"Eline tutuşturulmuş silahla ateş edip düşmanları öldüren bir askere, aslında her zaman, toprağı elden geldiğince iyi bir şekilde ekip biçen köylüden daha büyük bir vatansever gözüyle bakılır, çünkü köylünün yaptığı işin yararını yine kendisinin gördüğü düşünülür. Ve ne acayiptir ki, bizim çapraşık ahlak anlayışımızda bizzat sahibine iyiliği dokunup yarar sağlayan erdem kuşkuyla karşılanır hep."
"Canına kıydığımız o kadar çok şey var ki! Öldürme eylemini yalnızca o aptal savaşlarda, devrimlerin budalaca sokak çatışmalarında gerçekleştirmiyoruz. Çünkü adım başı bu cinayeti işliyoruz. Yetenekli gençleri çaresizlik içinde bırakıp kendileri için uygun sayılmayacak meslekler edinmeye zorlayarak öldürüyoruz. Yoksulluklar, çaresizlikler, yüz kızartıcı durumlar karşısında gözlerimizi yumarak öldürüyoruz. Toplum, devlet, okul ve kilisede ömrünü tamamlamış uygulamalara kararlı bir biçimde sırt çevirecekken, rahatımızı gözetip bunlara istifimizi bozmadan seyirci kalarak, riyakarlığa sapıp onaylar tavır takınarak öldürme eylemini gerçekleştiriyoruz."
"Barış bir idealdir, barış dile gelmez ölçüde karmaşık bir neşedir; şöyle bir üflemek canına okumaya yeter. Birbirine muhtaç iki insanın bile gerçek barış içinde yaşamaları seyrek karşılaşılan bir olaydır, üstesinden gelmek ahlak ve düşün alanındaki diğer bütün uğraşlardan daha güçtür."
"Henüz insan aşamasına ulaşmış değiliz, yalnızca insanlığa giden yolun üzerindeyiz."
(Hermann Hesse - Öldürmeyeceksin)
26 Aralık 2011 Pazartesi
6 Aralık 2011 Salı
Bu insanlar pek tuhaf vesselam, yahut 27 yaşına doğru krizler eşiği, O da olmadı akla gelen her türlü düşünceyi barındıran bir yazı, O da mı olmadı al sana Şiir İkindileri
Bu sefer başlığı, yazıyı yazmadan önce koydum. Başlık, bir yazı için gerekli midir? Yoksa keyfiyetten mi konur? Bu soruların hiçbir önemi yok. Önemli olan içerik. Karman çorman bir şekilde sağa sola dağılmış düşünce/hayal parçacıkları. Ben şair olsam lafın gelişi, şiirlerime başlık koymazdım. Şiirin dipsiz bir okyanus olduğunu göz önünde bulundurarak, bir başlık koyarak, okuyanları yönlendirmek istemezdim. Bu şiir konusunun burada altını kalınca çiziyorum, birazdan etraflıca anlatacaklarım var. Ama birazdan. Ondan önce yazmak, anlatmak istediğim birçok şey var.
Ben aylardır ne yaptığımı bilmiyorum. Özellikle "haziran ayı"ndan beri, tamamen geriye doğru giderek yaşam savaşı veriyorum. Yaşam savaşı dediysem de, sanki çok mühim zorluklarla başediyormuşum gibi konuştum. Öyle değil haliyle. Benim savaşım genellikle "kendim"le oluyor. En büyük düşmanım "benim". Kendime, başkalarına yapamayacağım kötüleri yapmakla övünürüm. Öyle ki, arada sapıtıp (ÖZGÜRLÜK SAPITTIRIR!), ölçüyü kaçırdığım zamanlar olur. İşte bu haziran ayından bu yana, kendime yaptıklarım (aslında hiçbir şey yapamamam söz konusu) haddi hesabı yok. Çetelesini tutmaya kalkasam, ne kağıt yeter ne de mürekkep. Ama, arada durup düşündüğüm vakitlerde, ben bu durumlara düşmekten kendimi alamıyorum. Neyse ki tek tesellim, bu sefer kendimden başka kimseye zarar vermeden atlatmaktayım. Bu benim için fazlasıyla sevindirici bir şey. Zararlarıma gelince, "hiçbir şey yapmamak, tamamen bomboş şeylerle uğraşmak, yapmam gereken tonlarca şey varken bunları elimin tersiyle itip olmadık işlere zaman ayırmam" vs. Bir nevi "depresyon havaları". Bu depresyon havalarını seven tek kişi ben değilim tabi ki, "Abuk bir günün Negatif tutanakları"nı hazırlayan topu topu iki kişiyiz. Biz bu havaları sevmeyeceğiz de kimler sevecek başka? Yalnız ikimiz de farklı yaşıyoruz bu havaları.
