Sayfalar

14 Kasım 2013 Perşembe

Hâlâ Golden Virginia Tütünü Sarabilme İhtimali



Çok uzun zaman oldu Golden Viginia tütünü yüzü görmeyeli. Bu zaman dilimi içinde başımdan neler geçti, neler meydana geldi tam olarak toparlayamasam da, Golden Virginia tütünü lezzetinin eksikliğini hissetmiyor değilim.

Hayatım çok güzel, keşke herkesin hayatı bu kadar güzel olsa, kuşlar böcekler, börtüler böcekler gibi cümleler kurmayacağım. Bir şeylerin üzerine basa basa (ve aynı zamanda tekrar tekrar) söylendiği zaman istemsiz bir şekilde şüpheleniyorum. Bu istemsiz haller beni olmadık düşüncelere sürükler her zaman. Benim hayatım olması gerektiği gibi. Ne çok güzel ne de çok berbat. O yüzden gereksiz anlatımlardan kaçınmaya çalışıyorum. Ne sürekli hayatın güzel olduğundan ne de berbat olduğundan dem vurmak hoş olmasa gerek.

Pazartesi günü sabahın köründe işe giderken, kampüsün girişinde bir öğrenci dolmuşunu devilmiş halde görmem... Dolmuşun yanından arabayla yavaşça geçerken yerde yatan iki öğrenciye müdahale edildiğini görmem... Bir iki saat sonra ise, bir öğrencinin vefat ettiğini haber almamız... Akşama kadar türlü düşüncelere gark eylemem...

Akşam başka bir okuldaki derse yetişmek için çıktığımda, kontağı çevirince arabanın aküsünün bittiğini farketmem (Sabahki olayın şokuyla olsa gerek farları açık unutmam yüzünden oldu sanırım. Sabahın köründe bizim okulun kampüsün etrafı sislerle çevrili oluyor her kış). Bir saate yakın çevreden akü kablosu bulmaya çalışmam... En sonunda fakültedeki bir teknikerin yardımıyla aküyü şarj edebilmem ve nihayet yola çıkabilmem... Diğer okula derse giderken yolda geçen 45 dakika boyunca bir sürü şeyi düşünmem...

Sanırım hayatımın en uzun günlerinden birisiydi (Gün Uzar Yüzyıl Olur- ya da Gün Olur Asra Bedel adında bir kitap da var hatırlatırım)...

Bunların dışında hala uzun saçlı öğrencilerim mevcut (2-3 tane de olsa şükür ki var). Ve bu öğrencilerle yine dalga geçiyorum. En son bir tanesine "Saçlarını kestirmezsen derse almam, dersimden de kalırsın. Ayar oluyorum ben uzun saçlı erkeklere." diyerek çok ağır tehditler ettim. Yazık, az daha ruhunu teslim ediyordu karşımda. Daha fazla uzatıp işkencesine işkenceler katmadan aldım gönlünü haliyle.

Bir de tabi ömr-ü hayatımda gördüğüm en teknolojik sınıftan da bahsetmeden geçmek olmaz. Arkadaş ben böyle sınıf görmedim... Yazılım Mühendisliği diye bir bölüme derse giriyorum. Sınıfta herkesin önünde ya bir laptop, ya bir ipad, ya da en olmadı en akıllısından telefon mevcut. Ben ders anlatırken, sınıfta oluşan yoğun "tıkır tıkır tıkır" gibi tuş seslerine ilk hafta oldukça yadırgadım. İlk başta ne olduğunu bile anlamamıştım. Online oyun mu oynuyorsunuz lan orda alenen? diye çıkıştığım da oldu. Sonra bir baktım pek sevgili öğrencilerim, ne anlatıysam not alıyorlarmış. Nutlum tutuldu haliyle. Zehir gibi çocuklar.

Ve hala tabi, yılların değişmez bir yazgısı olarak ödevler.

Bu aralar, 2. Meşrutiyet döneminde çıkan Eşek adında bir mizah dergisini Latin harflerine aktarıyorum. Çok eğlenceli bir dergi. Adamların mizah yeteneğine hayran kalmamak elde değil.






