Sayfalar

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Bir Yazarı Eleştir(eme)mek

Yazarların, şairlerin birbirleriyle karşılıklı atışmaları bizim edebiyatımızda meşhurdur. Bu atışmalar hep bir seviyede kalmış, sınırlarını aşmamıştır. Elbette ki sınırlarını aşan atışmalar olmuştur fakat bunlar istisnadır ve sayıları da çok değildir öyle. Bu atışmaların bir güzelliği, edebiyatımızı hareketli tutmalarıdır. Öğrenebileceğimiz birçok şey de cabası.

Bir hafta önce de bu atışmalara benzer bir yazı Levent Yılmaz tarafından, Enis Batur'a ithafen yayınlandı. Birçok kişinin tepkisi de "vay, nasıl da kapak olmuş" şeklindeydi. Edebiyat dünyasından yeterli seviyede bilgisi olmayan okuyucunun böylesine bir tepki vermesi olağandır. Fakat yazıyı okuyunca hiç de öyle yerleşen bir kapağın olmadığını anlıyoruz. Kapağı bırakalım, yazıyı kaleme alan kişinin kendisini komik bir duruma düşürdüğü daha açık hale geliyor. Çünkü bir yazarı, şairi eleştirmek belirli çerçevelerde olur. Siz o çerçevelerin dışına çıktığınızda, yerleştirmeye çalıştığınız "kapak" elinizde kalır, dahası sizin üzerinize bile kapanabilir. Bahsettiğim yazıya gelirsek, buraya alıntılayıp, o şekilde açıklamak daha iyi olur sanırım;

=====alıntı=====

paralel hayatlar 06.07.2011
levent yılmaz
enis batur: büyük bir şaka

ve fakat buna gülebilir miyiz? tabii ki, hayır. onu tanımış herkese er ya da geç yerleşen tek ve büyük his: kandırılmışlık. büyük bir hayâl kırıklığıdır enis batur. onunla yakınlaşmış hemen herkes için. oysa, genç enis batur haylaz, hadi insanların algısıyla söyleyelim, serkeş bir liseli, saint-joseph’ten atılma bir hırt ve isyankâr olarak, uzun bir süre, hayli uzun bir süre insanları düşünce, edebiyat ya da yazı düzeninin sınırlarında gezindiğine inandırmayı başarabilmiştir.

liseyi ankara’da atatürk lisesi’nde bitirdi. kendisinin kaleme aldığı ve kitaplarının kapaklarına koyduğu biyografisinde, odtü’de başladığı yüksek öğrenimini paris’te tamamladığı yazıyor: nerede tamamladığı yazmıyor elbette, çünkü, galiba, belki ve büyük ihtimalle hiçbir yerde tamamlamış değil. o yüzden de hayatı boyunca bilgiye saygıyla, sakınımla, arayışla yaklaşan herkesten korkacak, uzaklaşacak; onun için bilgi, üçüncü kişilere gösterilecek bir mücevherdir çünkü, değeri ancak böyle, hayran olunmayla ölçülür.

enis batur claude lanzmann’a, mesela, hayranlık duyar. shoah, yani yahudi soykırımı üzerine birçok yazı kaleme almıştır. yahudi soykırımının korkunçluğunu haykırır sürekli. ama mesela dersim korkunç olabilemez onun için. tek kelime edememiştir bu konuda; kelime ettiği ermeni soykırımı hakkında ettiği kelime de, aynen şudur: “ben bir edebiyat adamıyım, tarihçi değil. ama tarihçilerin metinlerini izleyerek, onlardan kendime göre bir yorum yontabilirim... bütün okuduklarımdan şunu anlıyorum. burada soykırım söz konusu değil.” insan sormadan edemiyor: hangi tarihçiyi okumuş ki? ve hatta, acaba: ne okumuş ki? acaba bu fikirlerini lanzmann’la falan, paylaşmış mı mesela?

insanlar diyecekler tabii, türkiye’nin kültür hayatına bunca iyiliği dokunmuş, bir ton dergi, bir sürü yayınevi yönetmiş, binlerce kitap basmış, boyu kadar kitap yazmış, hayatı sanatla dolu dolu geçmiş bu adama laf edilir mi? edilir: enis batur, hayatı boyunca netameli konularda, bu toprakların kanayan bin türlü yarası hakkında tek kelime etmemiştir: ne işyerinin (yky) dibinde toplanan cumartesi anneleri (insan bir gün iner, onların arasına karışır), ne faili meçhuller, ne kürtler, ne... hiç, hakikaten hiç. ama mesela 28 şubat sürecinde “artık herkes safını seçmeli” diyebilmiştir; işvereni karamehmet’in adının sabah gazetesinin künyesine yazılması onu çok mutlu edebilmiştir; pertev naili boratav’ın nasreddin hoca kitabını önce basıp sonra imha ettiklerinde yky’den istifa etmiştir, evet, ama aynı gün banka genel müdürünün sanat danışmanı olarak işe başlayabilmiş, bir süre sonra da istifa ettiği yayın yönetmenliğine geri dönebilmiştir. en yakınındakileri gözünü kırpmadan işten atabilmiştir; yeteneksiz bir sürü hödüğe, işine yarayacaklarını düşündüğünden övgüler düzebilmiştir.

