"Yaşam akıp gider parmak uçlarımdan. Akıp giderken geriye devinimsiz
sözcükler bırakır. Bir kağıt ararım üzerine yazmak için, beceremem.
Sözcüklerim devinimsizdir, akmaz kağıda. Olduğu yerde dururlar öylece.
Düşünürüm...
Boş bir eylem kabının içerisindeyim. Sözcüklerim devinimsiz... Beni de alıştırırlar kendilerine...
Soru sormaya başlarım. Düşüncelerim bile donmuştur. Aklıma hiçbir şey gelmez.
Boş bir yaşam havuzu... İçinde boğulmak için ne kadar da mükemmel bir yer...*"
*Not: Yukarıdaki yazı 11 Haziran 2007, Pazartesi, Saat 02:09 tarihli güncemdir. Şimdi, yukarıdaki yazıyı bugün şans eseri nette dolanırken birisinin sayfasında gördüm. Ama ne yazık ki okur okumaz, elektrik gitti linki yeniden bulamadım (bugün yağmurlu hava burada, sabahtan beri elektrik gidip geliyor). Kim olduğunu da öğrenemedim tam olarak. Sinirlerim ayağa zıpladı. İşin en sinir bozucu kısmı da, ne bir açıklama ihtiyacı içerisine girmiş beyimiz/hanımımız, ne de değiştirme ihtiyacı hissetmiş. Sanki kendisi yazmış gibi kopyalayıp yapıştırmış, koymuş. Hayır, bu yazının çalacak çırpacak nesi var? Zamanında, bir gece aptalca bir heyecanla yazılmış kıçı kırık bir yazı. Zamanında, nice yazarımız, başka romanları, şiirleri, hikayeleri çalıp (afedersiniz esinlenip olcak o) kendisininmiş gibi yazdı. Nice akademisyenlerimiz intihal (afedersiniz ne intihali, biz intihal mi yaparız, orijinal olacak o) yaparak ünvanlar kazandı. Bunlar yaparken, sıradan bir insan niye yapmasın değil mi? Değil işte, yapmasın demiyorum, hobi olarak yine yapsın da, ne bileyim insan görür görmez bir kötü, bir fena oluyor. Hele size ait bir şeyse, kıçı kırık bir yazı da olsa insan sinirleniyor. Hırsızlık sadece para, mücevher, değerli eşya ile olmuyor demek ki. Yazıları bile çalıyor insanlar olanca hırsızlıklarıyla. Bunu buraya yazmamın amacı da, olur da şans eseri bir yerlerde görürseniz aklınızda bulunsun, bana haber vermeniz içindir. Eğer ki bir daha yakalarsam çok güzel laflar hazırladım o insana. Gerçi niye bu kadar büyütüyorsam onu da anlamıyorum. Sanal dünyada artık sıradan hale geldi bu işler. İnsanlar, yazarların sözlerini aforizmatik bir şekilde, sanki kendilerinden çıkmışçasına yazmakta beis görmüyorlar. Yahu yazdın tamam da, bari utan azıcık da kimden aldığını da belirt. Onuruna leke sürdürme. Yazdığını okuyacak 100 kişi içinden elbette ki birkaç kişi o yazdığının aslının kime ait olduğunu bilecek. Niye rezil olasın değil mi? Neyse fazla uzatmaya gerek yok, sadece bugün birazcık sinir oldum o kadar. Ya, madem çalacaksın git önemli insanların yazılarını çal be adam/kadın. Ne istersin benim önemsiz bir yazımdan.
Bu da ders olsun bana. Bundan sonra karalama şeklinde yazdıklarımı, ya da ileride yazacağım bir yazının iskeletini oluşturacak şeyleri kimseciklere göstermemeyi öğrenirim artık. Yoksa çevrede çok hırsız var azizim, koymaya gelmiyor anında ışık hızıyla çalıyorlar size ait ne varsa. Negatif'le daha önce konuştuğumuz gibi, artık dergilere yazı yollamanın zamanı geldi, geçiyor bile. Bakalım, elimizde birkaç ürün var onları yollayacağız. Yollamadan önce de, kafamızdan birkaç teori uydurduk, şayet ki beklediğimiz şekilde gelişirse olaylar, çok eğleneceğiz.
21 Eylül 2011 Çarşamba
17 Eylül 2011 Cumartesi
Koca evrende ne kadar da küçüğüz değil mi cüliyet?
Geceleri balkonda sigara içmeyi severim ben. Hele ki hava açıksa, gökyüzünü izlemenin tadı başka oluyor. Yıldızları, koca sonsuzluğa bakıp da olmadık şeyler düşünmek, benim için hep güzel oldu. Garip garip şeyler düşünüyorum, sigaram bitiyor bazen, bir yıldıza takılıp kalıyorum, benden ne kadar uzakta olduğunu düşünmeye çalışıyorum. Çok zaman öldü de, ışığı daha yeni mi ulaşıyor bize diye binbir türlü şey. Orada yaşayan insanlar var mı vs. Ama tabi sonradan, edindiğim bilgilere göre bazı şeyleri yanlış düşündüğümü öğrendim. Onu daha sonra anlatacağım. Uzun zamandır da bir şeyler yazamıyorum. Bir şey yap(a)mama hastalığım yeniden nüksetti. Birkaç aydır beynimi köreltmekle meşguldüm ama yetti artık dedim. O da çok ayrı bir mevzu.
Şu yukarıda gördüğünüz fotoğraf, evrenin bir parçasını teşkil ediyor. Bunların içinde, milyarlarca galaksi arasından samanyolu galaksisi içindeyiz. Şimdi, bu herif bunları niye anlatıyor diyebilirsiniz. Merakınız dinmediyse okumaya devam ediniz efendim. Hemen hemen her gece maruz kaldığım duyguyu açıklamaya çalışıyorum burada ben. "Ne kadar da küçüğüm" duygusunu. Sonsuz boşluğu düşündükçe, milyarların milyarlarla çarpımı sonrasında ortaya çıkan evrenin herhangi bir noktasında, herhangi bir galaksisinin içindeki, herhangi bir yıldız sistemi içerisindeki, bir gezegende noktadan bile daha küçük bir yer kapladığım duygusunun üzerime uyguladığı baskısını anlatmaya çalışıyorum. Aklınızda birazcık da olsa yer edebilmesi için fotoğraflar anlatayım biraz. Samanyolu Galaksisi yaklaşık 400.000.000.000 (Dört yüz milyar) "yıldız" barındıran bir galaksi. Yıldız dediğimiz, içerisinde güneş olarak adlandırdığımız yıldıza benzeyen yıldızlar. Bunların etrafındaki gezegenleri de içerisine kattığımızda rakam daha da büyüyor sanırım. Ve biz bu galakside, dış kollarından birisinin üzerindeyiz.