İttihat ve Terakki'ye çok pis geçiriyor. Öyle böyle değil. İlerleyen zamanlarda umarım bununla ilgili geniş içerikli bir yazı da yazabilirim.

Bu kadar saçmalamamın bir amacı var tabi ki. Şu şarkıyı dinliyorum ne zamandır. Her dinlediğimde sevdiceğimle olasım geliyor. Alıp alıp fırlatıyor beni uzaklara, öyle böyle değil.

O değil de, çöp adamlardan (adam mı insan mı? çok mu fazla "seksist" konuştum yoksa? o_O - ha adam ha kadın ha insan. Hepimiz aynı değil miyiz azizim?) inanılmaz sanat icra ediyorum. Paint üstüne kimseyi tanımam. Delice sanat yapıyorum paintte. Bir duyarlı sanat olarak paint adlı bir konuşma yapacağım.

25 Temmuz 2013 Perşembe

Salli Kafası ya da Düşünemeyip Yaşayamayangiller

"Biz saffetimizle sanırız ki bütün tanıdıklarımız her zaman kendimizi olduğumuz gibi görecekler, masum isek mücrim saymayacaklardır. Halbuki aleyhimizde verilen hükümlerin sebepleri çok kere bizim kusurlarımız değil, bize bakanların görüşlerini bulandıran kendi hisleri, acizleri ve öfkeleridir. Zalim size zulüm etmekteki sebebi kendi fena kanında bulur. Sizi ısıran köpek siz ısırılmaya müstehak olduğunuz için değil, kendisi kuduz olduğu için ısırır. Onun için ehemmiyeti olan şey sizin ısırılmanız değil, kendisinin ısırmasıdır." (Abdülhak Şinasi Hisar - Fahim Bey ve Biz, s. 82, YKY, 2012 İst.)

Bu zamana kadar okuduğum kitaplardaki karakterlerden sadece ikisine, okurken içim burkularak, neden daha farklı olamıyorsun diye kızmışımdır. Bunlardan biri Kürk Mantolu Madonna'daki Raif Bey; diğeri de Fahim Bey ve Biz'deki Fahim Bey karakterleri. Roman boyunca bu kadar aciz olabildiklerine hayretler ettim kızgınlıkla birlikte. Oysa romanın son sayfasını da okuyup, kitabı kapattığımda şöyle bir düşününce; benim olduğum zaman dilimindeki insanlarla; bu kitaplarda geçen zaman dilimi içindeki insanlar birbirlerinden çok çok farklıydı. Ben bugünün insanının gözünden Raif Efendi'yle, Fahim Bey'e kızıp sitemler ettim. Özellikle, Fahim Bey ve Biz'i okurken, Fahim Bey'in o acizliğine kızıyordum. Romanın sonunda ise, Fahim Bey'in gerçekte neler yaşadığını etraflıca düşününce asıl aciz olanın "okur" olduğunu gayet güzelce anlıyordum. Fahim Bey, yaşadığı devir içinde oldukça güçlü bir karakterdi. Kendisine olmayan bir dünya yaratıp, olmayan şeyleri gayet gerçekçi bir şekilde yaşayabilen, kimilerinin "deli" olarak adlandırabileceği bir kişilik. Burada uzun uzun roman tahlillerine girişmeyeceğim elbette. Yeterince yapıyorum bu yorucu işi. Buraya da taşımanın bir anlamı yok. Benim asıl bahsetmek istediğim bambaşka şeyler, her zaman olduğu üzere (dağ bayırda dolaşırken, uçsuz bucaksız topraklarda yerden bir taş alıp uzaklara atmayı çok severim. kollarım güçsüz olduğundan, taş atarken yeterince uzağa atamadığım için kendime kızarım).

