Sayfalar

29 Nisan 2012 Pazar

Polisiye diziden bir şehrin ve insanların hikayelerine

Dizilere bakış açımı; "The Wire izlemeden önce, ve sonra" diye ayırmama sebep olan dizi The Wire.

The Wire dizisini yıllardır IMDB'nin diziler kısmında en tepede görüyordum. Açıkçası bu zamana kadar da dikkat edip de bakma gereği duymamıştım. Adını, sanını da duymadım hiç, bana tavisiye eden de olmamıştı.

Ta ki, geçen aylarda OZ adlı muhteşem diziyi yeniden izlemek isteyip de tamamen bitirinceye kadar. Oz adlı diziden bahsetmeyi sonraya bırakıyorum. Ama şunu da eklemeden edemeyeceğim, Prison Break gibi tırt bir hapishane dizisini izleyip de "ayh çok güzel, mükemmel bir dizi" diyen insanlardansanız şayet, muhteşem bir hapishane dizisi olan OZ dizisini izlememişsiniz demektir. O yüzden de, tavsiyem OZ'u da izlemeniz yönünde.

OZ'u yeniden bitirdikten sonra, OZ hakkında yazılanlara bakınca, The Wire adlı diziyi ilk defa o yazılanlarda gördüm. Açıkçası benim için dizi dünyasının çıtası olan OZ dizisiydi. Okuduğum bir yazıda da, "şayet dizi çıtanız OZ ise kesinlikle The Wire dizisini izleyip ondan sonra karar vermeniz gerekir" gibi bir şeydi. Hiç vakit kaybetmeden, oturdum The Wire dizisinin başına.

Bu zamana kadar, benim gibi içinde bol bol siyahi görünen bir yapım izlememişseniz ilk bölümler size de gayet tuhaf gelecektir. Tabi ki bu ırkçılığımızdan kaynaklı değil, tamamen çevremizde olsun, filmlerde olsun, dizilerde olsun tek tük siyahi gördüğümüz için. Bir de, ilk bölümden itibaren birkaç bölüm sıkıcı gelebilir. Çünkü dizinin ele aldığı konu hemen öyle ilk bölümden itibaren çözülmeye başlamıyor. 2002 yılında başlayıp da 2006 yılında 5. sezonunda biten bir dizi. Ve bu 5 sezonda her sezonunda ayrı ayrı konulara değiniyor ki, bambaşka bakış açıları yakalıyorsunuz hayata dair. Yalnız bu farklı konuları aynı şehirde, aynı insanlarla ele alıyor. Bahsettiği konularla ilgili birkaç kelam edeceğim birazdan, yalnız izlemeyenler korkmasın öyle spoiler falan pek olmayacak içinde. İçiniz rahat bir şekilde okuyabilirsiniz.

The Wire dizisi, uzak Amerika diyarında Baltimore şehrinde geçiyor. Baltimore şehri hakkında gram bilgim yoktu diziyi izlemeden önce. Sadece birkaç yerden adını duyuyordum o kadar. Şimdi diziyi bitirdikten sonra, şayet bir gün Amerika'ya falan uğrarsam, hiçbir şekilde adım atmayacağım bir şehir oldu Baltimore.

Dizide hemen hemen her karakterin siyahi olmasının sebebi de, Baltimore adlı şehrin nüfus yoğunluğunun büyük bir parçasının siyahilerin oluşturmasıymış. Dizideki Baltimore Belediye Başkanı'nın da siyahi olması da bu durumu gayet güzelce açıklayabilir sanırım. Niye siyahilerden bu kadar bahsettim? Çünkü, görsellikle, Amerikan rüyasını bütün dünyaya pazarlayan camiada, bu zamana kadar hep "beyazlar" ağırlıktaydı. Arada tek tük siyahi görünürdü. O kadar. Ama mutlaka bir tane siyahi vardır. Ama o da bir tane, fazla değil. İşte The Wire adlı dizinin bir farklı noktası başlangıçta bana göre bu. Bambaşka bir Amerikan rüyası sunuyor bize. O rüyanın gerçekte nasıl da yerin dibine batmış olduğunu bütün gerçekliğiyle anlatıyor.

Dizinin ilk bölümünün açılışında, bir cinayet sonrası Jimmy Mcnulty adlı cinayet masası dedektifimizin, ölen kişinin arkadaşıyla olan konuşmalarıyla başlıyoruz. O konuşmada, daha dizinin ilk saniyelerinde, Baltimore şehrinin gerçekleri hakkında ipuçlarını izliyoruz.