Gördüğünüz gibi, Güneş sistemimiz, galaksinin dış kollarından bir tanesinin üzerinde. Yani aslında, biz Samanyolu Galaksisi'nin ortalarında değil de, dışına doğru bir yerdeyiz. Bir de daha yakın bir zamanda öğrendiğim bir gerçek var. Üzülmüştüm, ilk öğrendiğim zamanda. Biz geceleri gökyüzüne baktığımız zaman. Evrenin tamamını değil de, aslında Samanyolu Galaksisi'nin bir kısmını görüyoruz. Yani gökteki izlediğimiz yıldızlar, evrenin geri kalanındaki değil, bizim içinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi'ndeki yıldızlar. Yani, ışıksız bir gecede, gökyüzünü kaplayan o kum gibi yıldızlar, samanyolundaki yıldızlar. Koca evren değil yani. Çok üzülmüştüm, ama ona rağmen bile insanın aklını başından alıp, büyülemeye yetip artıyor.
Ve büyük patlamadan itibaren, milyarlarca yıldır bu koca evren genişliyor. Sonsuzluğun içinde, daha da küçülüyoruz her geçen saniye.
Gökyüzünü her gece izledikçe, aklıma ilk gelen şey "Otostopçu'nun Galaksi Rehberi" kitabı. Okumadıysanız, bir an önce, gidip 5'i 1 yerde cildini alıp okumanız gerekiyor. Neyse ki ben çok şanslıyım, sevdiceğim zamanında hediye etti bana, o kadar ağlayıp zırlamalarıma dayanamayarak. Gözüm gibi bakıyorum o kitaba. Üzerinden aylar geçti, kitabı hala bitirmedim. Bitirmemek için de uğraşıyorum. Aklıma geldikçe ara ara açıp okuyorum, bitmesin diye. O kadar eğlenceli bir kitap ki. Kitabın ortaya nasıl çıktığına da değineyim biraz. Muharriri (yazarı yani) Douglas Adams, gençliğinde, otostopla bütün Avrupa'yı dolaşmaya karar verir. Bunu yapar da. Bir gece, yol kenarında, fazla alkolün de etkisiyle sızar kalır. Sızmadan önce de, gökyüzüne bakarak, "Evrende, galaksilerarası otostop yaparak dolaşan birisinin hikayesini yazsam nasıl olur?" fikrini düşünür ve sızar kalır. Bu fikrin üzerinden 5-6 yıl kadar geçtikten sonra, Douglas Adams, bir gece yol kenarında sızıp kalmadan önce düşündüğü şeyi birden hatırlar ve yazmaya başlar. Önce radyo oyunu olarak yazdığı bu metinleri genişleterek 5 ciltlik mükemmel bir eser haline getirir. Birkaç yıl önce filmi de çıktı. Kitabını okuyamam derseniz, filmini de izleyebilirsiniz. Ama unutmayın ki, o fazlasıyla komik üslubu filmde bulamayacaksınız. Hayal gücünün sınırsızlığını, sonsuz evrende nasıl işleyebildiğinin bence en güzel kanıtıdır bu kitap. Spoiler vermek gibi olmasın ama,
"kahramanımız dünya'da yaşarken, yakın bir arkadaşı aslında uzaylıdır. Ve dünya 'galaksilerarası yapılacak bir yol' yüzünden evreni yöneten Vogonlar tarafından yıkılmasına karar vermiştir. Dünyayı yokederler ve macera bundan sonra başlar. Kahramanımızdan birkaçı evrenin sonuna bile giderler. Evrenin sonunda, evrenin yokoluşunu ve yeniden varolmasını izlerler. Bu evrenin sonunda bir restoran vardır, evrendeki farklı galaksideki canlılar buraya gelerek (ve daha öncesinde rezervasyon yaptırarak) burada evrenin yokolduğu anı izlerler. Peki nasıl izleyip de ölmüyorlar diye sorabilirsiniz. Onu da kitabı okuyun öğrenin derim ben de. Bunun gibi bir sürü ilginç, komik, ayrıntılarla bezeli birçok hikaye, gezegen, robotlar, yaratıklar var."
İşte bu kitap yüzünden, her gece sigara içerken, gökyüzüne baktığımda, otostop çekip bambaşka galaksilere gittiğimi hayal ediyorum. Gerçi, olduğum yerde hareket bile edemiyorum, daha şehirlerarasında gidip gelemiyorken bu galaksilerarası deyip de komik olma diyebilirsiniz haliyle. Ama hayal etmenin anlatılmaz tadı burada devreye giriyor işte.
Bir de uzaylılara (aslında biz de uzaylıyız mantık açısından değerlendirdiğimizde. uzayın içindeyiz yahu, uzaylı değil miyiz biz?) değinmek istiyorum. "Cosmos" adında bir belgesel var, Carl Sagan adında rahmetli bir amcanın hazırladığı. Orada Carl Sagan'ın bahsettiği şuydu;
"Evrende milyarlarca galaksi var, ve bu galaksilerde milyarlarca yıldız. Evrende, şayet, bizden başka canlılar varsa, bu sonsuzluğun içerisinde gelip de dünya adındaki gezegeni bulmaları çok zor olmaz mıydı? Evreni araştırmak bile milyarlarca yıla tekabül ediyorken, nasıl bulabilecekler bizi"
gibi şeyler söylemişti. Bunu, evrendeki insandışı varlıkların varlığını olumsuzlamak için değil, aksine o da inanmak istediğini söyledi. Ama bu canlıların gelip de bizi bulmasının neredeyse imkansıza varan olasılığından bahsetti.
Dünya üzerindeki binlerce yıllık geçmişimize rağmen, sonusz evren hakkında bildiklerimiz, bilmediklerimizin yanında neredeyse bir hiç. Ve işin en acı tarafı da, Carl Sagan'ın Cosmos belgeselinin ilk bölümünde bahsettiği gibi, zamanın belirli dilimlerinde, insanlığın gelişmesi türlü nedenlerle sekteye uğrar. Bunun en can yakan kısmıysa, Mısır'daki İskenderiye Kütüphanesi'nin yakılıp yıkıldığı zamandır. Milyonlarca kitap yakılmış, kütüphane yerle bir edilmiştir. Ve bu kütüphanenin yokedilmesinin ardından, insanlık 2000 yıl geriye gitmiştir. Türlü bilimsel araştırmaları içeren kitaplar, gökyüzü incelemelerini içeren kitaplar ve dahası. Yokolup gitmiştir. Carl Sagan, anlattığı bu kısımda öyle bir ruh haline büründü ki, ağlayacaktı neredeyse. Düşünsenize, o kitaplar, bilgiler günümüze kadar gelebilmiş olsaydı, bambaşka bir durumda olacaktık. Ve şu anda bildiklerimiz, ya da bize öğretilen yalan, yanlış bilgiler hiç olmayacaktı bile. Bunu, o kütüphanedeki bulunan kitapların hepsi doğruyu anlatıyordu diye demiyorum. Bunu nasılsa hiç bilemeyeceğiz. Ama o bilgiler bize ulaşsaydı, şu anda olmadık şeyleri tartışıyor olmayacaktık.
