Sayfalar

3 Aralık 2012 Pazartesi

Se aa..Se aa..Ses Kontrol...Deneme...Ses bir ki...Se aa..

İnsana kendi sesi neden bu kadar tuhaf gelir hiç anlamam. Duyunca sanki başka biri konuşuyormuş gibi hep.

17 Kasım 2012 Cumartesi

Selam Uzaylı Ben Düşmanım

Okulun ikinci ya da üçüncü haftası... İkinci öğretimlerdeki bir sınıftan dersten çıktım.. Karşı sınıf da bir sonraki dersimin olduğu sınıf... Sınıfın içinde uzun saçlı metalci bir genç duruyor.. Kapıdan içeriye bakıp, metalci gençle göz göze geliyoruz... Bir işaret çakıyorum hemen, gel buraya diye... Ardından gelişen diyalog aynen şöyle;


Öğrenci: Bana mı seslendiniz hocam?

Ben: Sana seslendim tabi başka kime olacak?

Öğrenci: Buyrun hocam?

Ben: Ne lan bu hal? Karı gibi saç uzatmışsın. Allah bilir küpe de takıyorsundur sen utanmadan?

Öğrenci: (Noluyo lağn? Hea?) Hocam (kem kum)... Ben seviyorum saçlarımı. Küpe takmıyorum ama.

Ben: Kes! Utanmadan cevap veriyor bir de. Ben sevmem yalnız böyle, takarım adama ben...

Öğrenci: Hocam, ne yanlışımı gördünüz? Hem dersinizde uslu uslu duruyorum ben (Ses burada tizleşmeye başlıyor giderek incelip) Kimseye de bir zararım yok (Yarı ağlamaklı hale geliyor burada). Saçlarımı da seviyorum ben...

Ben: Tamam la tamam. Amon Amarth, Opeth (daha burada birkaç grup adı sıralıyorum) dinliyor musun bakayım sen?

Öğrenci: (Hea? Heu? Gözler faltaşı gibi açılarak) Hocam siz nereden biliyorsunuz bunları? Amon Amarth dinliyorum tabi ki... Anlamadım ama bu grupları nereden biliyorsunuz hocam siz?

Ben: Nereden bileceğim olm? Dedeyim ben lan. Şu gördüğün 1 cm'yi bile bulmayan saçlar bir zamanlar kıçıma kadar uzanıyordu. Unumuzu eledik, eleğimizi de duvara astık. Sırayı size bıraktık. Bak Opeth, Sentenced, Katatonia...Bu 3 grubu severek dinliyorsan torpillisin benden (ehe)

Öğrenci: Hocammmm dinlemez olur muyum? Hele Opeth'i...Allaaaahhh.. Bilmiyordum ki hocam hiç dinlediğinizi...Hocam o nasıl bir korkutmaktır ya? Az daha düşüp bayılıyordum şurada...

Ben: (Ahahaha) Tamam la tamam. Küpe de tak la. Eksik kalmasın.

Öğrenci: (Kulaklarıma bakarak) Hocam sizin de maşallah kulaklar süzgeç olmuş?

Ben: Cıvıtma lan (eheheh). Hadi konuşuruz sonra. Ha torpil falan yok. Boşuna hayal kurma olm. Sınıftakilerden daha çok çalışacaksın benim dersimde (ehe).


(Her hafta, uzun süredir uzak kaldığım rock-metal camiasından en son haberleri bu öğrencim sayesinde alıyorum. Kendisinin bir de grubu varmış. O değil de, hala gülüyorum şu sohbete. Ahahaha. Biz de mi böyle melül melül kalakaldık hocalarımızın karşısında acaba? O surat ifadesi gözümün önünden gitmiyor, yarı tırsma yarı dumura uğrama yarı da hay nerden çattık ifadeleri eşliğinde cevap vermeye çalışmalar...)

14 Eylül 2012 Cuma

Karşıdan Karşıya Geçerken Vasıflarını Yoldan Toplayan Vasıfsız Ördekler

Aslında bir önceki yazıda başlığa ne gerek var demiştim ama bunu derken içeriği de unutmuşum. O yüzden de, bir önceki yazıdaki videoyu açıklayıcı birkaç kelam etmem farz oldu. Videoyu defalarca izledim. Ördeklerin, karşıdan karşıya geçerkenki halleri beni benden aldı. Bir dakika içinde yerimde hop oturup hop kalktım. Arabaların hızla geçerken arkalarında bıraktığı rüzgarla çil yavrusu gibi dağılmalarını gördüğümde içim burkuldu, karşıya varamayacaklar diye üzüldüm. Neyse ki, bu azimli ördekler beni haksız çıkardı. Karşıya sağ salim, tam kadro bir şekilde varabildiler.

Onları izlerken de, aklıma hep kendim geldi. Nasıl gelmesin? Yıllardır çektiğim çileleri, o minicik ördekler 1 dakika içinde özetleyivermişler. Bundan daha uygun gösterecek bir şey olur mu kendimi anlatmak için? Olmaz. Bunun için de; "Nasılsın?" diye soran olunca, doğrudan doğruya bu videoyu gösteriyorum. Nasıl ki ördekler yol karşısına sapasağlam varınca derin bir oh çektiysem, aynı şekilde o sondaki "oh çekme" hali içindeyim.

Bana sonunda oh çektiren güzel sebepler de çok. Son birkaç yıldır karabasan misali üzerime çöken uğursuzluklardan sonunda sıyrılabildim. Şükür ki bu zamanları "isyankar stayla" halet-i ruhiyesine bağlamadan atlatabildim. Sabır çeke çeke sonunda ermiş mertebesine varabilmem an meselesiydi. Ama geride kalan, çekilen onca eziyetin, onca işkencenin insanda bıraktığı yorgunluk da birden bire geçmiyor sanırım. O yorgunluktan bünyede birazcık kalmış olmalı ki, hâlâ tam olarak hafifleyebilmiş değilim. Hafiflemiş derken, artık birkaç yıldır üzerimize bu "değersizlik" hissi nasıl yapıştıysa, anında çıkarabilmek pek mümkün olmuyor.

Son iki üç haftadır art arda güzel haberler aldım. Bu güzel haberlerin böyle art arda patlamasına da alışkın değilim hiç. Bu kadar çok güzel haberi sırasıyla aldığım da olmadı bu zamana kadar. Onun için de hâlâ bu kadar güzel şeylerin hayatımda olabileceğine inanamamaktayım. Sanki olur da yarın, uykumdan uyandığımda yeniden eski sefillik günlerime dönebileceğimi düşünüyorum. Demek ki hayatımızda güzel şeylerin olabileceğini düşünmekten de bu kadar uzaklaştırmışız kendimizi. 

Bu güzel haberler neydi peki? Benim art arda patlamasına kalbimin dayanamayacağına inandığım güzel haberler neydi? 

İlki; yıllardır benim meşhur üşengeçliğimin eseri olan "yıllardır bitmek bilmeyen tez"imin bitmesiydi. 

İkincisi; okuduğum üniversitede çalışmaya başlayacak olmamdı. Sonunda iş-güç sahibi bir insan sıfatına sahip oluyordum. Çevredeki insanlara bir türlü anlatamadığım içinde bulunduğum durum; hiç ilgim alakam olmamasına rağmen insanların sürekli olarak bana kpss denilen sınavla ilgili kazanıp kazanamadığı sormaları; çevremdeki insanların hayatlarındaki tek dert olan benim uzun zamandır çalışmıyor olmam sıkıntısı ve durumumu anlatmamla "hmmm (iç ses: demek ki bir şey olmayacak bu çocuktan)" eşliğinde bakışlar nihayetinde son buluyordu. 

Üçüncüsü; sevdiceğimin bir yıldır kendinden geçercesine çalıştığı kpss sonrası güzel bir puanla, yaşadığım ilçenin kıçının dibindeki başka bir ilçeye atanmasıydı (Aramızdaki mesafe 85 km, insan daha başka ne ister ya la?)

Dördüncüsü; can dostum güzel insan, şiir severlerin pek yakından tanıdığı, nam-ı diğer Orta Yaş Şairlerinin korkulu rüyası, pek sayın Negatif Bey'in de, dört senedir artık insanlıktan çıkarak çalıştığı kpss sonunda iyi bir puan eşliğinde, sevdiceğinin kıçının dibine doğru atanmasıydı.

Şimdi bu dört haber birkaç hafta içinde art arda patlayınca haliyle insan ne yapacağını, ne edeceğini, nerelere gideceğini bilemez hale geliyor. Hâlâ yaşadığımız şoku atlatma gayreti içerisindeyiz. Bu haberleri alınca ilk söylediğim şey; "Ulan bunca yıl o kadar rezillik çektik. Sonunun böyle olacağını bilsem kamyonlar dolusu o kadar küfrü eder miydim ben?" idi. Ama tabi, böyle güzel şeylerin haberini alınca insanda sıkıntı mıkıntı kalmıyor. En azından insanın kafasında yok yere işgal eden kaygılar kalmıyor.