Ben bir yazı yazarken, her zaman Coldplay dinliyorum. Nedenini gerçekten bilmiyorum ama yazı yazmaya hazırlanırken, listeden seçtiğim tek Coldplay oluyor. Daha rahat hissettiriyor yazarken. Yazmak istediğim şeyleri, daha kolay aklımda sıralamamı sağlıyor. Bu gereksiz bir bilgi. Herkesin "gereksiz bilgileri" vardır, kendine özgü. Hatta herkesin bir sırrı vardır. Ben sırlarımı gelecek için saklıyorum. "Bir sırrı iki kişi biliyorsa, o sır değildir" sözüne inat, gelecekte, yazmak istediğim sırlarımı yazınca, iki kişi değil, binlerce kişiye anlatmak istiyorum. Binlerce de olmasına gerek yok, birkaç kişi olsa da olur. Önemli olan o değil. Önemli olan, o sırları anlatma fırsatını yakalayabilmek. Herkes "güzel bir şekilde sır anlatamaz". Bu sırlardan bile mahrumum aylardır. Nedeni çok basit, sır düşenecek halim bile yok. Öyle ki, koca yaz mevsimim evde bomboş oturarak, beklediğim bir şey olmadı diye kendi kendime yas tutmakla geçti. Sabahlara kadar oturdum, gecelere kadar dışarda sürttüm. Sabahlara kadar uyumadım. Ve o yaz mevsiminden arta kalan alışkanlıkla, hala daha sabaha kadar oturduğumda, sabahı "Ntv spor kanalındaki 7/10" adlı bir programla sonlandırıyorum. Bomboş bir program, en sevdiğim tarafı izlerken hiçbir şey düşünmemenizi sağlıyor. Hafta içi hergün yayınlanıyor saat 7'de başlayıp 10'da bitiyor. Spor programı dediysek bu ülkedeki tek spor dalı "futbol" üzerine genellikle. Ondan sonra "Trt spor kanalındaki Spor Manşet" programını izliyorum. O da 10:15'te başlayıp, 12:15'te bitiyor. Bu ülkedeki en güzel uyuşturucunun futbol olduğu gerçeğini geçtiğimiz yaz mevsiminde her Allah'ın günü defalarca deneyimleyerek yeniden öğrendim. Açıkçası hiç gocunmuyorum. Hala da arada izliyorum. Bazen düşünmemek iyi geliyor. Özellikle uyku tutmadığı vakitlerde. Aylardır, ülkede meydana gelen futbolla ve sporla ilgili ne varsa hepsini kazıdım beynime. Bir bilgi yarışmasına katılsam ve şu son 6 aylık zaman diliminden sorular sorsalar bilemeyeceğim soru yok. Onun dışında Football Manager oyunundaki kariyerime devam ettim. İspanya diyarından Villarreal adlı takımımla başarıdan başarıya koştuk. Nice futbolcular keşfedip, yetiştirdim. Hep beraber başarıdan başarıya koştuk. Çoğu emekli oldu, başka takımlara teknik direktör oldular, ben hala takımımın başındayım. Çok hüzünlü günlerdi. Arada şımarıp basına demeç verdikleri oluyor "Emrah hoca akıllı olsun, haftaya mağlubiyet tattıracağız" diye. Anında basıyorum demeci "Akıllı olun hepiniz! Alayınız benim elimde yetiştiniz. Sizin ciğerinizi biliyorum ben. Sizi bu günlere ben getirdim. Vefasızlık yapmayın!" diyerek ağızlarının payını veriyorum. Tabi 8-9 sezonda elde ettiğim başarılar sonunda, ki bunlara "la liga şampiyonlukları, UEFA kupası şampiyonlukları, Şampiyonlar Ligi Şampiyonlukları, Kıtalararası Şampiyonluklar" dahildir, en sonunda adıma 48.000 kişilik stad yaptılar. O anı hala unutamam. Gözlerim doldu resmen. Evet, benim geçirdiğim günlere özet niteliğinde küçük bir örnektir bu, nelerle uğraşıyorum, nelerle mutlu oluyorum....Ama yıllardır vazgeçemediğim tek şeydir şu Football Manager oyunu. Sanırım, 40-50 yaşlarına geldiğimde bile yine aynı heyecanla oynarım.
Bunların dışında, neredeyse 6 aydır tek bir kitap bile okumadığım gerçeği mevcut. Bu nasıl olur? Ben bu soruyu çok sordum kendime. Elime alıp okumaya çalıştığım çok kitap oldu, hepsini bir iki sayfa okuyup kenara koydum yine. Dediğim gibi, bu zamanlar benim en tehlikeli zamanlarım. En sevdiğim şeyleri bile yaptırtmıyorum kendime. Okumadan yazılmayacağı için de, hiçbir şey de yazamıyorum. Ama bunun da önüne geçtim, Sineklerin Tanrısı (Lord of the Flies)'nı okuyorum. Okurken düşündüğüm tek şey, ben bu kitabı okumak için neden bu kadar geç kaldım oldu. Sevdiceğim de olmasa kitap okumayı bile akıl edemeyeceğim. Yalnız kitabın baskısı bir acayip. Kitabın kapağında, kitap ismi olarak "İşte Bizim Dünya" yazıyor. Çevirmen ve yayınevi bu ismi kullanmayı tercih etmiş okuduğum kadarıyla. Güzel bir kitap. Eski muhteşem, hızlı ve kitapkurdu halime beni yeniden getirmesini temenni ediyorum.