Bazen evrene dönüp bakmayı denemek, insana gerçekten de fazlasıyla "küçüklük" duygusu yaşatıyor. Bu küçüklük ve sonsuzluğun ortasında terkedilmişlik hissi olmadık sorulara yöneltiyor insanı. Arada bir dönüp gökyüzüne bakmak lazım. Aslında zannettiğimiz gibi, hiç de "büyük" olmadığımız; koca sonsuz evrenin herhangi bir noktasında, aslında hiç de önemsenmeyecek derecede bir yer kapladığımızı farketmemiz gerekiyor. Ve dahası, dünya dönüyor, yıldızlar dönüyor, galaksiler içindeki yıldızlar birlikte dönüyor, evren her geçen saniye büyüyor. Evren her geçen saniye büyüdükçe, biz de inadına her geçen saniye daha da küçülüyoruz koca sonsuz evrende.
Not: Merak edenler için, Carl Sagan'ın 13 bölümlük Cosmos Belgeseli'nin linklerini vereyim. Tabi internetinizin sınırsız olması lazım :). 13 bölüm ama, fazlasıyla güzel bir belgesel. 13 bölümü de izledikten sonra gerçekten, dünyaya ve evrene bakışınızda fazlasıyla değişiklikler yaratıyor.
bölüm 1 - kozmik okyanusun kıyıları:
http://www.megavideo.com/?v=rszd1vvn
bölüm 2 - kozmik arayışta tek ses:
http://www.megavideo.com/?v=sn88ylqp
bölüm 3 - dünyaların uyumu:
http://www.megavideo.com/?v=y15gn3ko
bölüm 4 - cennet ve cehennem:
http://www.megavideo.com/?v=zg49pzof
bölüm 5 - kızıl gezegen hülyaları:
http://www.megavideo.com/?v=sfd6kj6y
bölüm 6 - seyyahların öyküleri:
http://www.megavideo.com/?v=kl1cwib6
bölüm 7 - gecenin belkemiği:
http://www.megavideo.com/?v=i41wf6h4
bölüm 8 - uzay ve zaman yolculukları:
http://www.megavideo.com/?v=jx16ttxw
bölüm 9 - yıldızların hayatları:
http://www.megavideo.com/?v=qdtuxzo0
bölüm 10 - sonsuzluğun sınırları:
http://www.megavideo.com/?v=mfsigdnb
bölüm 11 - anıların ısrarı:
http://www.megavideo.com/?v=2d5j7xlh
bölüm 12 - galaktik ansiklopedi:
http://www.megavideo.com/?v=y1vp1zzu
bölüm 13 - kim yeryüzü için konuşuyor?:
http://www.megavideo.com/?v=05grwepm
Şu yukarıda gördüğünüz fotoğraf, evrenin bir parçasını teşkil ediyor. Bunların içinde, milyarlarca galaksi arasından samanyolu galaksisi içindeyiz. Şimdi, bu herif bunları niye anlatıyor diyebilirsiniz. Merakınız dinmediyse okumaya devam ediniz efendim. Hemen hemen her gece maruz kaldığım duyguyu açıklamaya çalışıyorum burada ben. "Ne kadar da küçüğüm" duygusunu. Sonsuz boşluğu düşündükçe, milyarların milyarlarla çarpımı sonrasında ortaya çıkan evrenin herhangi bir noktasında, herhangi bir galaksisinin içindeki, herhangi bir yıldız sistemi içerisindeki, bir gezegende noktadan bile daha küçük bir yer kapladığım duygusunun üzerime uyguladığı baskısını anlatmaya çalışıyorum. Aklınızda birazcık da olsa yer edebilmesi için fotoğraflar anlatayım biraz. Samanyolu Galaksisi yaklaşık 400.000.000.000 (Dört yüz milyar) "yıldız" barındıran bir galaksi. Yıldız dediğimiz, içerisinde güneş olarak adlandırdığımız yıldıza benzeyen yıldızlar. Bunların etrafındaki gezegenleri de içerisine kattığımızda rakam daha da büyüyor sanırım. Ve biz bu galakside, dış kollarından birisinin üzerindeyiz.
Gördüğünüz gibi, Güneş sistemimiz, galaksinin dış kollarından bir tanesinin üzerinde. Yani aslında, biz Samanyolu Galaksisi'nin ortalarında değil de, dışına doğru bir yerdeyiz. Bir de daha yakın bir zamanda öğrendiğim bir gerçek var. Üzülmüştüm, ilk öğrendiğim zamanda. Biz geceleri gökyüzüne baktığımız zaman. Evrenin tamamını değil de, aslında Samanyolu Galaksisi'nin bir kısmını görüyoruz. Yani gökteki izlediğimiz yıldızlar, evrenin geri kalanındaki değil, bizim içinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi'ndeki yıldızlar. Yani, ışıksız bir gecede, gökyüzünü kaplayan o kum gibi yıldızlar, samanyolundaki yıldızlar. Koca evren değil yani. Çok üzülmüştüm, ama ona rağmen bile insanın aklını başından alıp, büyülemeye yetip artıyor.
Ve büyük patlamadan itibaren, milyarlarca yıldır bu koca evren genişliyor. Sonsuzluğun içinde, daha da küçülüyoruz her geçen saniye.
Gökyüzünü her gece izledikçe, aklıma ilk gelen şey "Otostopçu'nun Galaksi Rehberi" kitabı. Okumadıysanız, bir an önce, gidip 5'i 1 yerde cildini alıp okumanız gerekiyor. Neyse ki ben çok şanslıyım, sevdiceğim zamanında hediye etti bana, o kadar ağlayıp zırlamalarıma dayanamayarak. Gözüm gibi bakıyorum o kitaba. Üzerinden aylar geçti, kitabı hala bitirmedim. Bitirmemek için de uğraşıyorum. Aklıma geldikçe ara ara açıp okuyorum, bitmesin diye. O kadar eğlenceli bir kitap ki. Kitabın ortaya nasıl çıktığına da değineyim biraz. Muharriri (yazarı yani) Douglas Adams, gençliğinde, otostopla bütün Avrupa'yı dolaşmaya karar verir. Bunu yapar da. Bir gece, yol kenarında, fazla alkolün de etkisiyle sızar kalır. Sızmadan önce de, gökyüzüne bakarak, "Evrende, galaksilerarası otostop yaparak dolaşan birisinin hikayesini yazsam nasıl olur?" fikrini düşünür ve sızar kalır. Bu fikrin üzerinden 5-6 yıl kadar geçtikten sonra, Douglas Adams, bir gece yol kenarında sızıp kalmadan önce düşündüğü şeyi birden hatırlar ve yazmaya başlar. Önce radyo oyunu olarak yazdığı bu metinleri genişleterek 5 ciltlik mükemmel bir eser haline getirir. Birkaç yıl önce filmi de çıktı. Kitabını okuyamam derseniz, filmini de izleyebilirsiniz. Ama unutmayın ki, o fazlasıyla komik üslubu filmde bulamayacaksınız. Hayal gücünün sınırsızlığını, sonsuz evrende nasıl işleyebildiğinin bence en güzel kanıtıdır bu kitap. Spoiler vermek gibi olmasın ama,
"kahramanımız dünya'da yaşarken, yakın bir arkadaşı aslında uzaylıdır. Ve dünya 'galaksilerarası yapılacak bir yol' yüzünden evreni yöneten Vogonlar tarafından yıkılmasına karar vermiştir. Dünyayı yokederler ve macera bundan sonra başlar. Kahramanımızdan birkaçı evrenin sonuna bile giderler. Evrenin sonunda, evrenin yokoluşunu ve yeniden varolmasını izlerler. Bu evrenin sonunda bir restoran vardır, evrendeki farklı galaksideki canlılar buraya gelerek (ve daha öncesinde rezervasyon yaptırarak) burada evrenin yokolduğu anı izlerler. Peki nasıl izleyip de ölmüyorlar diye sorabilirsiniz. Onu da kitabı okuyun öğrenin derim ben de. Bunun gibi bir sürü ilginç, komik, ayrıntılarla bezeli birçok hikaye, gezegen, robotlar, yaratıklar var."