Her şey olması gerektiği gibi. Ne eksik ne fazla. Umarım bundan sonrası da böyle devam eder. Fakat benim kafamı kurcalayan bir iki kısım var (Allah'ından belanı mı istiyorsun lan? diye rahatlıkla sorabilirsiniz burada. Hiç itiraz etmem). Bunlardan biri, yukarıda da dediğim gibi yıllardır artık nasıl bir değersizlik yapıştıysa üzerimize; okula gittiğimde "Emrah Bey" lafını duyduğumda hâlâ alışamamış olmam. İlk gün, okula evraklarımı teslim etmeye gittiğimde insanların bana saygılı bir şekilde davranması, ismimi sonuna bey sözcüğünü de koyarak çağırması falan tuhaf şeylerdi. O ilk günkü yaşadığım şoku hiçbir şekilde anlatamam. Halbuki bunlar ne kadar da normal şeyler değil mi? Gayet anormal şeyler. Benim gibi 27 yaşına doğru olanca hızınızla gittiğiniz vakit ve en az dört senedir olanca rezillikleri gayet güzel çekince, bu durum gayet normal bir şekilde anormal geliyor insana.

Bir diğer husus da, çarşamba günleriyle ilgili. Bundan sonra "kara çarşamba" diye adlandıracağım günler. Sabahın 9'undan gecenin 11'ine doğru uzanan o müthiş günde tam tamına 14 saat derse girecek olmam. Kimse de demiyor ki, bu adam 14 saat dersin üstesinden nasıl gelecek? diye. Oblomov ile kendini özdeşleştirmiş aylak bir adamım. Dahası bu memlekette hiçbir şey olamayan taşra eleştirmeni bozuntusu ünvanına layık görülen iki insandan birisiyim.

Şaka bir tarafa, şikayet de ettiğim yok. 14 saat de olur, 16 saat de olur. Şu sıkıntılı zamanlar geride kaldı, en çok ona seviniyorum. Elimi kolumu bağlayan bir ton gereksiz şey üzerimden kalkıp gitti, bu fazlasıyla yetiyor insana mutlu olmak için. Bonus olarak da sevdiceğimin daha da yakınıma gelmiş olması, bazı planların hızlı bir şekilde gerçekleşmesi için güzel bir sebep. Herhangi ağır bir terslik olmadığı müddetçe en az bir senenin sonunda kendime bambaşka güzel bir vasıf daha eklemiş olabilirim (burada bir gülücük koyuyorum). 


17 Ağustos 2012 Cuma

İlhamesk Şiir ve Mâbadı

Kapalı şiir diye bir şey yoktur. Şiirden anlamayan insan vardır.

Bu şiirden anlamayan insan, şiir üzerine yazılmış, şiir üzerine kafa patlatılmış binlerce soruları ve cevapları ihtiva eden teorik boyutundan bîhaber şekilde, ben iyi bir şairim diye yaşıyorsa, bundan çok güzel bir traji-komik bir hikâye çıkarılır.

Ayrıca, şiir nedir? ne değildir? sorularını merak edip, az çok öğrenmiş olan bir insandan, kendi yazdığı, şiirin ucundan bucağından geçemeyen ilhamesk şiirlerine güzel sözcükler, methiyeler sıralamasını isteyip, ardından da bu isteği olmayınca; içinde bu zamana kadar biriktirdiği ne varsa kusması takdire şâyandır. İlhamesk şiir akımının temsilcilerinin en büyük özelliği de budur. İlhamesk şiir akımı, şiirin içerik ve biçim sorunları, şiirin felsefi yapı taşları, şiirin beslendiği kanallar, şiirin teorik ve özgünlük sorunları gibi zırva şeylerle uğraşmaz. Bu bilgileri okuyup öğrenmek gibi zaman kaybı işleri görmezden gelir. Onlara göre şiir, ilhama dayalı olmadır. Şiir, kendisini oluşturan sözcüklerin bir tanesi üzerine bile bir saniye düşünülmeden, zihin ishaline tutulmuş gibi, olduğu gibi, yazılır. Şiir ilham işidir. Bunların dışında kalan her şey, küfürdür, yalandır, zırvadır.

Modern çağımızın ötesinde olan bu ilhamesk şiir akımı, orta yaş şiirinin ardından, günümüzü aşan bir şiir akımıdır. Bu şiirleri anlamak, bildiğiniz büzük ister. Öyle kolay kolay kimse anlayamaz. Siz istediğiniz kadar, şiirin bütün yönlerini, bu zamana kadar şiir ve yazınsal metinler üzerine yazılmış tonlarca şey gösterin, bunların hiçbiri, bu ilhamesk şiir akımının ağırlığını kaldırabilecek, onu tanımlayabilecek ölçüde değildir.

Velev ki siz bir hata yapıp, bu ilhamesk şiirler üzerine birkaç olumsuz kelam ettiniz. Korkarım ki, hayatınızın en büyük hatasını işlemişsinizdir demektir. Çünkü, ilhamesk şiir akımına mensup büyük şairler, sizin karşınıza tokat gibi cevaplarıyla dikileceklerdir. Çünkü siz, bu zamana kadar hiçbir şey yapmamışsınızdır. Hiçbir şeyden kasıt da, ilhamesk şiirine mensup büyük şairler gibi cesaretli olup, zihin ishaline tutulup da, birkaç yılda binlerce şiir sıçma.., afedersiniz, şiir yazmamışsınızdır. İlhamesk şiire göre, şiir konusunda önemli birkaç ölçüt vardır. Ve siz bu ölçütleri karşılamıyorsanız, şiirden zerre anlamıyorsunuzdur. Bu ölçütlere gelirsek;

1) Başta da belirttiğimiz gibi, en önemli ölçütümüz; zihin ishaline tutulmuş şekilde, ilhama bağlı olarak, sağdan soldan aldığınız ilhamlarla, sürekli şiirler yazmanız. Ne yazdığınızın hiçbir önemi yok, yazdığınız şey şekil olarak şiire benzerlik göstersin yeter. İçerik falan bunlar boş şeyler.

2) Bu akıma göre, iyi bir şair diye anılmanızın bir diğer ölçütü de; 3. sınıf dergilerde en az 10'a yakın şiirinizin yayımlanması. Yayımlanan şiirlerinizin sayısı 10'u bulduğu vakit, çok şanslı oluyor ve, Türk Edebiyatı'nın Yaşayan En En En En Büyük Şairleri arasında hemen bir koltuk/sandalye/tabure kapıyorsunuz.

3) Yazdığınız şiirler üzerine, birkaç olumsuz eleştiri yapan mı oldu? Anında küsüp, dudak büküp, "Ama benim şiirlerim çok güzel. Yoksa beni beğenmiyor musun? tarzı sorularla, eleştiri getireni anında bastırmak, o da olmadı Facebook tarzı yerlerden anında arkadaş listenizden çıkarmak. Yaşınız 40 dahi olsa, içinizdeki çocuk ölmediği için (çünkü siz büyük bir şairsiniz ve büyük şairler her zaman içindeki çocukla yaşar ve hep 17 yaşındadır), bunu yapmanız farzdır. İlhamesk Şiir Akımı'na mensup şairlerin, Orta Yaş Şiir Akımı'na mensup şairlerin en belirgin özelliği de budur.

4) Kendi akımınızın saflarında yer alan şairlerin katıldığı bir platformda, sağdan soldan donların yırtık yerlerinden fırlamış gibi çıkagelen, birkaç kendini ve haddini bilmez, edebiyatın birçok yönüyle içli dışlı, teori-teori-teori-kuram-kuram-kuram-kuram gibi ne idüğü belirsiz sözcükleri sıralayıp duranlar olacaktır. Bu kendini ve haddini bilmez cahil cühelalar, sahneye çıkıp da, ilhamesk şiirlerini okuyanların şiirlerini, bir şeye, hatta şiire benzetemeyip, bu şiirlerin nasıl da boktan şiirler olduğunu geveleyecektir. Bu dangozların elinde, sahneye çıkan şairlere ait 4-5 şiirin olduğu bir kitapçık olsa dahi, yine de bu şiirleri okuyup, cahilce yorumlarını sıralayacak, korkunç bir şekilde eleştirecektir. İşte, burada ilhamesk şairin yapacağı yegane şey, kendisinin de aralarında bulunduğu 9 şairin (kendisi dışında 8 yapıyor) şiirlerini ölesiye savunmaktır. Çünkü bu şiirler, zamanın ötesinde şiirlerdir. Ve bu şiirleri anlamak, herkesin harcı değildir. Öyle yıllarca şiirin yapı-içerik-biçim-teorik-felsefi temelleri-sosyolojik altyapıları gibi saçmasapan şeylerle vaktini öldüren insanlar; modern çağları yakalayamamış, haliyle de günümüzün çok ötesinde yer alan ilhamesk şiirini anlamak kapasitesinden de yoksun bir şekilde yaşamaktadırlar. Bunun için de, bu dangozlar, ilhamesk şiir hakkında olumsuz birkaç kelam etti mi, ilhamesk şairin yapacağı şey, bu dangozlara haddini bildirmektir.

5) İlhamesk şair, kendisini başka estetik şeylerle beslemez. Onun için, resim, heykel, sinema, müzik vs şeyler şiirine katkı yapamaz. Onun tek kaynağı ilham aldığı hayal alemidir. Gün içinde, uzaklara dalıp dalıp gitmek, onun şiirini beslemek için yeter de artar bile.