Kitap, yazmak derken asıl konumuz şiir'e gelmeden olmaz. Zaten en başta belirtmiştim. Açıkçası, bu konu hakkında pek yazasım yoktu. Söylemek istediklerim bende kalsın diyordum da, fazla dayanamayacağım sanırım. Birileri konuşmalı bunu.
Benim doğup, yaşadığım ilçede (Manisa/Salihli), yıllardır süregelen bir etkinlik var. Şiir İkindileri adında. Birisi sonbaharda, birisi ilkbaharda olmak üzere yılda iki kere düzenleniyor. Bu yıl da, 46.sı düzenlendi. Yıllardır gidemiyordum. Her gitmek istediğimde, benden kaynaklı hep bir aksilik çıktı. Ya benim her zaman girmeye hükümlü olduğum sınavlar yüzünden gidemedim, ya da bambaşka sorunlar çıktı vs. Bu yıl da haftalar öncesinden ayarladım kendimi. Negatif Bey ile sözleşip gitmek için hazırlıklarımızı yaptık. Az çok hatırlıyorum, yıllar evvel ne şairler geldi, geçti bu etkinliğe. http://tr.wikipedia.org/wiki/Salihli_%C5%9Eiir_%C4%B0kindileri . Buradan da görebileceğiniz üzere, nice büyük isimler geldi geçti. Yıllar evvelden bir ikisine şahit olmuşluğum var. Benim aklımda kalan Şiir İkindileri, yıllar evvelindeki haliyleydi. Tadı damağımda kalan etkinlikler oldu. Önceleri fazlasıyla güzel bir etkinlikti bu Şiir İkindileri. Ve en güzel tarafı da, aralıksız bir şekilde yıllardır devam etmesi. Ama keşke o şekilde devam ettiğini görmüş olsaydım. Yıllardır aksamadan yapılan böyle güzel bir etkinlik, nasıl ayaklar altına alınabilir uzun yıllardan sonra tekrardan katıldığımda gördüm.
Bilmiyorum, çok büyük bir beklenti içerisine girmek gerekir mi böyle zamanlarda. Günlerdir kendime sorup duruyorum. Nice umutlarla gidip de, tamamen hayal kırıklıklarıyla döndüğüm bir etkinlik oldu. "Şiir" adını taşıyan bir etkinlikte, "şiir" namına hiçbir şeyin geçmemesi gerçekten üzücüydü. 8 tane şair vardı (bunların arasından bir tanesini ayırıyorum, onu dinlemek için de gitmiştik). Dionysos Şiir Ödülü'nü alan Nihat Behram ve Dionysos Sanata Emek Ödülü'nü alan Rutkay Aziz de vardı. İzmir'den, Manisa'dan otobüsler kaldırılarak insanların geldiği bir etkinlik bu. Belediye şehir tiyatrosu salonu hınca hınç dolu. İnsanlar şiir dinlemek için gelmişler. Ama koskoca salonda, şiirden çok "şair" vardı. Bizim ülkede böyle, "şiirden çok şair" barındıran bir memleketiz. 8 amatör şair üzerinde pek durmayacağım. Etkinlik öncesinde bize dağıtılan kitapta, şiirleri mevcut hepsinin. Şiir demeye bile dilim varmıyor. Özel şiir ödülünü alan Nihat Behram'a ise, söyleyecek bir şey bulamıyorum. Koca salonun, Nihat Behram şiirinin ne gibi tatlar aldığı hala kafamı kurcalıyor. Etkinlik arasında, o 20 dakikalık arada birkaç insanla konuştum. Nihat Behram'ı öve öve bitiremediler. Anlattıkça anlattılar "yok efendim, günlük konuşma dilini öyle güzel kullanıyor ki, güzelim şiirler yazıyor, şöyle yapıyor böyle yapıyor vs". Cevabım sadece şuydu;
"Peki, ama lütfen şuna cevap verin, bu şiirlerde imge nerede? Yaratılmaya çalışılan (ve haliyle başarılamayan) ÜSTDİL nerede?"
Kimse cevap veremedi. Tam tamına 4 saatlik bir işkenceye maruz kaldık Negatif Bey'le beraber. Benim anladığım tek şey, salonu dolduran insanların şiir dinlemek istemekten çok, "propaganda izlemeye" gelmiş olmalarıydı. Şu hayatımda en nefret ettiğim tek şey, politika, siyaset. Ve bu kımıl zararlısı şeylerin "edebiyat, şiir" gibi güzelim şeylere girmesinden, insanların zorla, bunları şiire edebiyata katmaya çalışmalarından ölesiye nefret ediyorum ki. Bunlar katıldığı zaman, yapılan, ortaya konan ürün "edebi bir eser"den öte, tamamen propaganda amaçlı bir ürün oluyor. Sağı-solu-dincisi alayı için söylüyorum bunu. Ve koca 4 saat boyunca şiirden çok, alt-alta sıralanmış devrik cümleler, imgesiz dizeler, ruhsuz, yüksek bir kürsüden aşağıdaki insanlara, kürsüye yumruk vura vura "yapmayacaksın!!!, yapacaksın!!!" türünde emirler yağdıran, bağıran çağıran saçmalıklar dinledik. Bu etkinliğe "İlhan Berk" gibi bir ŞAİR geldi vefat etmeden önce. Hiç mi utanmaz insan şiir/şair seçerken? Ben her zaman, şiirle ilgili konuştuğum zaman söylediğim şey şudur;
"Bu ülkede, şiir denilen şey, İkinci Yeniciler ve son zamanda da İsmet Özel'dir!"