İşte bu kitap yüzünden, her gece sigara içerken, gökyüzüne baktığımda, otostop çekip bambaşka galaksilere gittiğimi hayal ediyorum. Gerçi, olduğum yerde hareket bile edemiyorum, daha şehirlerarasında gidip gelemiyorken bu galaksilerarası deyip de komik olma diyebilirsiniz haliyle. Ama hayal etmenin anlatılmaz tadı burada devreye giriyor işte.
Bir de uzaylılara (aslında biz de uzaylıyız mantık açısından değerlendirdiğimizde. uzayın içindeyiz yahu, uzaylı değil miyiz biz?) değinmek istiyorum. "Cosmos" adında bir belgesel var, Carl Sagan adında rahmetli bir amcanın hazırladığı. Orada Carl Sagan'ın bahsettiği şuydu;
"Evrende milyarlarca galaksi var, ve bu galaksilerde milyarlarca yıldız. Evrende, şayet, bizden başka canlılar varsa, bu sonsuzluğun içerisinde gelip de dünya adındaki gezegeni bulmaları çok zor olmaz mıydı? Evreni araştırmak bile milyarlarca yıla tekabül ediyorken, nasıl bulabilecekler bizi"
gibi şeyler söylemişti. Bunu, evrendeki insandışı varlıkların varlığını olumsuzlamak için değil, aksine o da inanmak istediğini söyledi. Ama bu canlıların gelip de bizi bulmasının neredeyse imkansıza varan olasılığından bahsetti.
Dünya üzerindeki binlerce yıllık geçmişimize rağmen, sonusz evren hakkında bildiklerimiz, bilmediklerimizin yanında neredeyse bir hiç. Ve işin en acı tarafı da, Carl Sagan'ın Cosmos belgeselinin ilk bölümünde bahsettiği gibi, zamanın belirli dilimlerinde, insanlığın gelişmesi türlü nedenlerle sekteye uğrar. Bunun en can yakan kısmıysa, Mısır'daki İskenderiye Kütüphanesi'nin yakılıp yıkıldığı zamandır. Milyonlarca kitap yakılmış, kütüphane yerle bir edilmiştir. Ve bu kütüphanenin yokedilmesinin ardından, insanlık 2000 yıl geriye gitmiştir. Türlü bilimsel araştırmaları içeren kitaplar, gökyüzü incelemelerini içeren kitaplar ve dahası. Yokolup gitmiştir. Carl Sagan, anlattığı bu kısımda öyle bir ruh haline büründü ki, ağlayacaktı neredeyse. Düşünsenize, o kitaplar, bilgiler günümüze kadar gelebilmiş olsaydı, bambaşka bir durumda olacaktık. Ve şu anda bildiklerimiz, ya da bize öğretilen yalan, yanlış bilgiler hiç olmayacaktı bile. Bunu, o kütüphanedeki bulunan kitapların hepsi doğruyu anlatıyordu diye demiyorum. Bunu nasılsa hiç bilemeyeceğiz. Ama o bilgiler bize ulaşsaydı, şu anda olmadık şeyleri tartışıyor olmayacaktık.
Bazen evrene dönüp bakmayı denemek, insana gerçekten de fazlasıyla "küçüklük" duygusu yaşatıyor. Bu küçüklük ve sonsuzluğun ortasında terkedilmişlik hissi olmadık sorulara yöneltiyor insanı. Arada bir dönüp gökyüzüne bakmak lazım. Aslında zannettiğimiz gibi, hiç de "büyük" olmadığımız; koca sonsuz evrenin herhangi bir noktasında, aslında hiç de önemsenmeyecek derecede bir yer kapladığımızı farketmemiz gerekiyor. Ve dahası, dünya dönüyor, yıldızlar dönüyor, galaksiler içindeki yıldızlar birlikte dönüyor, evren her geçen saniye büyüyor. Evren her geçen saniye büyüdükçe, biz de inadına her geçen saniye daha da küçülüyoruz koca sonsuz evrende.
Not: Merak edenler için, Carl Sagan'ın 13 bölümlük Cosmos Belgeseli'nin linklerini vereyim. Tabi internetinizin sınırsız olması lazım :). 13 bölüm ama, fazlasıyla güzel bir belgesel. 13 bölümü de izledikten sonra gerçekten, dünyaya ve evrene bakışınızda fazlasıyla değişiklikler yaratıyor.
bölüm 1 - kozmik okyanusun kıyıları:
http://www.megavideo.com/?v=rszd1vvn
bölüm 2 - kozmik arayışta tek ses:
http://www.megavideo.com/?v=sn88ylqp
bölüm 3 - dünyaların uyumu:
http://www.megavideo.com/?v=y15gn3ko
bölüm 4 - cennet ve cehennem:
http://www.megavideo.com/?v=zg49pzof
bölüm 5 - kızıl gezegen hülyaları:
http://www.megavideo.com/?v=sfd6kj6y
bölüm 6 - seyyahların öyküleri:
http://www.megavideo.com/?v=kl1cwib6
bölüm 7 - gecenin belkemiği:
http://www.megavideo.com/?v=i41wf6h4
bölüm 8 - uzay ve zaman yolculukları:
http://www.megavideo.com/?v=jx16ttxw
bölüm 9 - yıldızların hayatları:
http://www.megavideo.com/?v=qdtuxzo0
bölüm 10 - sonsuzluğun sınırları:
http://www.megavideo.com/?v=mfsigdnb
bölüm 11 - anıların ısrarı:
http://www.megavideo.com/?v=2d5j7xlh
bölüm 12 - galaktik ansiklopedi:
http://www.megavideo.com/?v=y1vp1zzu
bölüm 13 - kim yeryüzü için konuşuyor?:
http://www.megavideo.com/?v=05grwepm
4 Eylül 2011 Pazar
Aşırı Bir Yorum Üzerinden Trajikomik Bir Tahlil Denemesi
Uyarı: Bu şiir ve şiir tahlili denemesi hiçbir şekilde ciddiyet içermemektedir. Tamamen can sıkıntısı içerisinde kıvranan Abuk ve Negatif insanlarının ortaklaşa can sıkıntılarını gidermek için ortaya atılmış bir eğlence ürünüdür. Kamuoyunu baştan uyarmayı bir görev biliriz. Sevgiler saygılar.