6) İlhamesk şair, taşradaki şairleri eleştiren zavallı eleştirmen bozuntularına, hadlerini bildirir. Çünkü bu zavallılar, kendi kısır dünyaları içine hapsolmuş, ve zavallılıklarını taşradaki şairleri eleştirerek bir nevi zihinsel mastürbasyon yaparak rahatlamaya çalışır. Ne yazık onlara! Taşradaki şairler, Türk Edebiyatı'nın saygın şairleri arasında yer alırlar ve İlhamesk şiir mensuplarının bir nevi kardeşidir. Ve bu kardeşlik de, birbirlerinin yazdığı şiirleri okuyup "ayyyy, canııııım ne güzel şeyler yazmışsın sen öyleeee, bayıldıııııım yaaahhh" gibi şeylerle daha da perçinleşir. Bu kardeşlik çok güzeldir. Tıpkı Hitler'in "Almanlıktan aldığım tadı hiçbir şeyden almadım...Belki bilardo...Ama yok lan Almanlık daha güzel.." deyimi gibi "Şairlikten aldığım tadı hiçbir şeyden almadım...Belki kumda oynamak...Ama yok lan, Orta Yaş Şiiriyle, İlhamesk Şiir daha güzel...Bütün dünya bizim bokumuzu yesin..." mottosunu resmen zihinlerine mıhlamışlar ve evlerinin duvarlarını bu sözlerle süslemişlerdir.

Kısaca özetlemeye çalıştığımız, günümüzün çok ötesinde ve en önemli en güzel şiir akımlarının tek örneği olan İlhamesk Şiiri ve Şairlerinin özellikleri böyle. Yazık ki, bu şiiri anlayamayan insanlara. Yazık ki bu şiire olumsuz iki kelam etmeye çalışan insanlara. Onlar ki, hayatlarında neleri kaçırdıklarının, ne gibi lezzetlerden yoksun kaldıklarının farkında bile değiller. Ama tarih her zaman bu gibi densizlerin hadlerini bildirmek için bir an tereddüt etmemiştir. Ve zamanı geldiğinde de, bu şiir edebiyat tarihi içinde yerini, hak ettiği bir şekilde alacaktır.


29 Temmuz 2012 Pazar

"Sanat, baskının verimidir. Onu, ne kadar serbestse o kadar yukarılara yükselir sanmak, uçurtmayı havalanmaktan alıkoyan şeyin ip olduğunu zannetmektir." (André Gide)

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Ulu Işık Her Daim Kırmızı Yanar

Bu fotoğraftaki "Ulu Işık". Önemi, bizim için değeri ölçülemeyecek kadar çok.

Bir şekliyle de, hayatlarımızın nasıl da anlayamadığımız bir hızda değiştiğinin de göstergesi.

Bu "ulu ışık" daha birkaç ay öncesine kadar, yıllardır durduğu köşede dururken, bir gün, bulunduğu kavşağa yol çalışmaları için gelen işçiler tarafından sökülüp, belirsizliğe doğru yolculuğa çıktı. O gün bugündür gören eden yok. Kavşaktaki ışıkları kaldırdılar, yerlerine kavşağın ortasına dönerli yol yaptılar. İşin ilginç tarafıysa, yıllardır kavşakta bulunan, ve amacı trafiğe yön vermek olan ışıkların 7/24 çalışmamasıydı. Yani şu fotoğrafta görülen trafik lambası (ki biz ona ulu ışık diyoruz) ne zaman önünden geçsek (gündüz ya da gece) hep kırmızı yanıyordu.


Bizi yıllarca, ulu ışığın altında saatlerce süren konuşmalara alet edip kandırdılar. Bize hep kırmızı ışığı da gösterdiler. Biz de hep o kırmızı ışığa aldanıp, ışığın altında bekleyip saatlerce konuştuk. Sanki, ışık bizim geçip gitmemizi istemiyor da, biraz gölgemde soluklanın bir hele, biraz kendinize bakın telaş içinde geçip gitmektense deyip bizi bekliyor gibi gelirdi.

Yıllarca o kırmızı ışığın altında, biz içimizdekileri döktük caddelere, arabalara, binalara, insanlara...

Yıllar sonra, bir gün, aniden, yani bizi fazlasıyla alıştırdıktan sonra, ışıkları kaldırıp kayboldular ortadan.

Elimizde birkaç fotoğraf kaldı. Birkaç o günlere dair anı. Neden bilmiyorum ama, bu halsizliğimi ulu ışığımızı ortadan kaldırıp yokolmalarına bağlayasım geliyor. Kavşaktan geçerken kendi kendime de soruyorum bazen "Ne hakkınız vardı da bizden habersiz alıp götürdünüz ışığımızı?" diye.

Bu soruyu sorduktan takriben 5-10 saniye sonra aklıma geliyor hemen;
"Bizden habersiz ışıkları getirip diktiler köşelere. Biz geçerken de hep kırmızı ışığı yaktılar. Biz de aldandık, kendimizden bir parçaymış gibi belledik. İçimi döktük bıkmadan. En sonunda, dökecek hiçbir şeyimiz kalmadıktan sonra yani, tıpkı ilk başta bize haber vermeden, tamamen bizi savunmasız yakalamak için habersiz bir şekilde diktikleri ışıkları, bir gece aniden, apar topar kaldırıp yokoldular.

Olan bize oldu, ışıkların yokluğunu farkettiğimiz anda. Yine savunmasız yakalatmıştık kendimizi. Ağızlarımız bir karış açık bir şekilde, döküp tükettiğimiz içimizdekilerin nerelerde olduğunu bile hatırlayamadan, ulu bir şey addettiğimiz "şey"in yokluğuyla hüzünlerimizi daha da derinleştirmek için apar topar hazırlıklara girişiyorduk.

Bu hazırlıklara girişirken de, aklımıza ilk gelenler arasında, her insanın kendisine bıkıp durmadan eskiyip giden şeylerin ardından birer yeni şeyler araması misali, yeni bir ulu ışık bulabilir miyiz acaba sorusu geliyordu. Bir saniye içinde hızla geçip giden bu soru sonrasında, açıkçası pek de üzerinde durmuyorduk. Önemli olan yeni meselesi değildi belki, ama şundan emindik, "bir şekilde bizim olduğumuz yerde hep bir sürekli kırmızı yanan ulu ışık olur".

Ulu Işık ismi, yazılanlar anlamsız gelebilir, hayatında hiçbir zaman ulu ışık görmemiş insanlar da olabilir. Bu ihtimalleri de düşünmek lazım. Ama, insanlar şunu unutmamalı ki; ulu ışık dediğin her daim kırmızı yanar. sarı ya da yeşil (bu en tehlikeli aşamasıdır, bir nevi çektir git demektir bu) yandığında, artık daha fazla nefes alamayacağının farkına varmalısın. Oysa kırmızı öyle değil. "Dur!" ihtarının hiç böyle güzel olabileceğini tahmin etmezdim ben. Ama durmak, şu hayatta yapılması gerekenler listesinin ilk sırasına alınması gerekir.

Ne güzel de başlamıştır İsmet Özel "Waldo Sen Neden Burada Değilsin" kitabına. O cümleleri ilk okuduğumda, bir kitabın ilk cümlelerinin ne kadar da hayati bir önem taşığını farkettim ben. Saniyeler içerisinde, kelimeler akıp gittikten sonra, dakikalarca yerime mıhlayıp bırakan, beni dur!duran sözcüklerdi.

"Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır. Doğan bebek havanın ciğerlerine olan saldırısının verdiği acıyla haykırır. Soğuk saldırır bize, sıcak saldırır. Açlığın, hastalığın, korkunun saldırılarını savuşturma yoluyla yaşarız, hayatta kalırız. yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir. Bir gün son nefesimizi verdiğimizde bize yapılan ilk saldırıyı tamamen püskürtmüş oluruz. Savaş bitmiştir."

Hiç olmadık zamanlarda, savunmasız bir şekilde kandırılmak iyidir. Hiç ummayacağınız dünyaların kapılarını açıverir. Sonra da, en beklenmedik bir zamanda, döküp durduğunuz onca şeyi de alarak yokolup giderler. Koskoca kavşağın ortasında bir tane bile ışık bırakmayacak kadar cimri oldukları için, siz hala o ilk günkü, kırmızı ışığın altında, ışığı ilk gördüğünüz anda ağzınız açık bir şekilde ne yapacağınıza karar veremediğiniz andaki şaşkınlığınızla kalırken, içinize de yavaştan ağır bir sıkıntı çöreklenmeye başlar. İşte benim en başından beri bahsetmek için didinip durduğum sıkıntı da bu. Çöreklenmiş sıkıntı.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Herkesin Her Şeyi Bilip de Her Şeyi Söylediği Bir Devir

Aylardır pek bir şey yazasım gelmiyor. Bunun da birkaç nedeni var elbette. Kendiliğinden hiçbir şey peyda olur mu canım? Olmaz.