Biliyorum, ben uzun süredir "bir şeyler" yazmıyorum (ya da yazamıyorum). Türk Dili ve Edebiyatı okuyup da iyi bir yazar/şair olabilen hiç denk gelmedi bu zamana kadar. Neden bu bölümü okuyup da bir yazar/şair olunmaz diye sorarım kendime hep (istisnaları sayabilirsiniz bana. ama bu istisnalar arasında da çok çok iyi diyebileceğimiz kişiler 1-2 kişidir, daha fazla da değil). Kendimce cevap buldum zamanında bu soruya. Özellikle seneler geçtikte, bu işin teorik alanına eğildikçe işin kurmaca kısmını oluşturmakla ilgili becerileri pek geliştiremiyor insan. Zamanında (ben gençken...bu sözü de yavaş yavaş kullanmaya başladım bu sıralar), kendime göre güzel şeyler yazardım. Hayallerim de vardı bununla ilgili (şimdi ne salakmışım ben ulan diyorum). "Orta yaş şairleri"ni ve "anne ben şair oldumcukları" bir kenara ayırırsak şayet, işin teori boyutunu irdelemeye başlayınca "Ben kendimi ne zannediyormuşum ulan?" diye sorar oldum. Haliyle birkaç yıldır, "kurmaca metin oluşturmak" için bi cesaretim kalmadı. O kadar yetenekli değilim. O kadar zeki değilim. Sadece daha çok okumam gerekli tek bildiğim şey bu.

Bu zamana kadar okuduğum kitaplardan da öğrendiğim en güzel şeylerden bir tanesi de, tanıdığım/tanımadığım bir insanın kendi hikayesini oturup dinlemeden kesin hükümlerden kaçınmam gerektiğiydi. Ve ben bu zamana kadar da, sevdiğim dediğim insanları hep dinledim. Bir şey söylemek istediğim zaman da, ne söyleyeceksem yüzüne karşı söylemeyi tercih ettim. Tamam, sevmediğim ya da daha yeni tanıdığım insanların arkasından çok konuşmuşluğum olmuştur. Fakat bir süre geçtikten sonra da, denk geldiğimde fırsatını yakaladığım anda bir hükmüm varsa doğrudan söyledim. İşin tuhafı çok az insan bende kötü bir izlenim bırakabiliyor. Bazen insanlara gerçekten gıcık olmak istiyorum, onlara sinirlenmek istiyorum. Ama okuduğum, severek okuduğum kitaplardaki tanıdığım karakterleri düşününce sinirlenemiyorum bile. Hatta işin en kötü tarafı, bir anlaşmazlık meydana geldiğinde genelde suçu kendimde buluyorum. Belki diyorum, ben farkında olmadan ters bir şey söylemişimdir ya da farkında olmadan gücüne gidecek bir davranışta bulunmuşumdur diye kendi kendimi yiyip bitiriyorum. O yüzden de hep insanlarla bir anlaşmazlığa düşünce yüzlerine sormuşumdur "Neden böyle oldu?" diye. Belki çok önceleri bundan çok farklı bir insandım. Hatalarım, insanları üzdüğüm anlar da çok olmuştur. Ama yıllar geçtikçe, bambaşka bir insan oluveriyor insan. Ben bambaşka oluyorken, eskisi gibi domuz gibi susmaya değil de insanlarla konuşmaya gayret ediyorum. Ve artık eskisi gibi de, birileriyle bir sıkıntım olduğunda gelip bu elektronik beyaz sayfaya dökülmek yerine, gidip insanlarla birebir iletişim kurarak "anlamaya" çalışıyorum. Bir de bazı (baĞzı) insanlara üzülüyorum. Birisine kızıp, birisine üzülüp, birisine aşık olup, birisi yüzünden mutlu/mutsuz olup da gelip buraya içini döken insanlara üzülüyorum. Yazdıklarının sonuna da, "artık insanlar birbirlerini anlamıyorlar azizim" diye de not iliştirmeyi ihmal etmiyorlar. En çok buna gülüyorum. Ben bu aralar çok şeye gülüyorum. Çok şeye üzülüyorum. Çok şeye mutlu oluyorum. Çok şeye kızıyorum. Çok şeye isyan ediyorum. Çok şeye takılıyorum. Çok şeye hayret ediyorum (iyi ve kötü anlamda hayretten bahsediyorum. hayır "hayrettin" değil). Çok şeye heyecanlanıyorum. Çok şeye seviniyorum. Çok şeye...