Şiirde modernizm denilen şeyi yakalayabilmiş olan İkinci Yeniciler'dir. Yahya Kemal ile başlayan süreç, zannedildiğinin aksine Garipçiler'le değil, İkinci Yeniciler'le yakalanabilmiştir. Arada Nazım Hikmet'i hatırlatmakta fayda var ama onun da etkisi Yahya Kemal'in açıp çok az araladığı kapıyı birazcık açmaktan öteye gidememiştir, Garipçiler de biraz ötelemişse de tam başarıya ulaşamamış ve İkinci Yeniciler gelip noktayı koyarak Türk Şiiri'ni Modernist bir çizgiye tam anlamıyla taşımışlardır. İkinci Yenicilere zamanında savaş açan Attila İlhan ve her ne kadar sevmesem de, Yeraltı Şiirinin gözümde tek neferi olan Küçük İskender'i de burada anmakta fayda var. Bu adamlar Türk Şiirini işleyen ŞAİRLER. Bu şairlerin ortak noktaları şu ki hepsi, "gelenek"i bir şekilde özümsemişlerdir. Gelenekten kastım, "DİVAN ŞİİRİ". Moderni yakalamanın yolu, GELENEKTEN geçer. Hani birçoğumuzun burun kıvırdığı o Divan Edebiyatı, bu ülkede şair olmanın, en önemli basamağıdır. Elbette ki, bu divan şiiri tarzında yazmak değil. Divan şiirini hakkıyla okuyup bilgi birikim sağlamak. Divan Şiirine baktığımızda gerçekten de, dipsiz bir okyanustur imge konusunda. Özellikle Modernizmi yakalayan, İkinci Yeniciler'in hepsi Divan Edebiyatını hakkıyla özümsemiş insanlardır. Turgut Uyar'ın Divan'ınını burada özellikle belirtmekte fayda var. Türk Şiiri ve Modernizm konusunda bu ülkede yazılmış en sağlam kitap olarak Hasan Bülent Kahraman - Türk Şiiri - Modernizm - Şiir adlı kitabına iyice bakmakta fayda var. Ve tabi ki benim için, 80 sonrası en önemli şair olan İsmet Özel ise bambaşka boyutlara taşımıştır şiirimizi. Beğenen beğenmeyen herkes için söylüyorum. İsmet Özel'in kişiliği her nedense herkes tarafından sevilmese de (evet benim de ara ara ne diyor bu adam yahu! dediğim oluyor), İsmet Özel şiiri bundan yüzlerce sene sonrasında kalabilecek nadir şiirler arasında olacaktır. Onun dışında, günümüzde şairim diye ortalıkta dolanan, şiir yazan ama şiir konusunda "teorik bilgi" eksikliğinin altında ezilmekten dümdüz olan ama bu dümdüzeliğinin farkında olmayan nice insan var ki. Bir de bunlara çanak tutup pohpohlayan kesim var. Onların durumu daha vahim. Ben hiçbir şekilde, amatör şekilde şiirle uğraşıp kendi halinde bir şeyler yazmaya çalışanlara bir şey diyemiyorum. O bambaşka bir durum. Benim en çok kızdığım durum, henüz "şiir" nedir tam olarak kavrayamayan, sözcük sıralama becerisi olup da teorik bilgi anlamında yerlerde sürünen insanların, bu şekilde sahnelere çıkıp da, iki üç şiirini okuduktan sonra evet ben şu kadardır şiir yazıyorum vs demesi ve insanların bunları alkışlaması.
Yalan yok, her Türk genci gibi, benim de arada karaladığım şeyler oldu. Şey diyorum, çünkü onların başka adlandırması yok. Zamanında akla gelen birkaç sözcüğün alt alta sıralanmasından ibaret şeylerdi. Ara ara çevremden birkaç kişi de okudu beğendi çok güzelmiş dedi. Çok sevinmiştim, birazcık da umut doluydum ama, ne zaman ki tam anlamıyla şiiri anlamaya başladım. O koca yüksek duvarlar misali işin teorik boyutları yüzüme çarpınca ve büyük şairlerin şiirlerini "tam anlamıyla okuma"ya başlayınca, umudumu anında kendi ellerimle tükettim. Şair olmak, şiir yazmak başlı başına bilgi-birikim ve beceri işiydi. Şu saatten sonra da, şiir konusunda herhangi bir çabam olmaz. Bunun yerine de, şiir gibi çok ciddi bir konuda söylenmeyenleri dile getirmekte ısrarcıyım. Özellikle, sözcükleri alt alta dizmeyi şiir yazmak olarak gören insanlara aslında en büyük zararı veren pohpohlayıcılara karşı. Çok önceleri, Abuk Bir Günün Negatif Tutanakları adlı blogumuzda Negatif Bey'le gizlice başlattığımız bu kalem savaşını gerçek meydanlara taşımaya karar verdim. Bundan sonra, şiirimsiler ve şairimsiler karşısında susmak yok.