Daha sonrasında, Baltimore şehrinin sokaklarında uyuşturucu satan çocuklarla, narkotik polislerinin kovalamacaları ve Avon Barksdale adındaki, uyuşturucu patronuna uzanan kovalamacalar. Baltimore polis teşkilatı, sadece satıcıların yakalanmasıyla Avon Barksdale'yi altedemeyeceklerini anlayıp, cinayet masası ve narkotik masası dedektifleri ortak bir birim oluşturup Barksdale çetesini hapse atmak için işe koyuluyorlar. İzleme sürecinde türlü bürokratik sorunlar da yaşanıyor elbette. Bunun yanında Barksdale çetesi de, izlerini kaybettirmek için türlü akılalmaz yolları deniyorlar ki, polisleri atlatmak için, dinlenmemek ve izlenmemek için buldukları yolları izlemenizde fayda var. O süreç çok eğlenceli. Hiçbir şekilde abartı bir unsur yok.

Dizinin ilk sezonu Barksdale çetesi üzerine gidiyor. Tabi ki Barksdale çetesi üzerinden, Baltimore sokaklarında yaşayan siyahilerin hayatlarını, o sokakta dünyaya geldikten sonra tek seçenekleri köşelerde uyuşturucu satmak olan çocukları (corner boys) izlemeye başlıyorsunuz.

İkinci sezondaysa, bu sefer Baltimore Limanına gidiyor. Liman işçilerinin hayatlarını izliyorsunuz. İkinci sezonda biraz daha beyazlar ağırlıkta ama bu beyazlar da göçmenler. Limanda çalışan işçiler. Yine polis teşkilatındaki polislerimizi de izliyoruz. Bu sefer de, liman işçilerinin hayatta tutunma çabalarını, limanlarda, gümrüklerde dönen dolapları, konteynırlar içinde doğu Avrupa'dan gelen beyaz kadın ticaretine (kaldı ki bu sezonun bir bölümünde kadınları pazarlayan Osman adında bir Türk görünüyor) kadar Baltimore şehrinde ne kadar şey dönüyorsa onlara değiniyor. Barksdale çetesini de izlemeye devam ediyoruz.

Üçüncü sezonda, Belediye başkanlığı seçimi üzerinden, bürokratik sisteme de bir güzel değiniyor. Siyahilerin ağırlıkta olduğu bir şehirde beyaz bir belediye başkan adayı çıkıyor "Tommy Carcetti". Seçim sürecinde, ABD'deki seçim süreçlerinde dönen dolapları görebilirsiniz. Siyahi başkan, bu seçimde de, yeniden başkan seçilebilmek için, suç oranlarının düşmesi için polis teşkilatına baskı yapıyor. Bütün polis teşkilatı, yükselen suç oranı karşısında çaresiz kalıyor. Ve suçları artık görmezden gelerek, kağıt üzerinde suç oranlarını düşmüş göstermek gibi oyunlara gidiyorlar. Üçüncü sezon hemen hemen bürokratik sistem üzerine. Bir de "Hamsterdam" adında deneysel bir polis çalışmasını izliyoruz, narkotik polis Teğmen Colvin tarafından. Bu "Hamsterdam" deneyi, dizide beni en çok etkileyen bir unsurdu. Deneyin çok güzel olmasına rağmen, uğradığı bürokratik engelleri izlerken, dünya her yerde aynı demek ki diyebilirsiniz. Tabi ki, ayrıntılarıyla anlatmayacağım. Ama adından birazcık çağrışım yakalayabilirsiniz. Bu belediye başlanlığı seçimi, Obama'nın seçilmesi öncesinde olmasına rağmen, Obama'nın başkanlığa seçilme sürecinin nasıl işlediğini anlatıyor. Ortada bir Obama yok daha. Bu çok ilginç bir ayrıntıydı. Bunu en sonda not kısmında belirteceğim.