BİR ORTA YAŞ SENDROMU OLARAK: BEN KİMİM Kİ?
Ben Kimim Ki?
Sevgili dostum, yönetmen Kim ki? Duk'a
beynim sulanmış ekmek ban ye
ban bana bakışını
içimden geçen nehirleri seyre dal
geçit vermez dağlar
ve yollar
akşamüzerileri
kıçımın kenarı
sızlar sızlar sızlar
kimse görmeden
ufukta bir uzaylı geçiyor
geçinip gidiyoruz işte
bir de hakkı var
yanımda
o da selam söylüyor.
Negatif
---------------------------------------------------------------
Edebiyat dünyamızın sabırsızlıkla yeni şiirlerini beklediği Negatif Bey, uzun bir aradan sonra biz şiir severleri sevindirerek yeni şiirini edebiyat dünyamıza hediye etti. Uzun zamandır ortalıklarda görünmeyen Negatif Bey, bu uzun zamanı fazlasıyla değerlendirdiğini kanıtladı bize. Yeni şiir kitabı, "Ben Kimim Ki?" şiirimize yeni soluklar getirdi. Sürekli bir görünüp, iki inzivaya çekilmesiyle meşhur şairimiz, kalemini fazlasıyla sivreltmiş, yaşamını olduğu gibi şiire katmış. Toplam 17 şiirden oluşan kitabı, kitapçılarda yerini çoktan aldı. Neden 17 şiir diye sorarsak, burada da şairimizin güzel göndermesi var aslında. Şiirleri insan yaşamının dönemlerine göndermelerde bulunan şairimiz, yazdığı toplam 17 şiirle biz şiirseverlere birçok şey hatırlatmayı amaçlamış. 17 ise, doğrudan, insanların en güzel yaşı olan 17'ye bir gönderme. "Şairler hep 17 yaşındadır" lafını burada hatırlatmakta fayda var. Bu 17 şiirinde de şairimiz imge dünyasıyla şiir dünyasını temelinden sarstı. Lafı fazla uzatmadan, şairimizin kitabıyla aynı ismi taşıyan en güzel şiiri "Ben kimim ki?" adlı şiirini inceleyelim;
Ben Kimim Ki?: Şiirin başlığı, bir sorgulamayı içeriyor. Bu sorgulama daha çok, insanın gelişim aşamalarını içeren gelişimsel dönemlerini kapsayan bir olgu. Özellikle, ergenlik dönemlerinde "kimlik inşaası" yaratılırken insanın ortaya attığı bir sorudur. İletişim çağında olduğumuzdan, hızla yarışan insanoğlu, eski çağlardaki gibi kendini sorgulamayı bir kenara bırakmış, ve daha çok çevresindeki gelişmelere kafayı takmıştır. İşte, şairimiz, şiirinin başlığına taşıdığı bu sorgulamayla, insanoğlunun bu unutkanlığına, kendini "yeniden" hatırlaması gerektiğine işaret ediyor. "Ben kimim" sorusu, insanoğlunun ilk çağlardan itibaren kendisine sormaya başladığı bir sorudur. Delphi tapınağının girişindeki "Kendini Tanı" yazısı da buna işaret eder, yüzyıllar boyunca günümüze kadar uzanan feylesoflar, yazarlar, şairler hep bu olguya işaret etmiş, bu soruya cevap aramışlardır; "Ben Kimim?", "İnsan Kim?"...Türlü türlü cevaplar gelmiştir bu soruya, tarihin tozlu sayfalarında her kafadan bir ses çıkıyor görüntüleri/sesleri gelse de, bu gelen cevapların hiçbiri yanlış değildir. Her biri, işin bir ucundan tutarak bu soruya cevap aramış ve cevaplar üretmiştir. Şairimiz, inzivaya çekildiği zamanlardaysa, bu soruyla fazlasıyla ilgilendiği belli oluyor. Kendisiyle uzun uzun sorgulamalara girişmiş ve bebeklik çağlarından itibaren, yaşadığı şu ana kadar uzanan zaman dilimlerini, gelişimsel dönemlere bölerek şiirlerinde cevaplar üretmeye çalışmıştır. Şairimiz, şiirini koyduğu bu başlığıyla, şiirini okumadan önce, bizi, kendimizi sorgulamamız için yemyeşil dağların tepelerine davet ediyor. Neden yemyeşil dağlar peki? Gökyüzünü izlemek için gözlemevleri, dağların en tepesine inşaa edilir, gökyüzü dağların doruklarından izlenir, en güzel gökyüzü gözlemi bu doruklarda yapılır. Şairimiz, göndermeleriyle, imgeleriyle bizi daha başlıklarda vurmasını çok iyi bildiğini kanıtlıyor.
Sevgili dostum, yönetmen Kim Ki? Duk'a: Şairimiz, şiirini ithaf ettiği, uzak doğulu yönetmen Kim Ki Duk'u anarak, şiirinin içeriği yönünde bize gizli mesajlar veriyor daha şiir başlamadan. Bilindiği üzere, Negatif Bey'le Kim Ki Duk, yılları deviren bir dostlukla birbirlerine bağlıdırlar. Kim Ki Duk da, bu dostluğun hatrına bir filmini Negatif Bey'e ithaf etmiş, Negatif Bey de bu jestin altında kalmayarak, dostluğa olan saygısıyla bu güzelim şiiri, sevgili dostu yönetmene ithaf etmiş, biz okuyucularını duygu seline boğmuştur. Şiirin ithaf bölümüne yeniden dönersek, bunu anlayabilmek için, Kim Ki Duk'un filmlerini izlemekte fayda var. Çünkü şiir, gerçekten de bu yönetmenin filmlerin, içeren bir "sessizlikle" örtülü. Bilindiği üzere, Kim Ki Duk'un filmleri, diyalog yoksunudur. Yönetmen, karakterlerini konuşturmayarak, sinemanın gerektirdiği gibi görüntülerle anlatmak istediklerini anlatma yoluna gitmiştir. Fazla söz, kalabalık yaratır, gürültü yaratır. Yönetmenimiz, filmlerinde diyalogları çıkararak, en güzel anlatım yoluna yaklaşmış, az sözle mükemmel anlatımları yakalamıştır. Şiir de böyledir, şiirde ne kadar az sözcük olursa, o kadar iyidir. Bu sözümüz yanlış anlaşılmasın, az söz denilen şey, gereksiz sözcükleri ayıklayarak, az sözle birçok şey anlatmaktır, birçok imge çağrıştırmaktır. "Saf Şiir" denilen kavramın özü de buradadır. Büyük şairler, ömürleri boyunca bu "saf şiir"e yaklaşmak için didinip durmuşlardır. Şiirimizin, ithaf bölümünde bile, şiirsel bir anlatıma yapılan göndermeyi içerir.Ayrıca yönetmenin adıyla ve şiirin adıyla yapılan sözcük oyunu takdire değer niteliktedir.