Blogumu takip eden birkaç iyi insanla konuştuğumuzda, genel olarak, "canımın çok sıkkın olduğunu, canımı bir şeylere sıkıp kendimi üzdüğümü, moralimin yerlerde sürüklendiğini" belirtip üzüldüklerini dile getiriyorlar. Yazılarımdan kendimi ele veriyormuşum. Tanımadığım insanların yazdıklarıma (ki çoğu da tamamen rahatlamak maksadıyla yazılan şeyler) değer verip de benim canımın sıkkınlığını merak etmeleri mutlu ediyor tabi ki beni. Arada güzel şeyler üzerine konuşuyoruz bu insanlarla. Ama benim asıl sorun ettiğim şey, birkaç insanın bunu art arda dile getirmesinden sonra içimi kemirmeye başlayan kurt. Yazdıklarımı baştan sona defalarca okudum. İnsanlara hak verdim sonra. Meğersem benim canım çok sıkkınmış dedim kendi kendime. Ama hemen hemen bütün yazılarımı yazarken halet-i ruhiyem çok çok iyiydi. Hatta birçoğunu da eğlenerek yazdım. Demek ki, bilinçaltım ben farkında olmadan kendi belli etmek için çırpınıp durmuş olacak ki, Freud' u ispatlarcasına sağdan soldan el sallamış yazılarımın içerisinden.

Yazılarımı baştan sona tekrardan okuyup, birkaç iyi insanın yorumlarını da birleştirince, yazmama isteği çöreklendi üzerime. Bunu da, kendimi ele vermemek için aldığım bir önlem olarak algılıyorum. Kendimi isyankar stayla için kasıp duran ergenler gibi hissettim. Sürekli bunalım, sürekli bunalım nereye kadar azizim. Bu dünyaya keder çekmeye gelmedik sonuçta değil mi? Yoksa özünde çok eğlenceli bir insanım. Ama iş yazıya gelince birden bire Tuna Kiremitçi havalarına bürünüyormuşum meğersem. Hiç gereği yok değil mi? Üslup denilen şey de çok önemli. Yapışıp kalmaması lazım üzerime. Ben hep eğlenceli şeyler yazmak istiyorum. Zaten yeterince hayatımızın içine edilip duruluyor, bir de bunları yazarak kendimizi karartmanın manası yok.

"300-500 karılar kızlar ortamlar eller havaya" gibi (bu yazılanı ciddiye alanın kalbini çok pis kırabilirim, bu laflarımı bilen bilir, genelde napıyosun dendiği vakit verdiğim cevaptır, Behzat Ç.'nin napıyosun diye sorulduğunda, "saçmasapan konuşma be" diye cevap vermesi gibi. Oldu mu?)

"Saçmalamak bir sanattır" düsturuyla yola çıkmıştık vakt-i zamanında bir adamla. O hesap bizimki. Ama devir değişti, e tabi Çelik de değişti, herkes sanatçı, herkes filozof, herkes metalci olunca, herkes de saçmalamaya başladı, bir değeri kalmadı haliyle.

Ne diyordum ben?

Bu kadar uzun bir süredir yazmamamın bir sebebi budur. Yani kendimi ele vermemek. Canımın sıkkınlığını herkese gösterip de, insanların canlarını da yok yere sıkmamak için idi. Ne gereği var? Herkesin can sıkıntısı kendine nasılsa.

Bir diğer sebebe de gelirsek eğer, "İletişim Çağı".
Bu internet denilen zımbırtı iyi, hoş, güzel ama nedense son zamanlarda suyunu çıkardı kendi kendinin bana göre. Bir Facebook hesabım var, ilk başlarda başından kalkmıyordum, son 7-8 aydır neredeyse aklıma bile gelmiyor açıp bakmak. Çevremdeki insanların hergün düzenli olarak vatanı kurtarmasını, sürekli eleştirecek bir şeyler bulmasını, saçmasapan şeyleri paylaşıp durmasını, uydurmacalara kanıp da "seni layk ettim" geyikleri çevirmelerini görmek dahi istemez hale geldim. Bakıyorum, çevremde ne çok her şeyi bilen insan varmış, şaşıyorum bazen gerçek anlamda. Herkes, her şey hakkında uzman. Herkes her şeyi bildiği için, her şeyi rahatlıkla eleştirebiliyor.

Yani çevremdeki herkes, sanatçı, filozof, metalci.

Zamanında bir sözlüğümüz vardı. Aylardır dönüp, merak edip açıp okumuyorum bile. Hey gidi hey diyorum. Zamanında (2004-2008 aralığını kaplıyor bu zaman dilimi) saatlerce başına oturup da başlıktan başlığa dolanıp kaybolduğumu hatırlıyorum. Ne çok şey öğrendim de diyorum sayesinde. Ama sağolsunlar, devrimiz artık "herkesin her şeyi bildiği dönem" olunca, onun da içine ettiler. Zamanın Kutsal Bilgi Kaynağı olan sözlüğü, son iki yıldır bilinçli bir şekilde, boş beleş laflar, saçmalamacalar, küfürleşmeler, troller kaynağı olup çıktı. Ha bir de, reklam yapma yeri de oldu tabi. Ot gibi bitip duran trollere başka bir açıklama getiremiyorum ben çünkü, her bir troll ekstra bir tık demek olunca, her yeri trollerle donattılar sağolsunlar. Her bir tık da, artık para demek olunca, alan memnun veren memnun oldu. Çeşitli ideoloji pompalamasyonlaruna da hiç değinmiyorum. O mecrada da herkes sanatçı, herkes filozof, herkes metalci. Bu kadar herkesin her şeyi bildiği bir yerde, benim ne idüğü belirsiz entrylerimin ne işi var deyip de yüzlerce entryi iki dakika içerisinde de silmem hiç zor olmadı aylar önce.

Bir de işin Twitter boyutu var ki, eyvahlar eyvahlar diyerek hiç bahsetmemeyi yeğliyorum.

Önceden de böyle miydi diye soruyorum bazen kendime. Belki de böyleydi de, internet pek yaygın olmadığı için pek açık açık göremiyorduk sanırım. Her yerimiz boşa harcanan sözlerle dolu. Oysa baktığımızda, Doğu' nun susması meşhurdur. Susmak dediysem, bu susmak, boşluktur. Bilge insan susar. Doğu edebiyatlarına baktığımızda; (bir Japon Haikuları olsun, İran ve Arap şiirleri olsun, bizdeki Divan Edebiyatı olsun) her zaman az lafla çok şey anlatılmaya çalışılmıştır. Bizdeki Divan Edebiyatında, bir beyit ile, sayfalarca sürebilecek şeyler anlatılır hep. Nerede geçiyordu şimdi hatırlayamadım ama şöyle bir söz de vardı, "Şiir bir nevi susmaktır" diye.

Bizde susmanın önemi çok büyük idi gerçekten. Ama ne olduysa artık, modernleşmeyle beraber, herkes her şeyi bilir hale geldi. Nereye baksam, herkes her şey hakkında konuşup duruyor. Herkes herkesle hınca hınç yarışır halde, en çok şeyi ben söyleyeceğim diye. Bu insanları da gördükçe yazma hevesim gerçekten kaçıyor. Her şeyi bilen herkesin arasında, benim söyleyebileceklerimin ne önemi kalıyor ki? En iyisi susayım.

Biraz da korkuyorum sanırım. Bu zamana kadar nereye el attıysak sonu hep hüsran oldu. En önce Güncem'imiz vardı. Şimdi ne hallerde kim bilir. Sonra sözlüğümüz oldu, okumak, yazmaktan daha eğlenceli bir yerdi. Yazar olduktan sonra da yazmaktan çok hep okudum. Ama şimdi mide bulandıran bir mecra halinde (Nihat Genç'e zamanında çok kızmıştım sözlük yazarları hakkında söyledikleri yüzünden de, az bile söylemiş diyorum kaç aydır). Twitter falan vardı. Türkçeleştirilmesi ve Hilal Cebeci'nin memelerini ve poposunu açmasının ardından onu da aldılar elimizden. Şimdi elimde bir tek Blog kaldı. Blog diğerlerine nazaran çok daha farklı evet. Ama ne bileyim, yine de bir korku var içimde, buna da el atıp darma duman edecekler diye. Gerçi istila halinde, ama yine de seçip beğenebiliyorsunuz aralarından, gereksiz bir ton kişiyi eleyip takip listesiyle, sadece okumak istediklerinizi okuyabiliyorsunuz. Ama hala bu korkum geçmiş değil. Yazmadığım halde, takip ettiğim blogları severek okuyorum. Arada yorum da yapıyorum. İnsanlar arada gizlenip görünüyorsun, seviniyoruz falan diyorlar ama, gerçekten tamamen görünmez değilim. Ne bileyim, güzel bir yazının üzerine bir iki kelam bile edip yorum yapmak fazlalıkmış gibi geliyor hep.

Çok gizli takip ederim söyleyeyim.

Yani herkesin her şeyi bilip de her şeyi söylediği bir yerde, daha ne yazılabilir ki gibi saçmasapan bir sorunla boğuşuyorum. Bunun dışında, Şiir İkindileri oluyor;

-bir eleştirmen bilmem kaçıncı kez, "Edebiyatın Cumhurbaşkanı" ilan ediliyor.
-bir şair, kadın, Gülten Akın çıkıyor sahneye, bir dostunun ölümünün ardından iki kısa söz ediyor. o kısacık iki söz her şeyi anlatıyor. ne şanslıyız diyoruz kendimize, Gülten Akın aramızdan ayrılmadan önce görebildik onu.
-bir adam dışarda sigara içerken, yanımızda dolanıp duran şehrimizin en büyük genç şairinden birisini görünce "şiir kuyusuna düşmüş şair" deyip de beni gülme krizlerine sokuyor.
-ardından, şiir kuyusuna düşmüş, şiiri rehin alan insanlar yüzünden, kuyudan bir iki yudum almaya çalışan insanlar üzerine konuşuyoruz.
-bu insanlar üzerine konuşurken, şehrimizin bir diğer büyük şairlerinden bir tanesi üzgün bir ifadeyle dolanırken yanımıza gelip "şiir alemi çok bozuldu artık, ben şiiri bıraktım" diyor. o anda, gülsem mi ağlasam mı karar veremiyorum. kafamızda hala "şiir kuyusuna düşmüş insanlar" geliyor.
-sonra her şeyi ardımızda bırakıp arabamızla dağlara vuruyoruz kendimizi. asıl şiir dağlarda diyoruz. havalar ısınmış, karlar erimiş, sular akıyor şırıl şırıl, etraf yemyeşil, bol temiz hava. bundan ala şiir mi olur diyoruz.