Günlerdir, katılmaktan bin bir pişmanlık duyduğum şiir ikindileri yüzünden perişan haldeyim. Kendi kendime kahroluyorum. Kahroluyoruz. Bir de işin en acıklı tarafı da, Şiir İkindileri'ne katılan şairlerin toptan Kars'lı olması. Şiir İkindileri'ni düzenlenmesinden sorumlu şahsın da Karslı olmasını öğrenince işin vahim tarafı su yüzüne çıkıyor. Karslı olmaya değil bu söylediklerim. Türkiye'nin dört bir tarafında düzenlenen böyle etkinliklerde/ödüllerde "al gülüm, ver gülüm" ilişkisi. Ahbaplık ilişkisi, çıkar ilişkisi, "aynı şeyin şeyiyiz" ilişkisi yüzünden şiir, hikaye, roman denilen ürünlerimiz yerlerde sürükleniyor. Ortadaki üründen çok, "bizim kafadanlık" devreye girince, o düzenlenen etkinliğin/ödülün hangi ciddi bir tarafından bahsedelim?? Nihat Behram'a tekrardan dönersek, 5-6 tane şiirini okudu. Sayısını hatırlamıyorum. Çünkü şiirini dinleyemedim. Nazım Hikmet gibi yumruğunu kürsüye vururmuşçasına söylenmeye çalışılan düşünceler, bağırırcasına, haykırırcasına söylem çabaları, imgeden, derinlikten yoksun alt alta sıralanmış devrik cümleler, akla o anda gelmiş havası yaratan ve olduğu gibi bırakılan sıralı sözcükler ve tabi şiire yoğun bir şekilde katılan siyaset. Çok güzel çabalar fakat Nazım Hikmet'in ucundan kıyısından bile geçemeyen şiirimsiler. Nazım Hikmet'in birkaç şiiri dışında çok sevmesem de, şiirlerinde öyle bir dil kullanıyor ki, şiirine katmak istediği siyaseti öyle güzelce yediriyor ki şiirine hakkını veririm her zaman. Çok ayrı bir yerdedir dediğim gibi sevmesem de. Ama Nihat Behram? Öncüllerini taklitten öteye gidemeyen şiirimsileriyle, haykırmaları ve şiirimsilerini okurkenki ekstaz halleri yordu bizi. Ve bir de ödül aldı. Hayırlı uğurlu olsun. Hayrını görsün. Bizim ülkenin gerçeği böyle işte, edebiyat ödülleri bile "aynı kafadanlık" üzerine veriliyor. Gözlerimizle de gördük etkinlik arasındaki o 20 dakika içerisinde. İnsanların çoğu Nihat Behram'ın şairliğinden çok "çok iyi solculuğu" üzerine övgüler dizdi. Başka tarafa gidin başka bir ödül de "çok iyi milliyetçi" veya "çok iyi bir dindar" olmak üzerine verilir. Bunun dışında, ortaya konulan "ürün"lere kimse bakmaya tenezzül etmez. Oysa baktığınızda nice solcu, sağcı, kemalist, dindar vs şair vardır ki çoğu kesim tarafından dışlanan. Bak yazdıkça bunaldım yine, darlandım çok. Böyle sağdan soldan önden arkadan geliyorlar bana....
Bu kadar laf kalabalığının özü şudur ki, benim bu bomboşlukluğumdan kurtulma zamanım gelmiş de geçiyor bile. 6 aydır öyle bir haldeyim ki, sevgilim artık beni "Oblomov Salihli Şubesi" diye çağırıyor. Bir Oblomov olmanın dayanılmaz ağırlığı altında ezilebilecek kadar da değerli bir insan değilim oysa ki. Evet, bu vakit silkinmenin vaktidir. Oblomov'luktan sıkıldım. Ciddi anlamda sıkıldım. Şöyle içimdekileri döktüm, arındım paklandım. Bu şiir mevzusu mahvetti beni.
Artık, okuyayım, yazayım, bir şeyler yapayım istiyorum. Çok istiyorum. Delicesine istiyorum. Bomboş şeylerle vakit öldürmekten çok sıkıldım. Ve beni, Sineklerin Tanrısı bekler. Çocuklar hiç de masum değildir konulu düşüncelere dalıp gideyim. Aslında bundan da bahsetmek istiyordum ben. Küçük çocuklara, bebeklere bakınca, olanca masumluklarına kıyamıyor insan. Nasıl kıyabilir bir insan bunlara, nasıl vurabilir, nasıl üzebilir diye düşünüyorum. Sonra da, büyüdüklerinde, bugünkü canavarlardan hiçbir farklarının olmayacağını düşünüyorum. Çünkü etraflarında hep canavarlar var. Nasıl etkilenip özelliklerini almasınlar? Onlara "hayatı, güzellikleri, iyileri, doğruları, edebiyatı, şiiri, insanlığı" öğretecek olan bugünkü insanlar çok mu doğru yaşıyorlar? Çok mu doğru şekilde aktaracaklar "şiirleri" çocuklara? Hiç umudum yok. Ama en azından, aralara girip, "şiir nedir" diye öğreterek başlayabilirim/başlayabiliriz....