Dördüncü sezon da, benim için en mükemmel sezonuydu. Çünkü bu sezonda "eğitim sistemi" üzerine eğiliyor. Baltimore sokaklarında tek seçenekleri uyuşturucu satmak olan çocukların, okul hayatlarının nasıl da sancılı geçtiği üzerine. Eğitim sisteminin de, bu çocukları eğitmekten çok, sadece yüzeysel bilgilerle geçiştirip, bizdeki gibi sene sonlarında yapılan sınavlarda, kağıt üzerinde yüzden birkaç dilimlik başarı oranlarının artması için geçiştirildiğini izliyoruz. Yine üçüncü sezondaki başkanın polis teşkilatına baskı yaptığı gibi, Baltimore şehrinin okullar yüzünden verdiği milyon dolarlar açık yüzünden, sene sonunda birkaç dilimlik artış yüzünden, çocukların senelik olağan eğitimlerinin dışına çıkılıp, tamamen sene sonundaki, sınava yönelik ezber eğitimlerini izliyoruz. Ne yalan söyleyeyim, bizim ülkemizle bu kadar benzerlik beklemiyordum. Haliyle, bir eğitimden çok, eğitememe yuvalarını izliyoruz. Bunun yanında da, yine Üçüncü sezondaki "Hamsterdam" deneyi gibi, bir pilot okul seçilip, uyuşturucu çetelerine bağlı olan birkaç sorunlu çocuğa özel bir eğitim programı hazırlanıyor. Yine Hamsterdam deneyindeki gibi, bu çok güzel programın bürokrasi sayesinde ne hallere geldiğini izleyince küfürler edebilirsiniz. Polislerimiz yine iş başında bu dördüncü sezonda da, yalnız bu sefer Barksdale çetesi üzerinde değil, yeni ortaya çıkan bir diğer çete üzerinde.

Beşinci sezonda da, ortaya çıkan bu yeni Stanfield çetesi üzerinden gidiyor. Ve tabi sezonu bitiriken de işin medya ayağını da unutmuyor. Baltimore Sun gazetesi üzerinden, medya sistemine de eleştiriler getiriyor. Şehirde meydana gelen olayları medyanın nasıl yansıttığı ve uydurma haberler nasıl yapılır, açık açık gösteriyor. Yine çok tanıdık geldi bir yerlerden bu sezonda medya sistemini izlerken.

Çok ayrıntıya girmeyecektim dedim, ama yazdıkça ayrıntılara girip çıkıyorum. Kabaca bu olaylar dışında, farklı farklı karakterlerin hayatları da var, Bubbles adında bir uyuşturucu bağımlısı üzerinden de, polis ve uyuşturucusu satıcılarının hayatları dışında, uyuşturucu kullanan insanların hayatlarını Bubbles'in gözünden izliyoruz.

Tabi, bir de benim için dizideki en önemli karakter; Omar Little var. Omar Little eşcinsel bir hırsız. Hırsızlığı da, tamamen uyuşturucu patronlarına yönelik. Karakterli, modern çağın Amerikasında bir Robin Hood. O tamamen "oyun"a dahil olanlara zarar veriyor, soyuyor, öldürüyor. Uyuşturucu patronlarının zulalarını çalıyor. Ama amacı hiçbir şekilde para değil, tamamen prestij üzerine. Omar, Baltimore sokaklarında korkulan bir isim. Gece, gündüz demeden, paltosunun içinden aşağıya sarkıttığı pompalı tüfeğiyle dolaşıyor, ve onu sokakta gören insanlar da, "Omar geliyor!" diyerek sağa sola çil yavrusu gibi kaçışıyor;




Omar, sabahlığıyla dışarıya mısır gevreği almaya gittiğinde bile, yanında silah olmamasına rağmen, insanlar kaçışıyor. Ve görüldüğü üzere, hiç zulayı istememesine rağmen, şans eseri, zulayı önüne atıyorlar korktukları için. Omar'ın kuralları var. Asla oyun dışında olanlara zarar vermiyor, masum insanlara zarar vermiyor. Tek derdi, uyuşturucu patronlarıyla, gerektiğinde, onlar aleyhine mahkemelere çıkıp yalancı şahitlik bile yapıyor. Bir mahkeme sırasında, salona girdiğindeki elbisesine dikkat etmenizde fayda var, siyahi insanların giydiği bol elbiseler ve üzerinde kravat kombinasyonu muhteşemdi.