Bütün bu, herkesin her şeyi bilip her şeyi söylediği devri izleyince aklıma Bâki'nin;

"bâki kalan bu kubbede hoş bir sadâ imiş"

sözü geliyor. Sonra da diyorum ki, bunca kalabalığın arasında, bâki kalabilecek sadâmız da olamayacak ne yazık ki.




Not: Bu günlerde ağzımda hep bu var; çok güzel bu, teyzeler süper




29 Nisan 2012 Pazar

Polisiye diziden bir şehrin ve insanların hikayelerine

Dizilere bakış açımı; "The Wire izlemeden önce, ve sonra" diye ayırmama sebep olan dizi The Wire.

The Wire dizisini yıllardır IMDB'nin diziler kısmında en tepede görüyordum. Açıkçası bu zamana kadar da dikkat edip de bakma gereği duymamıştım. Adını, sanını da duymadım hiç, bana tavisiye eden de olmamıştı.

Ta ki, geçen aylarda OZ adlı muhteşem diziyi yeniden izlemek isteyip de tamamen bitirinceye kadar. Oz adlı diziden bahsetmeyi sonraya bırakıyorum. Ama şunu da eklemeden edemeyeceğim, Prison Break gibi tırt bir hapishane dizisini izleyip de "ayh çok güzel, mükemmel bir dizi" diyen insanlardansanız şayet, muhteşem bir hapishane dizisi olan OZ dizisini izlememişsiniz demektir. O yüzden de, tavsiyem OZ'u da izlemeniz yönünde.

OZ'u yeniden bitirdikten sonra, OZ hakkında yazılanlara bakınca, The Wire adlı diziyi ilk defa o yazılanlarda gördüm. Açıkçası benim için dizi dünyasının çıtası olan OZ dizisiydi. Okuduğum bir yazıda da, "şayet dizi çıtanız OZ ise kesinlikle The Wire dizisini izleyip ondan sonra karar vermeniz gerekir" gibi bir şeydi. Hiç vakit kaybetmeden, oturdum The Wire dizisinin başına.

Bu zamana kadar, benim gibi içinde bol bol siyahi görünen bir yapım izlememişseniz ilk bölümler size de gayet tuhaf gelecektir. Tabi ki bu ırkçılığımızdan kaynaklı değil, tamamen çevremizde olsun, filmlerde olsun, dizilerde olsun tek tük siyahi gördüğümüz için. Bir de, ilk bölümden itibaren birkaç bölüm sıkıcı gelebilir. Çünkü dizinin ele aldığı konu hemen öyle ilk bölümden itibaren çözülmeye başlamıyor. 2002 yılında başlayıp da 2006 yılında 5. sezonunda biten bir dizi. Ve bu 5 sezonda her sezonunda ayrı ayrı konulara değiniyor ki, bambaşka bakış açıları yakalıyorsunuz hayata dair. Yalnız bu farklı konuları aynı şehirde, aynı insanlarla ele alıyor. Bahsettiği konularla ilgili birkaç kelam edeceğim birazdan, yalnız izlemeyenler korkmasın öyle spoiler falan pek olmayacak içinde. İçiniz rahat bir şekilde okuyabilirsiniz.

The Wire dizisi, uzak Amerika diyarında Baltimore şehrinde geçiyor. Baltimore şehri hakkında gram bilgim yoktu diziyi izlemeden önce. Sadece birkaç yerden adını duyuyordum o kadar. Şimdi diziyi bitirdikten sonra, şayet bir gün Amerika'ya falan uğrarsam, hiçbir şekilde adım atmayacağım bir şehir oldu Baltimore.

Dizide hemen hemen her karakterin siyahi olmasının sebebi de, Baltimore adlı şehrin nüfus yoğunluğunun büyük bir parçasının siyahilerin oluşturmasıymış. Dizideki Baltimore Belediye Başkanı'nın da siyahi olması da bu durumu gayet güzelce açıklayabilir sanırım. Niye siyahilerden bu kadar bahsettim? Çünkü, görsellikle, Amerikan rüyasını bütün dünyaya pazarlayan camiada, bu zamana kadar hep "beyazlar" ağırlıktaydı. Arada tek tük siyahi görünürdü. O kadar. Ama mutlaka bir tane siyahi vardır. Ama o da bir tane, fazla değil. İşte The Wire adlı dizinin bir farklı noktası başlangıçta bana göre bu. Bambaşka bir Amerikan rüyası sunuyor bize. O rüyanın gerçekte nasıl da yerin dibine batmış olduğunu bütün gerçekliğiyle anlatıyor.

Dizinin ilk bölümünün açılışında, bir cinayet sonrası Jimmy Mcnulty adlı cinayet masası dedektifimizin, ölen kişinin arkadaşıyla olan konuşmalarıyla başlıyoruz. O konuşmada, daha dizinin ilk saniyelerinde, Baltimore şehrinin gerçekleri hakkında ipuçlarını izliyoruz.

Daha sonrasında, Baltimore şehrinin sokaklarında uyuşturucu satan çocuklarla, narkotik polislerinin kovalamacaları ve Avon Barksdale adındaki, uyuşturucu patronuna uzanan kovalamacalar. Baltimore polis teşkilatı, sadece satıcıların yakalanmasıyla Avon Barksdale'yi altedemeyeceklerini anlayıp, cinayet masası ve narkotik masası dedektifleri ortak bir birim oluşturup Barksdale çetesini hapse atmak için işe koyuluyorlar. İzleme sürecinde türlü bürokratik sorunlar da yaşanıyor elbette. Bunun yanında Barksdale çetesi de, izlerini kaybettirmek için türlü akılalmaz yolları deniyorlar ki, polisleri atlatmak için, dinlenmemek ve izlenmemek için buldukları yolları izlemenizde fayda var. O süreç çok eğlenceli. Hiçbir şekilde abartı bir unsur yok.

Dizinin ilk sezonu Barksdale çetesi üzerine gidiyor. Tabi ki Barksdale çetesi üzerinden, Baltimore sokaklarında yaşayan siyahilerin hayatlarını, o sokakta dünyaya geldikten sonra tek seçenekleri köşelerde uyuşturucu satmak olan çocukları (corner boys) izlemeye başlıyorsunuz.

İkinci sezondaysa, bu sefer Baltimore Limanına gidiyor. Liman işçilerinin hayatlarını izliyorsunuz. İkinci sezonda biraz daha beyazlar ağırlıkta ama bu beyazlar da göçmenler. Limanda çalışan işçiler. Yine polis teşkilatındaki polislerimizi de izliyoruz. Bu sefer de, liman işçilerinin hayatta tutunma çabalarını, limanlarda, gümrüklerde dönen dolapları, konteynırlar içinde doğu Avrupa'dan gelen beyaz kadın ticaretine (kaldı ki bu sezonun bir bölümünde kadınları pazarlayan Osman adında bir Türk görünüyor) kadar Baltimore şehrinde ne kadar şey dönüyorsa onlara değiniyor. Barksdale çetesini de izlemeye devam ediyoruz.

Üçüncü sezonda, Belediye başkanlığı seçimi üzerinden, bürokratik sisteme de bir güzel değiniyor. Siyahilerin ağırlıkta olduğu bir şehirde beyaz bir belediye başkan adayı çıkıyor "Tommy Carcetti". Seçim sürecinde, ABD'deki seçim süreçlerinde dönen dolapları görebilirsiniz. Siyahi başkan, bu seçimde de, yeniden başkan seçilebilmek için, suç oranlarının düşmesi için polis teşkilatına baskı yapıyor. Bütün polis teşkilatı, yükselen suç oranı karşısında çaresiz kalıyor. Ve suçları artık görmezden gelerek, kağıt üzerinde suç oranlarını düşmüş göstermek gibi oyunlara gidiyorlar. Üçüncü sezon hemen hemen bürokratik sistem üzerine. Bir de "Hamsterdam" adında deneysel bir polis çalışmasını izliyoruz, narkotik polis Teğmen Colvin tarafından. Bu "Hamsterdam" deneyi, dizide beni en çok etkileyen bir unsurdu. Deneyin çok güzel olmasına rağmen, uğradığı bürokratik engelleri izlerken, dünya her yerde aynı demek ki diyebilirsiniz. Tabi ki, ayrıntılarıyla anlatmayacağım. Ama adından birazcık çağrışım yakalayabilirsiniz. Bu belediye başlanlığı seçimi, Obama'nın seçilmesi öncesinde olmasına rağmen, Obama'nın başkanlığa seçilme sürecinin nasıl işlediğini anlatıyor. Ortada bir Obama yok daha. Bu çok ilginç bir ayrıntıydı. Bunu en sonda not kısmında belirteceğim.