Bitirmeden, 27 yaş üzerine çok düşünüyorum bu günlerde. 27 yaşında ölüp giden insanları. Bu 27'de cidden bir sorun var. Ben de adım adım yaklaşmaktayım ve cidden dünya olduğundan çok daha pis bir yer haline gelmeye başladı gözümde. 27'ye kadar neler olur bilemiyorum. Ama, tutup da pisliğinden içinden kendimi çekip alacak değilim. Pisliğin içinden kurtarabildiklerimi, gelecekteki çocukları kurtarabilmeyi diliyorum sadece...
Ben aylardır ne yaptığımı bilmiyorum. Özellikle "haziran ayı"ndan beri, tamamen geriye doğru giderek yaşam savaşı veriyorum. Yaşam savaşı dediysem de, sanki çok mühim zorluklarla başediyormuşum gibi konuştum. Öyle değil haliyle. Benim savaşım genellikle "kendim"le oluyor. En büyük düşmanım "benim". Kendime, başkalarına yapamayacağım kötüleri yapmakla övünürüm. Öyle ki, arada sapıtıp (ÖZGÜRLÜK SAPITTIRIR!), ölçüyü kaçırdığım zamanlar olur. İşte bu haziran ayından bu yana, kendime yaptıklarım (aslında hiçbir şey yapamamam söz konusu) haddi hesabı yok. Çetelesini tutmaya kalkasam, ne kağıt yeter ne de mürekkep. Ama, arada durup düşündüğüm vakitlerde, ben bu durumlara düşmekten kendimi alamıyorum. Neyse ki tek tesellim, bu sefer kendimden başka kimseye zarar vermeden atlatmaktayım. Bu benim için fazlasıyla sevindirici bir şey. Zararlarıma gelince, "hiçbir şey yapmamak, tamamen bomboş şeylerle uğraşmak, yapmam gereken tonlarca şey varken bunları elimin tersiyle itip olmadık işlere zaman ayırmam" vs. Bir nevi "depresyon havaları". Bu depresyon havalarını seven tek kişi ben değilim tabi ki, "Abuk bir günün Negatif tutanakları"nı hazırlayan topu topu iki kişiyiz. Biz bu havaları sevmeyeceğiz de kimler sevecek başka? Yalnız ikimiz de farklı yaşıyoruz bu havaları.
Ben bir yazı yazarken, her zaman Coldplay dinliyorum. Nedenini gerçekten bilmiyorum ama yazı yazmaya hazırlanırken, listeden seçtiğim tek Coldplay oluyor. Daha rahat hissettiriyor yazarken. Yazmak istediğim şeyleri, daha kolay aklımda sıralamamı sağlıyor. Bu gereksiz bir bilgi. Herkesin "gereksiz bilgileri" vardır, kendine özgü. Hatta herkesin bir sırrı vardır. Ben sırlarımı gelecek için saklıyorum. "Bir sırrı iki kişi biliyorsa, o sır değildir" sözüne inat, gelecekte, yazmak istediğim sırlarımı yazınca, iki kişi değil, binlerce kişiye anlatmak istiyorum. Binlerce de olmasına gerek yok, birkaç kişi olsa da olur. Önemli olan o değil. Önemli olan, o sırları anlatma fırsatını yakalayabilmek. Herkes "güzel bir şekilde sır anlatamaz". Bu sırlardan bile mahrumum aylardır. Nedeni çok basit, sır düşenecek halim bile yok. Öyle ki, koca yaz mevsimim evde bomboş oturarak, beklediğim bir şey olmadı diye kendi kendime yas tutmakla geçti. Sabahlara kadar oturdum, gecelere kadar dışarda sürttüm. Sabahlara kadar uyumadım. Ve o yaz mevsiminden arta kalan alışkanlıkla, hala daha sabaha kadar oturduğumda, sabahı "Ntv spor kanalındaki 7/10" adlı bir programla sonlandırıyorum. Bomboş bir program, en sevdiğim tarafı izlerken hiçbir şey düşünmemenizi sağlıyor. Hafta içi hergün yayınlanıyor saat 7'de başlayıp 10'da bitiyor. Spor programı dediysek bu ülkedeki tek spor dalı "futbol" üzerine genellikle. Ondan sonra "Trt spor kanalındaki Spor Manşet" programını izliyorum. O da 10:15'te başlayıp, 12:15'te bitiyor. Bu ülkedeki en güzel uyuşturucunun futbol olduğu gerçeğini geçtiğimiz yaz mevsiminde her Allah'ın günü defalarca deneyimleyerek yeniden öğrendim. Açıkçası hiç gocunmuyorum. Hala da arada izliyorum. Bazen düşünmemek iyi geliyor. Özellikle uyku tutmadığı vakitlerde. Aylardır, ülkede meydana gelen futbolla ve sporla ilgili ne varsa hepsini kazıdım beynime. Bir bilgi yarışmasına