ve en vahimi, hâlâ, 2011 yılında şu türden cümleler kurabilmektedir: “benim oyum bir çobanınkiyle eşit mi olacak sorununun bir başka versiyonu akıllıca kurulabilir. nasıl akıllıca kurulabilir? yurttaşlık bilinci gelişkin, bireyleşme sürecini hakkıyla kat etme olanaklarına ve yetisine sahip olmuş bir kişi...” yani, göbeğini kaşımayan, bidon kafalı olmayanların demokrasisi: yuh artık. kendisine bu türden fikirlerinde esin kaynağı olan aysun kayacı’ya “budala manken kızımız” demekten zerre kadar çekinmez ama, çünkü o “akıllı yazar beyimiz”dir: hiç, bir mankenin fikriyle onun fikri eşit olabilir mi?

iyi şiirler yazmamış mıdır, evet yazmıştır (mesela kanat hareketleri) ama ezra pound da, stefan george da iyi şiirler yazmıştır. lafı dolandırmadan söyleyelim: enis batur artık miadı dolmuş batıcı bir münevverimsidir. batı’yı hiç anlamamış, ona hep özenmiş, tipik, sıradan ve zavallı bir yerli unsurdur. yazıları da, fikriyatı da, zikriyatı da azıcık kazınsa, altından efendiye biat etmiş bir hizmetkâr çıkar. ortalama olduğunu gizlemek için kerli ferli laflar eden bir böbür-adam: bu yüzden de “name dropping” oyununda sürekli “level” atlar. aklı başında bir eleştirmen çıksa, o boyu boyunca yazdığı kitapları hallaç pamuğu gibi atar, yazılarını yazı’k (bu türden kelime oyunlarını da pek sever) kategorisine koyar, amma... öylesine sindirmiştir ki insanları, allah korusun, günün birinde yeni bir iktidar koltuğunda zuhur eder diye, bu zombiye kimse bulaşmak istemez. dürüstlükle hiç işi olmamıştır; kullanır insanları, kendi işine yaramayacak hiçbir şey onu ilgilendirmez, olguları sürekli kendine yontar, geçmişi hırpalar, bozar, kendini temize çeker: yazık ki artık dönebileceği bir yer kalmamıştır. hannah arendt yaşasa, hakkında bir şeyler mutlaka yazardı: auswichz’e (auschwitz olsa gerek-m.ö.) ağlayan ve fakat musa dağ’ı, dersim’i görmeyi reddeden biri “kötülüğün sıradanlığı” açısından tabii ki ilginçtir. evet, totemi kötülüktür: sürekli öper, sever onu.

Enis Batur'un bütün kitaplarını okumuş birisi değilim. Hatta bu zamana kadar sadece bir kitabını okudum. O da geçen yaz, kız arkadaşımla beraber gittiğimiz tatilde kız arkadaşımın yanında getirdiği "Gövde'm" kitabıdır. İnsan bedenini ve bedenine ait ne kadar özellik varsa, eğlenceli bir üslûpla anlatan bir kitap. Özellikle kitaptaki "Osurukname" bölümünü okurken çok eğlenmiştim. Osuruğu öyle Bukowski tadında değil, osuruk konulu bir Fransız filmiyle başlayıp, batı ve doğu kültürlerinde nasıl karşılandığından bahsederek etraflıca eğlenceli bir şekilde anlatmış. Dediğim gibi Enis Batur'un bütün kitaplarını okumuş birisi değilim. Ama kız arkadaşımın Enis Batur hayranı olması sayesinde Enis Batur'la ilgili birçok şey öğrendim. Yani Enis Batur hayranı falan değilim, bu yüzden de bu eleştiri yazısına olabildiğince tarafsız bir gözle baktım.