beynim sulanmış ekmek ban ye
ban bana bakışını :
Hatırlatmakta fayda var, argomuzda buraya taşıyamayacağımız bir deyiş vardır. Şairimiz burada bu söylemi alıp, cinsellik içeren bağlamından kopararak çok farklı bir söylem çizgisine çekiyor. Ergenlikten itibaren "zirvesinin doruklarına" ulaşan cinsel istek, 30'lu yaşlarından itibaren olgunluk çağlarına erişir ve 35'inden sonra da bunun yerini çok farklı şeyler, istekler, hedefler alır. Şairimizin yaşının 37 olduğunu göz önüne alırsak, bu bağlamın da açıklığını kavrayabiliriz. Beynim sulanmış, söylemi, artık sorgulamalardan, kendini aramaktan yorulmuş, çorbaya dönmüş bir beynin yalnızlığını anlatıyor. Ban bana bakışını dizesi de, bu yalnızlığı, sorgulamaların karanlık bir yalnızlık içerisinde yapıldığını ve sorgulamalar, cevap aramalara yönelecek "bir bakış"ı aradığını anlatıyor. Banmak fiili de, kendisine yönelecek olan bakışların, bu muazzam beynin içerisinde yankılanan sorgulamaların, bir bölümüne yönelerek hiç değilse bile bir yardım eli uzatmasını ve, ortak bir şekilde cevap aramaya çağırıyor. Yalnızlık çok kötü bir şey azizim. Yalnızlıktan öte, anlaşılamamanın getirdiği o karanlık yalnızlık. Şairimizin çıkmazlarından bir tanesi de bu, şiir dünyasının mayası olan en önemli özelliği.
içimden geçen nehirleri seyre dal
geçit vermez dağlar
ve yollar :
"içimden geçen nehirleri seyre dal" dizesi, yukarıdaki dizeleri perçinleyen bir anlatım olmuş. İçimden, beynimden ne sular akıp geçiyor gürül gürül farkında mısın? Niye bir kulak uzatmıyorsun, dinlemiyorsun içimde çağlayan yalnızlığı, diye barım barım bağırıyor resmen. Nehrin de bir varış noktası, hedefi vardır, o da denizdir, okyanustur. Yani çok derin yerlere giden bir yalnızlık, bir hayatı sorgulama meselesi. Şair bu dizeden itibaren, yaşamının hedefine işaret ediyor, bu aklımıza gelebilecek herhangi bir şey olabilir. Fakat, hedefe ulaşmak kolay değildir. bunu da "orta yaş şiirleri"nde de apaçık bir şekilde gördüğümüz klasik bir imge haline gelen "dağ imgesi"ni katarak anlatmayı seçmiş. Şairimiz aslında bu imgeyle, klasik anlatıma bir başkaldırı gerçekleştirmiştir. Artk bıkkınlık veren, hemen hemen bütün orta yaş şiirlerinde yerini alan bu dağ imgesini, nehirlerle birleştirerek, bambaşka bir soluk getirmiş. Ferhat ile Şirin'den itibaren bizim de halk edebiyatımızda yer almaya başlayan bu "geçit vermez dağlar" söylemi, hedefe ulaşmanın zorluğu, artık orta yaştan itibaren karanlık bir yalnızlık içerisinde yoğun bir şekilde gözlemlenen sorgulamaları, "ne idim, ne oldum?" arayışının bir türlü gelmek bilmez cevaplarını içeriyor. Hayatın muhasebesi, ve gençlik çağlarından itibaren varılmak istenen nokta, ama hayat şartlarının cilveleri eşliğinde varılmak istenen noktadan, hedeften çok başka yerlerde kendini bulmanın getirdiği büyük hüzün, insanı perişan eder. Şairimiz de çekildiği inzivada, bu büyük hüznü duymuş olmalı ki, bu klasik anlatımı kullanarak, bize bunu ironik bir şekilde dile getiriyor.
akşamüzerileri
kıçımın kenarı
sızlar sızlar sızlar :
Bu dizelerde de, sorgulamaların, genellikle, güneşin battığı zamanlarda ortaya çıktığını ve sorgulamaların genellikle, kıç üstü oturarak yapıldığını ve saatlerce sürdüğünü, böylece kıçın uyuşup sızladığını dile getiriyor. (Bu kısım üzerine fazla konuşmak yersiz, ne idüğü belirsiz kapalı (kapalı şiir mi olur? hayatta olmaz, her şiir açıktır) bir anlatım yolunu seçmeyi yeğlediği için, anlamadığımızdan dolayı üzerinden şöylece bir geçip gitmeyi uygun gördük. )
kimse görmeden
ufukta bir uzaylı geçiyor
geçinip gidiyoruz işte. :
dizeleri de, şairimizin içinde bulunduğu derin, karanlık yalnızlığa yeniden dikkat çekiyor. Kıç üstü yapılan, akşamüzeri, sorgulamaları, kimsenin görmediğini haykırıyor. Sadece çok uzaklardan ziyarete gelen, garip bir uzaylının ufuk çizgisinden ufosuyla gelip geçmesiyle, çok uzaktaki kendini anlayabilecek canlıları anlatıyor. Yakınındaki kişilerin bir türlü kendisini anlamadığından yakınan şairimiz, hayalinde yarattığı bu uzaylıyla bir nevi teselli buluyor, onun ufosuyla geçip giderken, kendisine el sallayıp, "merak etme hacı, ben anlıyorum seni, kıçını bereket" diyerek, karanlık yalnızlığına dost oluyor. "geçinip gidiyoruz işte" dizesi de, çok hüzünlü bir anlatımı barındırıyor. Okuyunca gözyaşlarımızı tutamıyoruz, hüngür hüngür ağlıyoruz bu karanlık yalnızlığı görünce.
bir de hakkı var
yanımda
o da selam söylüyor.. :
Bu dizelerde de, çözülemeyen derin yalnızlık, şairin hayal dünyasını daha çok geliştirerek, kendisine hayali bir arkadaş edinmesini sağladığını gösteriyor. Bu hayali arkadaşın isminin "hakkı" olması fazlasıyla dikkat çekici. Yıllarca yakın çevreleri kendisini anlamadığı için ağır bir depresyona giren şairimiz, bu depresyonu kendisine hayali bir arkadaş yaratarak atlatmayı seçiyor ve, bu hayali arkadaşın üzerinden aldığı ağır yüklere bir şükran niteliğinde ona "hakkı" ismini veriyor. Hayali arkadaşının hakkını veriyor.
--------------------------
Etraflıca tahlil ettiğimiz bu şiirde, anlaşıldığı gibi orta yaşların ağır sendromları olan "kendini sorgulama" "hayatı sorgulama" "derin, karanlık bir yalnızlık" içerisinde örülmüş bu şiir, bizi karanlık bir anlatımla sarıyor ve bu orta yaş çıkmazlarının içerisinde derin bir hüznün içerisinde bırakarak, beynimizi eriten bir sorgulama içerisine itiyor. Şairimiz, bu şiirinde başlığından itibaren klasik söylemleri, bağlamlarından kopararak, bambaşka anlatımlar içerisine yerleştirerek, klasik orta yaş şiirine bir osmanlı tokadı atıyor, kendisine gelmesine sağlıyor.