The Wire dizisi bir polisiye dizisi, uyuşturucu satıcıları polis kovalamacasından çok, bir şehrin, insanların, gerçek hayatın hikayesi. Polisler uyuşturucuyu takip ettikleri sürece, sadece orta ölçekteki satıcıları yakalayabiliyorlar. Ama iş, uyuşturucudan gelen parayı takip etmeye başlayınca şehrin üst makamlarına kadar gidiyor iş. Bir de, dizide en çok dikkat ettiğim konu; hiçbir karakterin "güzel" ya da "yakışıklı" olmadığıydı. Evet, bu dizide ne taş gibi hatunlar, ne de taş gibi adamlar var. Bu zamana kadar izlediğimiz her dizide, mutlaka taş gibi bir kadın ya da çok yakışıklı bir erkek bulunur. Bu da güzellik algısının, kurmaca dünyasını süslemek ve daha çok satmak için küçük bir ayrıntısı gibi gelir hep bana. Ama özellikle dikkat ettim, The Wire'de ister kadın olsun, ister erkek olsun "Bizim güzellikle algımızın beğenisine sunulan" bir karakter yok. Tıpkı gerçek hayattaki gibi. Zaten bir kurmacadan öte gerçek hayatın belgeseli niteliğinde. Dizinin yaratıcısı olan David Simon'un 12 sene boyunca Baltimore Sun gazatesinde çalıştıktan sonra yapımcı olması ve ortağı Ed Burns'in 27 sene boyunca cinayet masası dedektifi olarak çalıştıktan sonra lisede öğretmen olarak çalışması dizinin mükemmeliği üzerinde çok büyük etkileri olmuş. Bana kalırsa da, Ed Burns'in lisede öğretmenlik deneyiminin, mükemmel olan 4. sezondaki eğitim sisteminin işlenmesinde harikalar yaratmış. 5 sezonda da, David Simon'un gazetecilik deneyiminin, medya sisteminin işlendiği 5. sezonda harikalar yaratması da cabası.

Diziyi bitirdikten sonra, bu zamana kadar izlediğim diziler gerçekten de hayal ürünü geldi. Gerçi, her kurmaca metin bir hayalden ibaret ama, The Wire kurmaca bir diziden çok, insanlık üzerine bir belgesel. İlk 3-4 bölümü biraz sıkıcı olsa da, ondan sonraki 5 sezon boyunca ele aldığı konuyu ilmek ilmek işleyen, her karakteri ayrı bir dünya olan, hiçbir şekilde karakterler ve olaylar üzerinde abartıya kaçmayan, tamamen bir şehirden yola çıkarak, insanları, sokakları, zorunlulukları, bir bölgede doğmanın getirdiği yaşama zorluklarını, adaletsizlikleri, bürokrasiyi, üst kısımlarda dönen dolapları, alt kısımlarda yaşayan insanların çaresizliklerini, eğitim sorununu, polisleri, uyuşturucu satıcılarını, daha 6-7 yaşından itibaren uyuşturucu satmak zorunda kalan çocukları gibi daha birçok sorunu olanca güzelliğiyle anlatıyor.


Not1: Diziden öğrendiğim kadarıyla, Edgar Allan Poe Baltimore'de yaşamış. Dizinin bir bölümünde, iki uyuşturucu satıcısı, aralarında konuşurlarken, birisi, "yanına bir yaşlı çiftin geldiğini ve Edward Allan Poe'nin evini sorduklarını, o da öyle birini tanımadığını söyleyince o yaşlı çiftin üzülerek oradan ayrıldıklarını anlatıyordu. Orada ben de ağladım yalan değil. Edgar Allen Poe'nin evi, iki sokak ötelerindeymiş halbuki. Evinin önünde nöbet beklerdim ben, orda yaşasam.

Not2: spoiler olabilir diye en sona koydum. Siyahilerin şehrinde binbir türlü zorluklarla seçilen beyaz Tommy Carcetti, seçim öncesinde, "DEĞİŞİM" sloganıyla yola çıkmasına rağmen, seçildikten sonra, hiçbir şeyi değiştirememesi. Ve tamamen aksine, sistem denilen o çarkın içinde, iki sene sonra Vali seçilebilmek için, sistemin oyunlarına girmesi de hayatın cilveleri aralarında yer alıyor. Seçilmeden önce, Teğmen Cedric Daniels'e bundan sonra, kağıt üzerinde suç oranı düşürme oyunları yok diye söz verdiyse de, vali seçimleri için, Müdür yaptığı Cedric Daniels'e suç oranlarını düşük tut diye baskı yapıp, Cedric Daniels bu oyuna dahil olmayı reddedince, onu görevden alması da ince bir ayrıntıydı. Bu konuyla ilgili de en güzel bir ayrıntı da, Obama'nın, en sevdiği dizinin The Wire olması, ve, seçimden önce "We Can" gibi bir sloganla iş başına gelip, her şeyi değiştirebileceklerini söyleyip de, yıllar geçmesine rağmen, hala Afganistan ve Irak'ta insanların öldürülüyor oluşu, yani o SİSTEM denilen çarkın içinde varolması da, bu hayatın en güzel cilvelerinden biridir benim için.