Ben aslında buraya olduğu gibi dayayıp döşeyebilirim. Nasılsa burası benim mecram değil mi? İstediğim gibi, ağzıma geleni söyleyebilirim değil mi? Nasılsa beni az da olsa birkaç kişi okuyor değil mi? Benim söyleyebilecek çok şeyim var aslında. Ama ben günlerdir "özellikle" susuyorum "burada". Çünkü söylemek istediklerimi gidip söylemek istediğim kişiye söyledim. Belki dedim, benim bir hatam olmuştur. Farkında olmadan üzmüşümdür insanları. Belki telafisi olabilir meydana gelen saçmasapan şeylerin. Belki ortada benim büyüttüğüm kadar üzücü bir durum yoktur. Belki ben yanlış anlamışımdır. Diye düşünüp durdum hep. Ta ki olanları "gerçekten" konuşana kadar. Yazılan, blog sayfalarında atılıp tutulan düşünceleri okuyuncaya kadar. Hepsini biraraya topladığımda gördüğüm, kendimi tamamen yok yere suçladığım oldu. Yok yere perişan etmişim günlerce. Meydana gelen o saçmasapan şeylerin olduğu günlerde, istenilen şekillerde davranılsaydı bile verilen hükümler yine aynı olacaktı. Peşin hükümlerin şaşmaz kaderi bu. Önünde sonunda hep olmadık şekillerde sonuçlanırlar (aksi yönlerde sonuçlanırlar demek istiyorum aptal!). Bir şekilde telafi edilebilire inanıyorken, şimdi telafi edilemeyeceği gibi, karşılıklı birçok şeyi alıp sonsuza kadar götürdüğüne kaniyim. Hiçbir şey getirmediği gibi yani, yıllardır biriken nice güzellikleri alıp bir çırpıda götürdü. Ben bu zamana kadar, büyüklerin (akrabalarda gördüklerimi belirtiyorum büyüklerde derken) birbirlerine küsüp darılmalarına bir anlam veremezdim. Sanırım bunu yavaş yavaş öğreniyorum/öğretiyorlar.