Ama yukarıdaki alıntıladığım amacı bile olmayan eleştiri yazısını okuyunca güldüm (yazıda var olan anlatım bozuklukları ve yazım yanlışlarına bile değinmiyorum, bu gazetenin bir düzeltmeni de mi yoktur?). Biraz araştırma yaptım. Levent Yılmaz'ın "şair" olduğunu öğrendim mesela. Bunu öğrendikten sonra da uzun uzun düşündüm, hala da düşünüyorum aslında, "şair" sıfatı alabilmiş bir kişinin böylesine komik bir eleştiriye girişmesini çözemiyorum. Aslında çok basit, çözülecek bir yanı da yok. "Kuyruk acısı"ndan ibaret her şey. Az biraz araştırmayla, bu atışmanın kaynağında, Enis Batur'un 7 Ekim 2010 tarihli Cumhuriyet Kitap Eki'nde yazdığı Levent Yılmaz'ın şiir kitabı "Afrika" ile ilgili yazı olduğunu görüyorum;

levent yılmaz'ın 'afrika'sının yazılma süreci, yanılmıyorsam geniş bir zaman dilimine yayılıyor: çırpıştırılmış, aceleye getirilmiş bir şiir kitabı değil bu. 'son ülke'ye topladığı şiirlerde, yabancı bir ülkede yaşamanın, biraz da şiir çevirilerinin yol açtığı bir dilsel yabancılık egemendi, burada o durumun geri çekildiğini görüyoruz. buna karşılık, kitabın inşasında, bana kalırsa gelenekle bağlantı isteğinden kaynaklanan bir yapaylık, bir tür zorlama buldum ben. pekiştirici bir sorun da, "iyi duygularla kötü edebiyat" misali, neredeyse 'sentimentalisme'in sularına açılan retorik üsluptan doğuyor - hani, sahiden de mektup yazılsaymış, tek okura gönderilseymiş dedirten parçaların sayısı az değil.

bir botanik bahçesi özelliği göze çarpıyor 'afrika'da: sebzeden, meyveden, ağaçtan geçilmiyor. yer yer ipin ucu kaçıyor, manav peyzajlarını çağrıştıran imge düzenlemeleri oluşuyor. levent yılmaz'ın şiirinin, en azından bu kitapta, temel zaafı sözcük, sıfat, edat, zamir seçimlerinde ortaya çıkıyor kaldı ki: araştırılmış, seçilmiş olanlarla dilin (kalemin) ucuna öylesine inmiş izlenimi uyandıranlar, ikide bir göze batmasına yol açıyor kelime'nin: iyi şiirde, gözün takılmaması gerektiği bilinir.

arka kapakta, yaşar kemal'den bir dostluk nişanı: "levent yılmaz bu şiir kitabıyla görkemli bir yeni şiire temel atıyor." bu tür gayretlerin iki tarafa da yararı olmayacağı ortada.

Enis Batur, tamamen esere yönelik bir eleştiri yaparken, buna karşılık olarak Levent Yılmaz da çıkıp tamamen bel altı vurarak, Enis Batur'un kişiliğini de içine alacak bir yazı kaleme alıyor. Bu eleştiri ne kadar doğrudur, ne kadar ciddiye alınabilir? Eğer ki ciddi anlamda Levent Yılmaz'ın yazısını okuyup "oh ne güzel kapak olmuş" diyenler gibi düşünürsek, ya da onları boşverelim; tamamen Levent Yılmaz gibi "zamanında şu şu konulara niye değinmedin sen kitaplarında ey Enis Batur?" gibi düşünürsek, bu ne kadar sağlıklı olabilir? Bir yazarı gerçekten "yazmadığı, değinmediği konular doğrultusunda" mı eleştireceğiz? Hiçbir yazar eleştirilemez değildir elbette. Ama eleştirirken, eleştiri oklarını doğrulttuğumuzda önümüzde yapacağımızın eleştirinin bir adabı da olmalıdır. Bu adap nasıl olmalıdır? Öncelikle, şairin ya da yazarın kişiliğini, özel hayatını gözardı ederek olmalıdır. Şairin ya da yazarım sorumluluğu eseriyle sınırlıdır. Bunu gözardı ettiğimiz zaman (tıpkı Levent Yılmaz'ın yaptığı gibi), yıllarca birçok kesim tarafından "komünistliğiyle" topa tutulan Nazım Hikmet'i; özel hayatıyla birçok kişinin beğenmediği Necip Fazıl'ı; ya da "kokainman" olduğu için Peyami Safa'yı sırf özel hayatlarında bu tür özellikleri olduğu için yargılayıp "okunamaz" dememiz lazım. Daha başka örnekler verilebilir bununla ilgili, sadece edebiyatla da sınırlamamak lazım tabi ki sanatın her türlü dalında eser veren sanatçıların için aynı durum söz konusu. Yani siz bir yazarı eleştirmek istediğinizde onun eseri üzerinden etraflıca bir eleştiri yapmanız gerekiyor. Yoksa özel hayatını işin içine karıştırdığınızda olmadık sonuçlar çıkartabilirsiniz ortaya. Bir yazarın sorumluluğu eseriyle sınırlıdır, özel hayatında istediği kadar sorumsuz olabilir. Eserinde de bir yazar/şair istediği "konu"yu istediği şekilde ele alabilir. Önemli olan eserin bütünlüğü/ağırlığıdır. Hiçbir kimse de çıkıp da "sen zamanında eserlerinde bu konulara neden değinmedin?" diyemez, böyle bir hakka kimse sahip değildir. Eğer böyle diyebilme hakkımız olsaydı, bu zamana kadar yaşamış birçok yazarın/şairin kitaplarını alıp çöpe atmamız lazımdı ya da o yazarı/şairi linç etmemiz gerekirdi. Ama "gerçek" edebiyat böyle değil tabi ki.