katılsam ve şu son 6 aylık zaman diliminden sorular sorsalar bilemeyeceğim soru yok. Onun dışında Football Manager oyunundaki kariyerime devam ettim. İspanya diyarından Villarreal adlı takımımla başarıdan başarıya koştuk. Nice futbolcular keşfedip, yetiştirdim. Hep beraber başarıdan başarıya koştuk. Çoğu emekli oldu, başka takımlara teknik direktör oldular, ben hala takımımın başındayım. Çok hüzünlü günlerdi. Arada şımarıp basına demeç verdikleri oluyor "Emrah hoca akıllı olsun, haftaya mağlubiyet tattıracağız" diye. Anında basıyorum demeci "Akıllı olun hepiniz! Alayınız benim elimde yetiştiniz. Sizin ciğerinizi biliyorum ben. Sizi bu günlere ben getirdim. Vefasızlık yapmayın!" diyerek ağızlarının payını veriyorum. Tabi 8-9 sezonda elde ettiğim başarılar sonunda, ki bunlara "la liga şampiyonlukları, UEFA kupası şampiyonlukları, Şampiyonlar Ligi Şampiyonlukları, Kıtalararası Şampiyonluklar" dahildir, en sonunda adıma 48.000 kişilik stad yaptılar. O anı hala unutamam. Gözlerim doldu resmen. Evet, benim geçirdiğim günlere özet niteliğinde küçük bir örnektir bu, nelerle uğraşıyorum, nelerle mutlu oluyorum....Ama yıllardır vazgeçemediğim tek şeydir şu Football Manager oyunu. Sanırım, 40-50 yaşlarına geldiğimde bile yine aynı heyecanla oynarım.
Bunların dışında, neredeyse 6 aydır tek bir kitap bile okumadığım gerçeği mevcut. Bu nasıl olur? Ben bu soruyu çok sordum kendime. Elime alıp okumaya çalıştığım çok kitap oldu, hepsini bir iki sayfa okuyup kenara koydum yine. Dediğim gibi, bu zamanlar benim en tehlikeli zamanlarım. En sevdiğim şeyleri bile yaptırtmıyorum kendime. Okumadan yazılmayacağı için de, hiçbir şey de yazamıyorum. Ama bunun da önüne geçtim, Sineklerin Tanrısı (Lord of the Flies)'nı okuyorum. Okurken düşündüğüm tek şey, ben bu kitabı okumak için neden bu kadar geç kaldım oldu. Sevdiceğim de olmasa kitap okumayı bile akıl edemeyeceğim. Yalnız kitabın baskısı bir acayip. Kitabın kapağında, kitap ismi olarak "İşte Bizim Dünya" yazıyor. Çevirmen ve yayınevi bu ismi kullanmayı tercih etmiş okuduğum kadarıyla. Güzel bir kitap. Eski muhteşem, hızlı ve kitapkurdu halime beni yeniden getirmesini temenni ediyorum.
Kitap, yazmak derken asıl konumuz şiir'e gelmeden olmaz. Zaten en başta belirtmiştim. Açıkçası, bu konu hakkında pek yazasım yoktu. Söylemek istediklerim bende kalsın diyordum da, fazla dayanamayacağım sanırım. Birileri konuşmalı bunu.
Benim doğup, yaşadığım ilçede (Manisa/Salihli), yıllardır süregelen bir etkinlik var. Şiir İkindileri adında. Birisi sonbaharda, birisi ilkbaharda olmak üzere yılda iki kere düzenleniyor. Bu yıl da, 46.sı düzenlendi. Yıllardır gidemiyordum. Her gitmek istediğimde, benden kaynaklı hep bir aksilik çıktı. Ya benim her zaman girmeye hükümlü olduğum sınavlar yüzünden gidemedim, ya da bambaşka sorunlar çıktı vs. Bu yıl da haftalar öncesinden ayarladım kendimi. Negatif Bey ile sözleşip gitmek için hazırlıklarımızı yaptık. Az çok hatırlıyorum, yıllar evvel ne şairler geldi, geçti bu etkinliğe. http://tr.wikipedia.org/wiki/Salihli_%C5%9Eiir_%C4%B0kindileri . Buradan da görebileceğiniz üzere, nice büyük isimler geldi geçti. Yıllar evvelden bir ikisine şahit olmuşluğum var. Benim aklımda kalan Şiir İkindileri, yıllar evvelindeki haliyleydi. Tadı damağımda kalan etkinlikler oldu. Önceleri fazlasıyla güzel bir etkinlikti bu Şiir İkindileri. Ve en güzel tarafı da, aralıksız bir şekilde yıllardır devam etmesi. Ama keşke o şekilde devam ettiğini görmüş olsaydım. Yıllardır aksamadan yapılan böyle güzel bir etkinlik, nasıl ayaklar altına alınabilir uzun yıllardan sonra tekrardan katıldığımda gördüm.