Bu peşin hükümler olmadık şekillerde (aksi yönler olacak. hala kıvıramıyorsun bu işi) sonuçlanadursunlar (durakoymak, geledurmak, oturakoymak...güzelim memleketimin ağzı) ben sürekli şikayet edilen o "SALLİ KAFASI'nda (güzelim memleketim SALİHLİ'ye SALLİ deriz biz) yaşamaya mahkum bir şekilde kalıyorum ne hikmetse. Salli Kafası demişken "Salli Boyz Salli Rulaz" gibi muhteşem ötesi deyimimizi hatırlatmayı çok görmezsiniz bana umarım. Bu Salli Kafası ne menem bir şey ben hala çözebilmiş değilim. Günlerdir düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum. Fakat işte bir anlam veremiyorum. Nasıl bir kafadır ki bu illa çıkılmak zorundadır? Bu kafadan çıkıp da (neden ve nasıl bu kafa içinde yer alıyorum, böyle bir sınıflandırılmaya tabi tutuluyorum korkak gözlerle sağıma soluma bakarak anlamlandırmaya çalışıyorum ama bulamıyorum) hangi kafaya ya da kafalara girmem gerekiyor? Bütün bunlara kim neden nasıl ve ne için karar veriyor? Bu kafadan çıkılması isteniyorsa, bu kafa aşağılanacak bir kafadır demek ki. Öyle ki, bu kafadaysa bir insan düşünemez, hayatı yaşayamaz, farklı birçok güzel insanla tanışamaz (tanışamadığı için de hayattaki birçok hikayeyi de kaçırır göremez), hayatta var olan birçok güzel şeyden mahrumdur. Bu tür kafadaki insanları görünce lütfen uyarınız. Güzel dünyamızı hep siz bozuyorsunuz. Bu kafadan çıkın artık. Bizim olmak istediğim noktalara ulaşmamızdaki tek engel sizsiniz diye uyarın. Yeter artık bu SALLİ KAFASI'ndaki insanların bize çektirdikleri. Bizim çok güzel hayatlarımız var, tanışmak için daha güzel insanlara ihtiyacımız var. Önceki tanıdıklarımız hep geri kafadalar. Aşamadıkları hep bir sorunları var. Kafa, kafa, kafa...Olmadık şeylere takılıyorlar canım. Canım insanlar. Bu insanlar da ne oluyor kuzum? Hayatı hep bir otel tadında yaşıyorlar. Bu olacak şey mi? Bize yaptıkları çok büyük bir terbiyesizlik. Topunu hayattan men etmeli. Zaten hayatı yaşayamıyorlar. Hayat böyle yaşanmaz yavrum, sezercik. Sana çok güzel hayatları anlatacağım. Sen şimdi SALLİ KAFASI'ndasın, bunları anlamazsın. Nasılsa yaşadığın bir şey yok o köhnemiş memlekette. Bir misafirlik nasıl olur onu bile bilmeden, olmadık işlere kalkışıyorsun. Sahi yavrum sezercik, aslan parçası, sizin o memlekette misafir nasıl olunur öğretmiyorlar mı? Ah siz ezikler... İşte bunlar hep SALLİ KAFASI. Olmadık şeylere sıkılıyor canınız, sonra gelip bize patlıyorsunuz, ağlıyorsunuz, sinirleniyorsunuz. Halbuki bu kafadan çıkmadığınız müddetçe bilin ki size gittiğiniz yerde insan muamelesi edebilecek bir kimse yok. Başka kafalarda yaşıyor insanlar. Ben o kafaları çok kıskanıyorum. Kafalar demişken, babam anlattı. Şimdi TELEGOL'de yorumculuk yapan Gökmen Özdenak, Galatasaray'da oynarken çok güzel kafa golleri atarmış. Ben Gökmen Özdenak'ı kıskanıyorum. Ben hayatta bu kafadayken, güzel goller atamıyorum. Kafa topuna yükselemiyorum bile. Onun için de aşağılayacak mısınız beni?

Bu SALLİ KAFASI'nda yaşayanları biraraya getirip bir koruma ve yaşatma derneği kurmak istiyorum. Bu kafadaki insanlar azalmasın. Azalmasın ki, günden güne yapayalnız kaldığımı hissetmeyeyim. Benim bildiğim bu kafa, öyle bırakılıp çıkılası bir kafa olmadı hiçbir zaman. Bana, bu kafadan çık demeseler bile, ima edenleri kendimce cezalandırdım. Uzak durdum her birinden. Ben bu kafadayken neler düşünüyorum, neler hissediyorum, neler yaşıyorum, hangi insanlarla tanışıyorum, hangi olaylara/hikayelere tanık oluyorum bir ben biliyorum. Bana soran eden de olmuyor hiç. Sorup etmedikleri ve öğrenemedikleri için de (sanırım başka kafalara geçince gerçekten dayanılmaz bir hale geliyor bu kafa. bu kadar iğrenç bir şey olamaz mı diyorsunuz ne yapıyorsunuz? bunun bu kadar dayanılmaz tarafı ne? siz de bir zamanlar bu kafada değil miydiniz?) bambaşka hallerde görüyorlar beni. Ben, onlara göre, küçücük bir yerde, tamamen zamandan ve insandan yoksun bir şekilde yaşıyorum, düşünemiyorum. Yaşayamadığım, düşünemediğim için de hayatta her şeyi kaçırıyorum. Kaçırdığım gibi de sevdiğim (sözde) insanların kaçırmalarına da neden oluyorum. Ah SALLİ KAFASI ah. Ne yaman bir kafaymışsın sen.