Levent Yılmaz'ın yazısını okumaya başladığımızda zaten, yazının amacı kendini belli ediyor "dersim ve kürt" olaylarına da gelince tamamen ele veriyor kendini. Artık bu ülkede öyle bir hal almaya başladı ki, yavaş yavaş "entellektüel" bir kimlik taşımak ya da "sanatçı" sıfatına layık olmak "bazı" şeyleri dile getirmekten geçiyor. Böyle bir mantık olabilir mi? Siz çıkıp da bir yazara şaire diyebilir misiniz ki "sen neden bunlardan şunlardan bahsetmedin/bahsetmiyorsun?" Ve dahası, en çok üzüldüğüm şey de, "bu tür insanların, yani edebiyatla ciddi anlamda içli dışlı olamamış, edebiyatın teorilerinden çerçevelerinden bihaber şekilde yaşayan ama ne hikmetse bir şekilde "şair" ya da "yazar" sıfatına birileri tarafından layık görülmüş kişilerin böyle haketmedikleri şekilde göz önünde olup da yazdıklarının birçok kişi tarafından ciddiye alınması". Edebiyat tarihi bu tür insanlarla doludur zaten. Ama onları bu günde kimler biliyor/hatırlıyor? Kendimi böyle avutuyorum sonra, hak eden bir kişi zaten böylesine ön planda olup da, saçma sapan konuşarak insanları kandırmaya çalışmaz, bir şekilde ileride hatırlanır başkalarının yardımı olmadan.

Daha çok şey yazılabilir aslında. Ama bu olaydan sonra Enis Batur'un verdiği cevap gayet yerindeydi (Borges Defteri blogundan alıntıdır bu da);

Konuyla ilintili Enis Batur'un yanıtı;

BORGES DEFTERİ'ne :

"Arkadaşlar, duyarlığınız için sağolun.
Benden bir yanıt, bir çıkış beklediğinizi anlıyorum.
Tavrım bellidir : Sözümona-entelektüel şiddetin hazırladığı faşizme
karşı elimden gelen budur : Yeni şiirler, nesirler, işler.
Tasalanmayın, hem masam, hem zihnim ve imgelemim dolu.
Sevgiyle"
E.B



Bu cevabın üzerine de bir şey söylenilmez zaten. Ama bir haftadır, nedense çok rahatsızım bu eleştiri yazısından. Daha doğrusu eleştirememe yazısından. Eleştireyim derken, kendini komik durumlara düşürme yazısından. Edebiyat dünyasında, bu tür kişilerin ön planda olup da, yazdıklarının ciddiye alınmasından rahatsızım. O yüzden de bir haftadır olmadık bir şekilde rahatsız ediyor beni. Ama Enis Batur az ve öz bir şekilde gereken cevabı vermiş. Ama benim rahatsızlığım geçmedi... Ama ne yaparsanız yapın, bu tür insanlar hep olacak, hak etmedikleri bir şekilde bir yerlerde olup, oldukları yerden olmadık bir şekilde saldıracaklar insanlara ve dahası bu dediklerine birçok insan inanacak. En kötüsü bu işte. Ama nasılsa gerçeklerin farkında olan insanlar da var, onlar da yeter bir şekilde.

2 yorum:

negatif dedi ki...

iki farklı örnek arasında çok büyük farklar var. kuyruk acısı duyanı da anlamaya çalıştım. klasik bir tablo bu. enis batur hanesine artı olarak yazılacak bir kalem savaşı. o da bunun farkında. önemsememiş pek.

eline sağlık abukum.

nisyanbul dedi ki...

açık ve net bilge falan triplerine hiç girmesin enis. adam resmen ayar vermiş:)