Dördüncü sezon da, benim için en mükemmel sezonuydu. Çünkü bu sezonda "eğitim sistemi" üzerine eğiliyor. Baltimore sokaklarında tek seçenekleri uyuşturucu satmak olan çocukların, okul hayatlarının nasıl da sancılı geçtiği üzerine. Eğitim sisteminin de, bu çocukları eğitmekten çok, sadece yüzeysel bilgilerle geçiştirip, bizdeki gibi sene sonlarında yapılan sınavlarda, kağıt üzerinde yüzden birkaç dilimlik başarı oranlarının artması için geçiştirildiğini izliyoruz. Yine üçüncü sezondaki başkanın polis teşkilatına baskı yaptığı gibi, Baltimore şehrinin okullar yüzünden verdiği milyon dolarlar açık yüzünden, sene sonunda birkaç dilimlik artış yüzünden, çocukların senelik olağan eğitimlerinin dışına çıkılıp, tamamen sene sonundaki, sınava yönelik ezber eğitimlerini izliyoruz. Ne yalan söyleyeyim, bizim ülkemizle bu kadar benzerlik beklemiyordum. Haliyle, bir eğitimden çok, eğitememe yuvalarını izliyoruz. Bunun yanında da, yine Üçüncü sezondaki "Hamsterdam" deneyi gibi, bir pilot okul seçilip, uyuşturucu çetelerine bağlı olan birkaç sorunlu çocuğa özel bir eğitim programı hazırlanıyor. Yine Hamsterdam deneyindeki gibi, bu çok güzel programın bürokrasi sayesinde ne hallere geldiğini izleyince küfürler edebilirsiniz. Polislerimiz yine iş başında bu dördüncü sezonda da, yalnız bu sefer Barksdale çetesi üzerinde değil, yeni ortaya çıkan bir diğer çete üzerinde.

Beşinci sezonda da, ortaya çıkan bu yeni Stanfield çetesi üzerinden gidiyor. Ve tabi sezonu bitiriken de işin medya ayağını da unutmuyor. Baltimore Sun gazetesi üzerinden, medya sistemine de eleştiriler getiriyor. Şehirde meydana gelen olayları medyanın nasıl yansıttığı ve uydurma haberler nasıl yapılır, açık açık gösteriyor. Yine çok tanıdık geldi bir yerlerden bu sezonda medya sistemini izlerken.

Çok ayrıntıya girmeyecektim dedim, ama yazdıkça ayrıntılara girip çıkıyorum. Kabaca bu olaylar dışında, farklı farklı karakterlerin hayatları da var, Bubbles adında bir uyuşturucu bağımlısı üzerinden de, polis ve uyuşturucusu satıcılarının hayatları dışında, uyuşturucu kullanan insanların hayatlarını Bubbles'in gözünden izliyoruz.

Tabi, bir de benim için dizideki en önemli karakter; Omar Little var. Omar Little eşcinsel bir hırsız. Hırsızlığı da, tamamen uyuşturucu patronlarına yönelik. Karakterli, modern çağın Amerikasında bir Robin Hood. O tamamen "oyun"a dahil olanlara zarar veriyor, soyuyor, öldürüyor. Uyuşturucu patronlarının zulalarını çalıyor. Ama amacı hiçbir şekilde para değil, tamamen prestij üzerine. Omar, Baltimore sokaklarında korkulan bir isim. Gece, gündüz demeden, paltosunun içinden aşağıya sarkıttığı pompalı tüfeğiyle dolaşıyor, ve onu sokakta gören insanlar da, "Omar geliyor!" diyerek sağa sola çil yavrusu gibi kaçışıyor;




Omar, sabahlığıyla dışarıya mısır gevreği almaya gittiğinde bile, yanında silah olmamasına rağmen, insanlar kaçışıyor. Ve görüldüğü üzere, hiç zulayı istememesine rağmen, şans eseri, zulayı önüne atıyorlar korktukları için. Omar'ın kuralları var. Asla oyun dışında olanlara zarar vermiyor, masum insanlara zarar vermiyor. Tek derdi, uyuşturucu patronlarıyla, gerektiğinde, onlar aleyhine mahkemelere çıkıp yalancı şahitlik bile yapıyor. Bir mahkeme sırasında, salona girdiğindeki elbisesine dikkat etmenizde fayda var, siyahi insanların giydiği bol elbiseler ve üzerinde kravat kombinasyonu muhteşemdi.

The Wire dizisi bir polisiye dizisi, uyuşturucu satıcıları polis kovalamacasından çok, bir şehrin, insanların, gerçek hayatın hikayesi. Polisler uyuşturucuyu takip ettikleri sürece, sadece orta ölçekteki satıcıları yakalayabiliyorlar. Ama iş, uyuşturucudan gelen parayı takip etmeye başlayınca şehrin üst makamlarına kadar gidiyor iş. Bir de, dizide en çok dikkat ettiğim konu; hiçbir karakterin "güzel" ya da "yakışıklı" olmadığıydı. Evet, bu dizide ne taş gibi hatunlar, ne de taş gibi adamlar var. Bu zamana kadar izlediğimiz her dizide, mutlaka taş gibi bir kadın ya da çok yakışıklı bir erkek bulunur. Bu da güzellik algısının, kurmaca dünyasını süslemek ve daha çok satmak için küçük bir ayrıntısı gibi gelir hep bana. Ama özellikle dikkat ettim, The Wire'de ister kadın olsun, ister erkek olsun "Bizim güzellikle algımızın beğenisine sunulan" bir karakter yok. Tıpkı gerçek hayattaki gibi. Zaten bir kurmacadan öte gerçek hayatın belgeseli niteliğinde. Dizinin yaratıcısı olan David Simon'un 12 sene boyunca Baltimore Sun gazatesinde çalıştıktan sonra yapımcı olması ve ortağı Ed Burns'in 27 sene boyunca cinayet masası dedektifi olarak çalıştıktan sonra lisede öğretmen olarak çalışması dizinin mükemmeliği üzerinde çok büyük etkileri olmuş. Bana kalırsa da, Ed Burns'in lisede öğretmenlik deneyiminin, mükemmel olan 4. sezondaki eğitim sisteminin işlenmesinde harikalar yaratmış. 5 sezonda da, David Simon'un gazetecilik deneyiminin, medya sisteminin işlendiği 5. sezonda harikalar yaratması da cabası.

Diziyi bitirdikten sonra, bu zamana kadar izlediğim diziler gerçekten de hayal ürünü geldi. Gerçi, her kurmaca metin bir hayalden ibaret ama, The Wire kurmaca bir diziden çok, insanlık üzerine bir belgesel. İlk 3-4 bölümü biraz sıkıcı olsa da, ondan sonraki 5 sezon boyunca ele aldığı konuyu ilmek ilmek işleyen, her karakteri ayrı bir dünya olan, hiçbir şekilde karakterler ve olaylar üzerinde abartıya kaçmayan, tamamen bir şehirden yola çıkarak, insanları, sokakları, zorunlulukları, bir bölgede doğmanın getirdiği yaşama zorluklarını, adaletsizlikleri, bürokrasiyi, üst kısımlarda dönen dolapları, alt kısımlarda yaşayan insanların çaresizliklerini, eğitim sorununu, polisleri, uyuşturucu satıcılarını, daha 6-7 yaşından itibaren uyuşturucu satmak zorunda kalan çocukları gibi daha birçok sorunu olanca güzelliğiyle anlatıyor.


Not1: Diziden öğrendiğim kadarıyla, Edgar Allan Poe Baltimore'de yaşamış. Dizinin bir bölümünde, iki uyuşturucu satıcısı, aralarında konuşurlarken, birisi, "yanına bir yaşlı çiftin geldiğini ve Edward Allan Poe'nin evini sorduklarını, o da öyle birini tanımadığını söyleyince o yaşlı çiftin üzülerek oradan ayrıldıklarını anlatıyordu. Orada ben de ağladım yalan değil. Edgar Allen Poe'nin evi, iki sokak ötelerindeymiş halbuki. Evinin önünde nöbet beklerdim ben, orda yaşasam.

Not2: spoiler olabilir diye en sona koydum. Siyahilerin şehrinde binbir türlü zorluklarla seçilen beyaz Tommy Carcetti, seçim öncesinde, "DEĞİŞİM" sloganıyla yola çıkmasına rağmen, seçildikten sonra, hiçbir şeyi değiştirememesi. Ve tamamen aksine, sistem denilen o çarkın içinde, iki sene sonra Vali seçilebilmek için, sistemin oyunlarına girmesi de hayatın cilveleri aralarında yer alıyor. Seçilmeden önce, Teğmen Cedric Daniels'e bundan sonra, kağıt üzerinde suç oranı düşürme oyunları yok diye söz verdiyse de, vali seçimleri için, Müdür yaptığı Cedric Daniels'e suç oranlarını düşük tut diye baskı yapıp, Cedric Daniels bu oyuna dahil olmayı reddedince, onu görevden alması da ince bir ayrıntıydı. Bu konuyla ilgili de en güzel bir ayrıntı da, Obama'nın, en sevdiği dizinin The Wire olması, ve, seçimden önce "We Can" gibi bir sloganla iş başına gelip, her şeyi değiştirebileceklerini söyleyip de, yıllar geçmesine rağmen, hala Afganistan ve Irak'ta insanların öldürülüyor oluşu, yani o SİSTEM denilen çarkın içinde varolması da, bu hayatın en güzel cilvelerinden biridir benim için.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Doğmuşum doğmamışım veya "Sinek Isırıklarının Müellifi" üzerine

24 Şubat malum, bu insanın dünya üzerinde ilk izlerini bırakmaya başladığı gündü. Bazen böyle kendimizden başka bir insanmış gibi bahsetmek güzel oluyor, cümle içine türlü artistlik havalar katınca tadından yenmeyen kıvama erişiyor.