Kafa, kafa, kafa demişken, bu kadar kafa açmanın alemi yok. Kafalar üçe ayrılır; 1: GÜZEL KAFALAR DİYARI, 2: ORTA KAFALAR DİYARI 3:SALLİ KAFASI. Ben şu an en alt-tabakadayım. Bu kafadan çıkmam lazım. Düşündüğüm, yaşadığım şeyleri, tanıştığım sevdiğim insanları içimden atmam lazım. Ki bu kafadan çıkabilmem kolay olsun. Hem belki o zaman misafir nasıl olunur öğrenebilirim değil mi? Öğrenirsin yavrum, sezercik, aslan parçası. Sana daha neler öğreteceğim ben. Sen bu kafadan çık, şu boktan özünü bir terket. Bak o zaman nasıl süper oluyor her şey. Oh mis. Bak çek ciğerlerine bu taze havayı. Buram buram yaşam kokuyor. Sen bilmezsin bu yaşamları. Sahi sen bu zamana kadar ne yaşadın ki kuzum?

Sahi bu SALLİ KAFASI, insana söze başladığı yeri bile unutturuyor. Fahim Bey diyordum. Fahim Bey'den özür diliyorum. Seni o kadar aciz gördüğüm, sana acıdığım için. Kitabın son sayfasını da okuyup oturup düşününce güzel şeyleri anımsattığın için çok özür diliyorum. Daldan dala atlayıp da seni ihmal ettiğim, sana gereken ilgiyi gösteremediğim için özür diliyorum. Senin adında, bu zamana kadar okuyup da kızdığım, aciz gördüğüm birçok roman karakterinden de özür diliyorum. İyice dinleyip anlamadan, yaşanılan şeyleri gerçekten anlayamadığım için özür diliyorum. SALLİ KAFASI'nda yaşadığım için özür diliyorum. Ama ben başka bir kafada yaşamak da istemiyorum. Yaşamaya çalışsam bu kafadan çıkıp da mutsuz olacağımı adım gibi biliyorum. O yüzden de artık birçok şeyin eskisi gibi olamayacağını, eskisi gibi hissedemeyeceğimi bildiğim için özür diliyorum senden Fahim Bey. Ve bu yazıyı yazarken bile gerçekten yorulduğumu belirtiyor olmaktan ötürü de özür diliyorum. Çünkü bunu yazmaktansa, okumam çalışmam gereken birçok şeyi geride bırakıp, önemsenmeyecek derecede birkaç kelam etmeye çalıştığım için kendime kızdığım için özür diliyorum senden Fahim Bey. Senin adında, senin gibi insanlara peşin hüküm verip de, düşüncelerini cesaret edemeyip de yüzlerinize söyleyemeyen, gayet "ay insanlar da çok değiştiler, çok benciller azizim. bize yeni tanışılacak güzel karakterler lazım" diyen GÜZEL KAFALAR DİYARI'ndaki insanlar adına özür dilerim Fahim Bey. Gözün arkada kalmasın. Sen ve senin gibileri koruma ve yaşatma görevini ben üstlenebilirim. Yeter ki namımız yürüsün (bu son söz şimdi hoş oldu mu allasen?).

23 Mart 2013 Cumartesi

Gecenin Köründe İnsanı Gülümseten Ayrıntılar



Gecenin bir körü çalışırken, kütüphaneden aldığım bir kitabın içindeki ayraçta çıkan yazılardır beni gülümseten şu saatte. İşin güzel tarafı, benden önce bu kitabı 2 kişinin almış olması ve bu iki kişinin de bu ayraca not yazması. Sıra benim değil mi? Gülümseten bir not da ben yazayım o halde.

(Hayatta güzel insanlar da var az da olsa)

19 Ocak 2013 Cumartesi

Dönüm Noktaları (Bölüm Bilmem Kaç)

21 Ocak 2013 ve 22 Ocak 2013 tarihlerini bekliyorum.
İki gün art arda soluksuz bir şekilde birinden çıkıp diğerine koşturacağım. Yıllardır bu günleri bekliyorum ve ikisinin de peşisıra gelmesi benim şansım (şanssızlığım da olabilir bu).

22 Ocak 2013 günü akşama buraya gelip güzel sonuçları bildirebilirim umarım.
Sinir stres birikmesi ardından çılgınlarca dağıtmayı bekliyorum.