Sadece kurallara uymayı severler. Her şey baştan bellidir. Kurallara uymayanları da anında aralarından çıkarmak gibi özellikleri vardır insanların. Ve bunda da gayet başarılıdırlar. Hiçbir şeyde başarılı olamasalar bile, "çıkarma" işinde oldukça başarılıdırlar. Mesela bir "toplama", bir "çarpma" bir "bölme"de o kadar başarılı değillerdir. Ama söz konusu "çıkarma" olunca, hiç kimse birbirinin altında kalmaz. Kalamaz.

Bizim işimiz eksiltmek, diğer bir deyişle de tüketmek...

Mesela, bir kitabın sayfalarını "toplayıp" son sayfaya ulaşmak çok zordur birçok insan için. Hatta cehennem ıstırabı bile verebilir bazılarına. Oysa, sürekli "+1" diyeceksin bundan zor ne var değil mi? Değil tabi ki, çok zor bu. Zamanın başından beri böyle. Sayfalara karşı bir nefretimiz, bir soğukluğumuz var. Anlıyor musun? Ama bunu tersi olarak, bir "kitap yakma" işinde oldukça başarılıyız. Hem çok kolay, atıyorsun yanıyor, hiçbir şekilde beyninde gerçekleştirebileceğin bir uygulama yok, sadece aklından geçirmen yeterli. Hem, "-1" de yapmadan, toptan bir şekilde eksiltiyorsun.

-"Konudan çok saptın farkında mısın? Daha az önce caddeleri anlatıyordun. İnsanlara oradan da kitaplara geçtin birden."

- "Bunların hepsi birbirinden ayrı düşünülebilir mi? Bak mesela, İskenderiye Kütüphanesi varmış bin yıllar öncesinde, sağolsunlar, insanlar ileride düşünme gereği duymasın diye milyonlarca kitabı yakıp yıkmışlar. Sonuç; insanlık tarihi 2000 yıl geriye atılmış. Ne güzel değil mi? Aslında ciddi anlamda insanlık adına güzel bir eylem. Yakılıp giden kitaplar günümüze kadar ulaşabilmiş olsaydı şayet, şu zamanda krallıklarını ilan etmiş birçok düşünce ne varolabilecekti ne de bu şekilde şiddetli bir biçimde hüküm sürebilecekti bazı yerlerde. Hem o zaman, insanlar bu sıcak yaz günlerinde böylesine birbiriyle yarışırcasına caddelerde vitrinlerin önünden geçmeyeceklerdi kim bilir. Bak sıcak dedim, bu yaz günlerinde insanın su içmekten vücudunun %70'i yerine, %95'i su olacak neredeyse."

- "Öyle diyorsun ama sularımız boşa akıyor, daha geçen gün bir çayın önünde oturup arkadaşlarımla konuşurken, suyun akışını izledim. Aklımdan tek geçen düşünce, bunca suyun boşu boşuna aktığıydı. Niye bir çaresini bulmazlar, niye musluk takmazlar anlamıyorum. Hepsi boşa akıyor. O gece aklıma takılan en önemli mesele buydu. Resmen aklımı yiyecektim. Küresel ısınmayla mahvolacağımız günler yakın, ama şu sulara bir çare bulsalar keşke. En çok da sümüklü böceklere üzülüyorum, gerçi onlar ortaya çıkmak için hep yağmuru bekliyorlar, ama yağmur da kalmazsa sanırım bir daha göremeyeceğiz onları."

- "Offf, çok dağıldık konudan konuya, bu sıcak bizi niye bu hale getirdi? Ben en başından beri, adını sanını duymadığım caddelerden bahsediyordum, kolumdan çekip nerelere getirdin beni. Sular boşa akıyormuş...Hey Allahım, akacak tabi, akacak ki, denize ulaşıp kaybolacak denizin içinde. Bunların hepsi bir döngü farkında değil misin?"

- "Döngü diyorsun da, sakın bunların hepsi de Ameriga'nın Oyunu olmasın?"

- "Ameriga'yı bilmiyorum da, oyun dediğin şey önemli. Hepimiz bir oyunun içindeyiz, hepimiz bir oyun oynuyoruz. Hem de tek bir oyun değil, onlarca, yüzlerce oyun oynuyoruz hayatımız boyunca. Bir oyun bitiyor bazen, yerini başka bir oyuna bırakıyor. Oyun bitmiyor..."