Bu doğum günleri bizim için önemli mi önemsiz mi hala ayrımına varamadım. Ama bu günlerde bir Negatif aforizmasını hatırlamadan olmaz;

"Doğmuşum, doğmamışım umrumda değil!"

Bu aforizmayı gün boyunca tekrarlamak bizim için bir nevi ayin niteliğine erdi. Kendimizi rahatlatmak ya da daha fazla sıkmak için biçilmiş kaftan. Derinliğinin içinde boğulabiliyoruz.

Bu önemli mi önemsiz mi hala çözemediğim doğum günlerinin yanında bir de kitaplar var. Artık ben mi fazla abartıyorum, yoksa hayatın bana oynadığı güzel cilveler arasında yerlerini mi alıyorlar yine bilemiyorum (bilemediğim ne çok şey varmış benim) ama hayatımın belirli dönemlerinde okuduğum öyle kitaplar var ki, beni beynimden vuruyorlar. Yaşadığım an içinde, sanki bir kurtarıcı edasıyla çıkıp gelen bu kitaplar, okuduğumda, o anlarla özdeşleşiyorlar adeta. Bunu ben her yerde, her fırsatta dile getiriyorum; Hermann Hesse'nin Narziss ve Goldmund adlı kitabını 18 yaşımda okumuştum ve hayatımı baştan başa değiştirip şekillendirmişti. Okuma serüvenimi körükleyen, beni bambaşka dünyalara götüren anın başlangıcıdır.

Senelerdir, nice yazar, nice kitap geldi geçti. Aralarda benim için hala bir "anların işaretleri" olan kitaplar var. Benim için önemli olan bu kitapların adlarını hatırladığımda, kitabı okuduğum zamanki hallerim olduğu gibi gözlerimin önüne geliyor hep.

Bunlardan en sonuncusu da, şu 20'li yaşları terketmeye yüztuttuğum bu zamanlarda, hayatın güzel bir cilvesi olarak karşıma çıkan, Barış Bıçakçı'nın Sinek Isırıklarının Müellifi adlı kitabı. Barış Bıçakçı'yı uzun zamandır okumak istiyordum. Bir türlü fırsat olmamıştı. Kısmet de, doğum günümde, hem de bir otobüs yolculuğunaymış. Otobüs kalkar kalmaz, kitaba gömülen başım, otobüs İzmir otogarına vardığı zaman kalkabildi. Kitabı okurken aklımdan geçen sadece şuydu; "Barış Bıçakçı, roman yazma işini çözmüş". Gayet basit, insanı hiç yormayan ama kitabı bir an bile bıraktırtmayan bir üslup. Gayet basit bir konu, gayet güzel bir üslupla anlatılmış. Ve, yer yer benim bu zamana kadar son dönem romanları ve yazarları üzerine düşündüğüm birçok konuda, benimle hemfikir olan cümleler. Barış Bıçakçı da, son dönem romanlarında aforizma bolluğundan şikayetçi. Romanlar sadece aforizmalar için yazılmış. Ama ortada bir roman yok. Bol bol aforizma. Bu cümleleri okudukça aklıma hep nedense(?) Hakan Günday ve romanları geldi (sevenleri sakın alınmasın). Kitap, sinek ısırıklarına benzer acıları anlatıyormuş gibi yapıp aslında çok derin yaralara dokunuyor.

Kitabı zevkle okurken, öyle bir sayfa geldi ki; otobüste oturduğum koltukta yığılıp kaldım. Kelimeler resmen yumrukladı beni (bu yumruklamalı anlatımlara da bayılıyorum ama daha uygun bir anlatım bulamadım durumuma). Sayfadaki cümleleri okuyup bitirdiğimde, abartısız bir 10 dakika, otobüsün camından akıp giden görüntülere dalıp, kendime gelemedim. Öyle cümlelerdi ki, benim şu 20'li yaşları terketmeye yüztuttuğum bu günlerde, sanki ben göreyim diye oraya konmuş gibiydi. Böyle olunca da, geçen senelerimi yeniden ve yeniden gözden geçirmeden olmazdı. Bu cümleler öyle bir kazındı ki aklıma, hayatım boyunca unutabileceğimi hiç zannetmiyorum. Hayatımın 25-30 yaş aralıklarını hatırlamak için, şu aşağıdaki cümleleri hafızama kazıdığı için Barış Bıçakçı'ya ne kadar teşekkür etsem az. Romanın kahramanı Cemil'in, genç Cemil ile karşılaştığı o anlarda, sayfalara dökülen cümleler aynen şöyleydi;



"Cemil, genç Cemil'in elinde silah olup olmadığına bakmıştı, çünkü yıllar önce okuduğu Rene Char'ın Seçme Şiirleri'nin önsözünde geçen şu cümleyi unutamıyordu: "Kırk yaşımızda, yüreğimize yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz."
Böyle bir cümleyi okuyup yıllarca aklınızda tutuyorsanız zaten ölüyorsunuz demektir.
Silaha gerek yok."
(Sinek Isırıklarının Müellifi - Barış Bıçakçı, İletişim Yay. 2011, s. 65)

17 Ocak 2012 Salı

Her şey çok hızlı.

Akıp giden bunca anlamsız görüntülere, seslere, durumlara, can yakan, aklı yoran her şeye, tembelliğimle, hareketsizliğimle karşı koymaya çalışıyorum. Uykularımı, uyuyup uyanmalarımı yavaşlatmaya çalışıyorum. Bunların arasında kalan, hayat denilen akıp giden her şeyin içindeki ayrıntıların hızına yine yetişemiyorum. Durup düşüneyim diyorum da, kolayca yakalayamıyorum.

Çöller en uygun yer. Zamandan ve hareketten soyutlanmış, kaybolmak için en iyi yerler. Hiçbir şeyin olmadığı, hiçbir şeyin akmadığı yerlerde; çok önceleri görülmüş görüntüleri, duyulmuş sesleri, maruz kalınmış durumları, can yakan, aklı yoran, sevindiren, mutlu eden her şeyi yaşamanın tadına varabilirim.

Benim ilacım çöl, ama dayanabileceğimi zannetmiyorum.
(Bu cümlemin üstünde dikkatle durulmasını rica ediyorum, bu bir vasıfsız blog yazarının acınası çırpınışıdır).




Klip başlı başına, her karesinden binbir anlam çıkarılabilecek cinsten. İzleyip izleyip çöle kaçasım geliyor, ki bu kendimi en güzel aldatmalarımdan bir tanesi.(ki bağlacıyla bu aralar sorunum olduğundan bahsetmiş miydim?)

(Bazen -bazan- saçmalamak insana çok iyi gelebilir)

7 Ocak 2012 Cumartesi

Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (Maraz-ı Edebiyat)

Tamam başlık ilk başta anlamsız gibi duruyor ama içeriğini birazdan yazacağım. Daha anlamlı hale bürünecek. Yoksa, şu haliyle sanki 50-60 yaşına gelmişim de, geçmişten hikayeler anlatıyormuşum gibi durdu. Aslında neden olmasın? Yaşlı insanların, gençliklerini özlemle anıp da, eski günlerini düşünmeleri oluyor da; genç bir insanın kendisini yaşlandırıp da, yaşlı halindeyken bu günlerine eğilmesi olamaz mı? -cümlem çok da güzel oldu-. Benim bu başlıklarla bir alıp veremediğim var ama çözemedim hala. Hayırlısı.

Yine uzun zamandır blogla ilgilenemiyorum. İlgilenemiyorum değil aslında, daha çok hiçbir şey yapmaya isteğim olmadığından, hiçbir şey yapamıyordum. O yüzden birkaç aydır yazılan, çizilen takip ettiğim blogları okuyamadım. Neler kaçırdığımı düşünmek bile istemiyorum. Ama, yavaştan açıklarımı kapatmaya başladım. O yüzden, şu yazıyı okuyup da, takip ettiğim blog sahipleri olursa kendilerinden özür diliyorum buradan.

Geçen günlerde hiç tanımadığım bir insandan bir mail geldi. Blogumdaki yazılarla ve benle ilgili. Mailin geliş zamanı ve benim o maili okurkenki halim görülmeye değerdi. Hayatta böyle güzel şeyler de olabiliyor. Hiç tanımadığınız bir insan sizi günün birinde nedensiz bir şekilde fazlasıyla mutlu ediveriyor. Hayat diye buna derim ben. Sesinize karşılık, insanların size ses etmesi kadar güzel bir şey yok şu dünyada. Bir de, mailin geldiği zaman içinde bulunduğum gereksiz bunalımı düşünürsek, mailin bünyemde yarattığı o mutluluğu tarif edebilmem çok zor.