BİR ORTA YAŞ SENDROMU OLARAK: BEN KİMİM Kİ?
Ben Kimim Ki?
Sevgili dostum, yönetmen Kim ki? Duk'a
beynim sulanmış ekmek ban ye
ban bana bakışını
içimden geçen nehirleri seyre dal
geçit vermez dağlar
ve yollar
akşamüzerileri
kıçımın kenarı
sızlar sızlar sızlar
kimse görmeden
ufukta bir uzaylı geçiyor
geçinip gidiyoruz işte
bir de hakkı var
yanımda
o da selam söylüyor.
Negatif
---------------------------------------------------------------
Edebiyat dünyamızın sabırsızlıkla yeni şiirlerini beklediği Negatif Bey, uzun bir aradan sonra biz şiir severleri sevindirerek yeni şiirini edebiyat dünyamıza hediye etti. Uzun zamandır ortalıklarda görünmeyen Negatif Bey, bu uzun zamanı fazlasıyla değerlendirdiğini kanıtladı bize. Yeni şiir kitabı, "Ben Kimim Ki?" şiirimize yeni soluklar getirdi. Sürekli bir görünüp, iki inzivaya çekilmesiyle meşhur şairimiz, kalemini fazlasıyla sivreltmiş, yaşamını olduğu gibi şiire katmış. Toplam 17 şiirden oluşan kitabı, kitapçılarda yerini çoktan aldı. Neden 17 şiir diye sorarsak, burada da şairimizin güzel göndermesi var aslında. Şiirleri insan yaşamının dönemlerine göndermelerde bulunan şairimiz, yazdığı toplam 17 şiirle biz şiirseverlere birçok şey hatırlatmayı amaçlamış. 17 ise, doğrudan, insanların en güzel yaşı olan 17'ye bir gönderme. "Şairler hep 17 yaşındadır" lafını burada hatırlatmakta fayda var. Bu 17 şiirinde de şairimiz imge dünyasıyla şiir dünyasını temelinden sarstı. Lafı fazla uzatmadan, şairimizin kitabıyla aynı ismi taşıyan en güzel şiiri "Ben kimim ki?" adlı şiirini inceleyelim;
Ben Kimim Ki?: Şiirin başlığı, bir sorgulamayı içeriyor. Bu sorgulama daha çok, insanın gelişim aşamalarını içeren gelişimsel dönemlerini kapsayan bir olgu. Özellikle, ergenlik dönemlerinde "kimlik inşaası" yaratılırken insanın ortaya attığı bir sorudur. İletişim çağında olduğumuzdan, hızla yarışan insanoğlu, eski çağlardaki gibi kendini sorgulamayı bir kenara bırakmış, ve daha çok çevresindeki gelişmelere kafayı takmıştır. İşte, şairimiz, şiirinin başlığına taşıdığı bu sorgulamayla, insanoğlunun bu unutkanlığına, kendini "yeniden" hatırlaması gerektiğine işaret ediyor. "Ben kimim" sorusu, insanoğlunun ilk çağlardan itibaren kendisine sormaya başladığı bir sorudur. Delphi tapınağının girişindeki "Kendini Tanı" yazısı da buna işaret eder, yüzyıllar boyunca günümüze kadar uzanan feylesoflar, yazarlar, şairler hep bu olguya işaret etmiş, bu soruya cevap aramışlardır; "Ben Kimim?", "İnsan Kim?"...Türlü türlü cevaplar gelmiştir bu soruya, tarihin tozlu sayfalarında her kafadan bir ses çıkıyor görüntüleri/sesleri gelse de, bu gelen cevapların hiçbiri yanlış değildir. Her biri, işin bir ucundan tutarak bu soruya cevap aramış ve cevaplar üretmiştir. Şairimiz, inzivaya çekildiği zamanlardaysa, bu soruyla fazlasıyla ilgilendiği belli oluyor. Kendisiyle uzun uzun sorgulamalara girişmiş ve bebeklik çağlarından itibaren, yaşadığı şu ana kadar uzanan zaman dilimlerini, gelişimsel dönemlere bölerek şiirlerinde cevaplar üretmeye çalışmıştır. Şairimiz, şiirini koyduğu bu başlığıyla, şiirini okumadan önce, bizi, kendimizi sorgulamamız için yemyeşil dağların tepelerine davet ediyor. Neden yemyeşil dağlar peki? Gökyüzünü izlemek için gözlemevleri, dağların en tepesine inşaa edilir, gökyüzü dağların doruklarından izlenir, en güzel gökyüzü gözlemi bu doruklarda yapılır. Şairimiz, göndermeleriyle, imgeleriyle bizi daha başlıklarda vurmasını çok iyi bildiğini kanıtlıyor.
Sevgili dostum, yönetmen Kim Ki? Duk'a: Şairimiz, şiirini ithaf ettiği, uzak doğulu yönetmen Kim Ki Duk'u anarak, şiirinin içeriği yönünde bize gizli mesajlar veriyor daha şiir başlamadan. Bilindiği üzere, Negatif Bey'le Kim Ki Duk, yılları deviren bir dostlukla birbirlerine bağlıdırlar. Kim Ki Duk da, bu dostluğun hatrına bir filmini Negatif Bey'e ithaf etmiş, Negatif Bey de bu jestin altında kalmayarak, dostluğa olan saygısıyla bu güzelim şiiri, sevgili dostu yönetmene ithaf etmiş, biz okuyucularını duygu seline boğmuştur. Şiirin ithaf bölümüne yeniden dönersek, bunu anlayabilmek için, Kim Ki Duk'un filmlerini izlemekte fayda var. Çünkü şiir, gerçekten de bu yönetmenin filmlerin, içeren bir "sessizlikle" örtülü. Bilindiği üzere, Kim Ki Duk'un filmleri, diyalog yoksunudur. Yönetmen, karakterlerini konuşturmayarak, sinemanın gerektirdiği gibi görüntülerle anlatmak istediklerini anlatma yoluna gitmiştir. Fazla söz, kalabalık yaratır, gürültü yaratır. Yönetmenimiz, filmlerinde diyalogları çıkararak, en güzel anlatım yoluna yaklaşmış, az sözle mükemmel anlatımları yakalamıştır. Şiir de böyledir, şiirde ne kadar az sözcük olursa, o kadar iyidir. Bu sözümüz yanlış anlaşılmasın, az söz denilen şey, gereksiz sözcükleri ayıklayarak, az sözle birçok şey anlatmaktır, birçok imge çağrıştırmaktır. "Saf Şiir" denilen kavramın özü de buradadır. Büyük şairler, ömürleri boyunca bu "saf şiir"e yaklaşmak için didinip durmuşlardır. Şiirimizin, ithaf bölümünde bile, şiirsel bir anlatıma yapılan göndermeyi içerir.Ayrıca yönetmenin adıyla ve şiirin adıyla yapılan sözcük oyunu takdire değer niteliktedir.
beynim sulanmış ekmek ban ye
ban bana bakışını :
Hatırlatmakta fayda var, argomuzda buraya taşıyamayacağımız bir deyiş vardır. Şairimiz burada bu söylemi alıp, cinsellik içeren bağlamından kopararak çok farklı bir söylem çizgisine çekiyor. Ergenlikten itibaren "zirvesinin doruklarına" ulaşan cinsel istek, 30'lu yaşlarından itibaren olgunluk çağlarına erişir ve 35'inden sonra da bunun yerini çok farklı şeyler, istekler, hedefler alır. Şairimizin yaşının 37 olduğunu göz önüne alırsak, bu bağlamın da açıklığını kavrayabiliriz. Beynim sulanmış, söylemi, artık sorgulamalardan, kendini aramaktan yorulmuş, çorbaya dönmüş bir beynin yalnızlığını anlatıyor. Ban bana bakışını dizesi de, bu yalnızlığı, sorgulamaların karanlık bir yalnızlık içerisinde yapıldığını ve sorgulamalar, cevap aramalara yönelecek "bir bakış"ı aradığını anlatıyor. Banmak fiili de, kendisine yönelecek olan bakışların, bu muazzam beynin içerisinde yankılanan sorgulamaların, bir bölümüne yönelerek hiç değilse bile bir yardım eli uzatmasını ve, ortak bir şekilde cevap aramaya çağırıyor. Yalnızlık çok kötü bir şey azizim. Yalnızlıktan öte, anlaşılamamanın getirdiği o karanlık yalnızlık. Şairimizin çıkmazlarından bir tanesi de bu, şiir dünyasının mayası olan en önemli özelliği.
içimden geçen nehirleri seyre dal
geçit vermez dağlar
ve yollar :
"içimden geçen nehirleri seyre dal" dizesi, yukarıdaki dizeleri perçinleyen bir anlatım olmuş. İçimden, beynimden ne sular akıp geçiyor gürül gürül farkında mısın? Niye bir kulak uzatmıyorsun, dinlemiyorsun içimde çağlayan yalnızlığı, diye barım barım bağırıyor resmen. Nehrin de bir varış noktası, hedefi vardır, o da denizdir, okyanustur. Yani çok derin yerlere giden bir yalnızlık, bir hayatı sorgulama meselesi. Şair bu dizeden itibaren, yaşamının hedefine işaret ediyor, bu aklımıza gelebilecek herhangi bir şey olabilir. Fakat, hedefe ulaşmak kolay değildir. bunu da "orta yaş şiirleri"nde de apaçık bir şekilde gördüğümüz klasik bir imge haline gelen "dağ imgesi"ni katarak anlatmayı seçmiş. Şairimiz aslında bu imgeyle, klasik anlatıma bir başkaldırı gerçekleştirmiştir. Artk bıkkınlık veren, hemen hemen bütün orta yaş şiirlerinde yerini alan bu dağ imgesini, nehirlerle birleştirerek, bambaşka bir soluk getirmiş. Ferhat ile Şirin'den itibaren bizim de halk edebiyatımızda yer almaya başlayan bu "geçit vermez dağlar" söylemi, hedefe ulaşmanın zorluğu, artık orta yaştan itibaren karanlık bir yalnızlık içerisinde yoğun bir şekilde gözlemlenen sorgulamaları, "ne idim, ne oldum?" arayışının bir türlü gelmek bilmez cevaplarını içeriyor. Hayatın muhasebesi, ve gençlik çağlarından itibaren varılmak istenen nokta, ama hayat şartlarının cilveleri eşliğinde varılmak istenen noktadan, hedeften çok başka yerlerde kendini bulmanın getirdiği büyük hüzün, insanı perişan eder. Şairimiz de çekildiği inzivada, bu büyük hüznü duymuş olmalı ki, bu klasik anlatımı kullanarak, bize bunu ironik bir şekilde dile getiriyor.
akşamüzerileri
kıçımın kenarı
sızlar sızlar sızlar :
Bu dizelerde de, sorgulamaların, genellikle, güneşin battığı zamanlarda ortaya çıktığını ve sorgulamaların genellikle, kıç üstü oturarak yapıldığını ve saatlerce sürdüğünü, böylece kıçın uyuşup sızladığını dile getiriyor. (Bu kısım üzerine fazla konuşmak yersiz, ne idüğü belirsiz kapalı (kapalı şiir mi olur? hayatta olmaz, her şiir açıktır) bir anlatım yolunu seçmeyi yeğlediği için, anlamadığımızdan dolayı üzerinden şöylece bir geçip gitmeyi uygun gördük. )
kimse görmeden
ufukta bir uzaylı geçiyor
geçinip gidiyoruz işte. :
dizeleri de, şairimizin içinde bulunduğu derin, karanlık yalnızlığa yeniden dikkat çekiyor. Kıç üstü yapılan, akşamüzeri, sorgulamaları, kimsenin görmediğini haykırıyor. Sadece çok uzaklardan ziyarete gelen, garip bir uzaylının ufuk çizgisinden ufosuyla gelip geçmesiyle, çok uzaktaki kendini anlayabilecek canlıları anlatıyor. Yakınındaki kişilerin bir türlü kendisini anlamadığından yakınan şairimiz, hayalinde yarattığı bu uzaylıyla bir nevi teselli buluyor, onun ufosuyla geçip giderken, kendisine el sallayıp, "merak etme hacı, ben anlıyorum seni, kıçını bereket" diyerek, karanlık yalnızlığına dost oluyor. "geçinip gidiyoruz işte" dizesi de, çok hüzünlü bir anlatımı barındırıyor. Okuyunca gözyaşlarımızı tutamıyoruz, hüngür hüngür ağlıyoruz bu karanlık yalnızlığı görünce.
bir de hakkı var
yanımda
o da selam söylüyor.. :
Bu dizelerde de, çözülemeyen derin yalnızlık, şairin hayal dünyasını daha çok geliştirerek, kendisine hayali bir arkadaş edinmesini sağladığını gösteriyor. Bu hayali arkadaşın isminin "hakkı" olması fazlasıyla dikkat çekici. Yıllarca yakın çevreleri kendisini anlamadığı için ağır bir depresyona giren şairimiz, bu depresyonu kendisine hayali bir arkadaş yaratarak atlatmayı seçiyor ve, bu hayali arkadaşın üzerinden aldığı ağır yüklere bir şükran niteliğinde ona "hakkı" ismini veriyor. Hayali arkadaşının hakkını veriyor.
--------------------------
Etraflıca tahlil ettiğimiz bu şiirde, anlaşıldığı gibi orta yaşların ağır sendromları olan "kendini sorgulama" "hayatı sorgulama" "derin, karanlık bir yalnızlık" içerisinde örülmüş bu şiir, bizi karanlık bir anlatımla sarıyor ve bu orta yaş çıkmazlarının içerisinde derin bir hüznün içerisinde bırakarak, beynimizi eriten bir sorgulama içerisine itiyor. Şairimiz, bu şiirinde başlığından itibaren klasik söylemleri, bağlamlarından kopararak, bambaşka anlatımlar içerisine yerleştirerek, klasik orta yaş şiirine bir osmanlı tokadı atıyor, kendisine gelmesine sağlıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)