Onun dışında hayatıma tuhaf yenilikler de geldi. 26 yıllık ömrümde "gözlük" kullanmayan ben, gözleri "taş" gibi olan ben, bundan gayrı "sol göz astigmat, sağ göz de miyop" olan bir insan olarak varlığımı devam ettirmekteyim. Ve tabi bunun yanında aksesuar niteliğinde olmayıp da parçam olması gereken bir "gözlük" var. Artık hayatıma 4 (dört) göz bir şekilde devam etmekteyim. Gözlük kullananların sıkıntılarını şimdi daha iyi anlayabiliyorum. İnsan kendisini resmen, dar bir kafesin içinden dış dünyayı izliyormuş gibi bir ruh hali içinde oluyor. Hala alışamadım. Hokkabaz filmindeki İskender gibi "istediğim zaman gözlüğü bırakırım" da diyemiyorum. Seve seve kullanıyorum. Bazı rivayetlere göre de (bu rivayetler de bildiğiniz en yakın arkadaşlarım tarafından dile getirildi), gözlüğü takınca çok ciddi bir insan imajı veriyormuşum ve benimle konuşurken insanlar ciddileşmek zorunda kalıyorlarmış. Çok eğlendim bunu duyunca. Ama gözlük hala eğlenceli değil.

Yazının aslını teşkil eden konuya geçmeden önce de, iki gün önce varlığından haberdar olduğum bir şey üzerine yazayım. İki gündür dışarıda delicesine yağmur olmasına rağmen, ben odamda kitap okurken, film izlerken ya da müzik dinlerken, bu sesleri dinliyorum arka planda. Yarabbim o ne huzur!!!! Bu şey aslında uzun zamandır varmış, ama okuyup da varlığından haberdar olmak isteyenler için ben yine de yazayım; "otururken, uzanırken, uyurken, şekerleme yaparken, kitap okurken, müzik dinlerken, film izlerken" arka planda doğa sesleri isteyenler şöyle buyursunlar;

http://naturesoundsfor.me/

Çeşit çeşit doğada bulunan seslerden kendinize göre bir karışım yapıp, arka plana atıyorsunuz. Ondan sonra ne sinir, ne stress, ne uykusuzluk kalıyor. Misler gibi. Yağmur, rüzgar, dalga ve gök gürültüsü dörtlüsü oluşturup çok güzel bir karışım hazırladım kendime. İki gündür hep o var.

Gelelim yazının asıl konusuna. Benim içim dışım aylardır Yakup Kadri Karaosmanoğlu oldu. Ben bu haldeyken, blog niye eksik kalsın değil mi? Birazcık da burayı boğayım ben dedim. Yakup Kadri'nin "Gençlik ve Edebiyat Hatıraları" adındaki kitabını okuyamamıştım. İki gündür neredeyse bitirdim kitabı. Yakup Kadri, gençliğinden itibaren yakınlık kurduğu dönemin edebiyat isimlerini birer başlık altında toplayıp, onlarla olan hatıralarını kaleme almış. Çok da güzel yapmış. Öyle kuru kuru anılar yok. Yer yer kahkahalarla güldüren, yer yer hüzünlendiren, yer yer düşündüren hatıralar. Açıkçası okurken, kıskanmadım değil. "Yahu adamlar neler neler yaşamış beraber, başlarından ne çok olaylar geçmiş. Hepsi birer hikaye!" deyip durdum okurken. Kitapta anlattığı kişiler; Mehmet Rauf, Şahabettin Süleyman, Refik Halit, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Cenap Şahabettin, Süleyman Nazif, Abdülhak Hâmid, Tevfik Fikret, Abdülhak Şinasi Hisar, Halide Edip Adıvar.  Açıkçası beni en çok güldüren bölümler Şahabettin Süleyman, Refik Halit ve Ahmet Haşim bölümleriydi. Bu adı geçen yazarların, hiçbir yerde bulamayacağınız, yaşadıkları maceralar var kitapta. Bir nevi, bugünlerin magazin servisleri gibi. Ama tabi, daha yüksek seviyelerde olanlarından. Ahmet Haşim bölümünde de, Ahmet Haşim'in kendisini çok çirkin görmesi ve bu duygularını o zamanlar en yakın arkadaşı Yakup Kadri'ye anlatması. İntihar teşebbüsünün gerçekleşememesinin komikliği. O kadar kendisini çirkin hissetmesine rağmen kadınlara olan düşkünlüğü, ama bir kadınla evlenmek istemesine rağmen, onlarca kadını nasıl da evlenmeden önce son anda nasıl bıraktığı. İnsanlara neden/nasıl darılıp gücendiği vs. Her ayrıntısını okumak çok keyifli. En çok güldüğüm kişi ve aynı zamanda da en çok üzüldüğüm kişi de, Ahmet Haşim oldu. Çanakkale Savaşı'nda cephede en önde olmasına rağmen, dönüşünde arkadaşlarının kendisinden kahramanlık hikayelerini anlatmasını beklemesi ve buna karşılık onun arkadaşlarına verdiği o müthiş cevap. Kendisi, bir şair olarak, cephede en önde savaşmasına rağmen, cephe gerisinde savaşı görmemiş şairlerden, kahramanlık şiirleri bekleyen devlet. Kendisi Bağdat'lı bir Arap olması sebebiyle, milli duyguları uyandırabilecek şiirler yazamaz diye geri plana atılması vs. İçinde ne ararsanız var. Bölüm bölüm, çok komik olaylar var ama burada benim bahsetmek istediğim, okuduktan sonra tam aralıksız yarım saat boyunca güldüğüm bir olay;

Olay kısaca, Fecr-i Âti döneminin başlarında geçiyor. Fecr-i Âti topluluğundan Şahabettin Süleyman Çıkmaz Sokak (iki lezbiyeni konu edinen, yani sevicilik üzerine) ve Siyah Süs (haremdeki zenci bir haremağası ile bir cariye arasında olan aşkı konu edinen) adlı tiyatro eserlerini yayınlamasının ardından, topluluğa yöneltilen eleştiriler şiddetlenmektedir. En sert eleştiriler de o dönemde yaşayan meşhur hicivci, Şair Eşref tarafından gelmektedir. Eşref adındaki dergi sürekli olarak Fecr-i Âti'ye ve Şahabettin Süleyman'a saldırır. Fecr-i Âti topluluğundaki kişiler de bir gün Eşref dergisini basarak olay çıkartır (tabi aralarında Yakup Kadri de var). Bu olay mahkemeye kadar gider. Bundan sonrası tamamen alıntıdır;

--------------------------------------------------------------------------

"Lakin bu mahkeme ilk duruşmadan itibaren adalet anallerinde misli görülmemiş bir komedya haline girmiştir. Şöyle ki, mahkeme başkanı her nedense bizim adlarımızı Farsça kaidelere göre birer "terkib-i vasfî" (sıfat tamlaması) şekline sokarak "Tahsin-i Nahid", "Hamedallah-ı Subhî", "Refik-i Halid", ve "Yakub-u Kaderî" diye telaffuz ediyordu. biz de kendimizi kahkahalarla gülmekten zor tutarak sanık sıralarına dizilmiştik. Fakat, asıl en gülünç hadise Eşref dergisi sahibinin vakaya şahit olarak gösterdiği Baha Tevfik'in hakimleri şaşkına çeviren ve arkamızdaki dinleyicileri kızdıran ifadelerinden doğacaktı. Baha Tevfik, Alman filozofu Buchner'in Madde ve Kuvvet adlı eserini dilimize çevirmekle ve zamanına göre pek acayip sayılan paradokslar yapmakla tanınmış bir yazardı ve benim de İzmir İdadisi arkadaşlarımdandı. Hâlâ gözlerim önündedir: Gayet ağır adımlarla ve bir profesör ciddiliğiyle hakimlerin önüne gelmiş ve aynı tavırla yemin ettikten sonra şöyle demişti:

"Muhterem hakimler heyeti; ifademi vermezden evvel sizlere bir hususu arz etmek isterim: Maraz-ı edebiyat denilen bir ruhî hastalık vardır. Buna müptela olanlar -ki onlardan biri de bendenizim- hakikati hayalden bir türlü ayıramazlar. Binaenaleyh, (bizi göstererek) bu zevatı ben Eşref mecmuası idarehanesinde mi gördüm, başka bir yerde mi? İçlerinden hangisi ne demişti? Hangisi kimin üstüne bastonla yürümüştü? Bilmiyorum. Bütün bu vakaya dair hatıralarım zihnimin içinde dans ediyor."

Bunun üzerine, başhakim, Baha Tevfik'i daha ziyade konuşturmağa lüzum görmeyerek arkadaşlarıyla birkaç dakikalık bir danışmaya çekilmiş ve davayı şu şekilde bir neticeye bağlamıştı:

"İş bu davanın mesnedi (dayanağı) hayalâttan ibaret olduğu anlaşılmakla maznunların beraatine ve mahkeme masraflarının müddeiden tahsiline karar verilmiştir." (Gençlik ve Edebiyat Hatıraları s.38)

Bu kısma aralıksız tam yarım saat boyunca güldüm. İnce zekanıza kurban olurum.

----------------------------------------------------------------------------


Not: Blogun başlığı aslında "Maraz-ı Edebiyat" olacaktı. Dalıp gitmişim, iyi oldu çok da güzel oldu değil!!! Olmadı ama bu şimdi. Hepimiz birer Maraz-ı Edebiyat mağduruyuz!!!