Bilmiyorum, çok büyük bir beklenti içerisine girmek gerekir mi böyle zamanlarda. Günlerdir kendime sorup duruyorum. Nice umutlarla gidip de, tamamen hayal kırıklıklarıyla döndüğüm bir etkinlik oldu. "Şiir" adını taşıyan bir etkinlikte, "şiir" namına hiçbir şeyin geçmemesi gerçekten üzücüydü. 8 tane şair vardı (bunların arasından bir tanesini ayırıyorum, onu dinlemek için de gitmiştik). Dionysos Şiir Ödülü'nü alan Nihat Behram ve Dionysos Sanata Emek Ödülü'nü alan Rutkay Aziz de vardı. İzmir'den, Manisa'dan otobüsler kaldırılarak insanların geldiği bir etkinlik bu. Belediye şehir tiyatrosu salonu hınca hınç dolu. İnsanlar şiir dinlemek için gelmişler. Ama koskoca salonda, şiirden çok "şair" vardı. Bizim ülkede böyle, "şiirden çok şair" barındıran bir memleketiz. 8 amatör şair üzerinde pek durmayacağım. Etkinlik öncesinde bize dağıtılan kitapta, şiirleri mevcut hepsinin. Şiir demeye bile dilim varmıyor. Özel şiir ödülünü alan Nihat Behram'a ise, söyleyecek bir şey bulamıyorum. Koca salonun, Nihat Behram şiirinin ne gibi tatlar aldığı hala kafamı kurcalıyor. Etkinlik arasında, o 20 dakikalık arada birkaç insanla konuştum. Nihat Behram'ı öve öve bitiremediler. Anlattıkça anlattılar "yok efendim, günlük konuşma dilini öyle güzel kullanıyor ki, güzelim şiirler yazıyor, şöyle yapıyor böyle yapıyor vs". Cevabım sadece şuydu;
"Peki, ama lütfen şuna cevap verin, bu şiirlerde imge nerede? Yaratılmaya çalışılan (ve haliyle başarılamayan) ÜSTDİL nerede?"
Kimse cevap veremedi. Tam tamına 4 saatlik bir işkenceye maruz kaldık Negatif Bey'le beraber. Benim anladığım tek şey, salonu dolduran insanların şiir dinlemek istemekten çok, "propaganda izlemeye" gelmiş olmalarıydı. Şu hayatımda en nefret ettiğim tek şey, politika, siyaset. Ve bu kımıl zararlısı şeylerin "edebiyat, şiir" gibi güzelim şeylere girmesinden, insanların zorla, bunları şiire edebiyata katmaya çalışmalarından ölesiye nefret ediyorum ki. Bunlar katıldığı zaman, yapılan, ortaya konan ürün "edebi bir eser"den öte, tamamen propaganda amaçlı bir ürün oluyor. Sağı-solu-dincisi alayı için söylüyorum bunu. Ve koca 4 saat boyunca şiirden çok, alt-alta sıralanmış devrik cümleler, imgesiz dizeler, ruhsuz, yüksek bir kürsüden aşağıdaki insanlara, kürsüye yumruk vura vura "yapmayacaksın!!!, yapacaksın!!!" türünde emirler yağdıran, bağıran çağıran saçmalıklar dinledik. Bu etkinliğe "İlhan Berk" gibi bir ŞAİR geldi vefat etmeden önce. Hiç mi utanmaz insan şiir/şair seçerken? Ben her zaman, şiirle ilgili konuştuğum zaman söylediğim şey şudur;
"Bu ülkede, şiir denilen şey, İkinci Yeniciler ve son zamanda da İsmet Özel'dir!"
Şiirde modernizm denilen şeyi yakalayabilmiş olan İkinci Yeniciler'dir. Yahya Kemal ile başlayan süreç, zannedildiğinin aksine Garipçiler'le değil, İkinci Yeniciler'le yakalanabilmiştir. Arada Nazım Hikmet'i hatırlatmakta fayda var ama onun da etkisi Yahya Kemal'in açıp çok az araladığı kapıyı birazcık açmaktan öteye gidememiştir, Garipçiler de biraz ötelemişse de tam başarıya ulaşamamış ve İkinci Yeniciler gelip noktayı koyarak Türk Şiiri'ni Modernist bir çizgiye tam anlamıyla taşımışlardır. İkinci Yenicilere zamanında savaş açan Attila İlhan ve her ne kadar sevmesem de, Yeraltı Şiirinin gözümde tek neferi olan Küçük İskender'i de burada anmakta fayda var. Bu adamlar Türk Şiirini işleyen ŞAİRLER. Bu şairlerin ortak noktaları şu ki hepsi, "gelenek"i bir şekilde özümsemişlerdir. Gelenekten kastım, "DİVAN ŞİİRİ". Moderni yakalamanın yolu, GELENEKTEN geçer. Hani birçoğumuzun burun kıvırdığı o Divan Edebiyatı, bu ülkede şair olmanın, en önemli basamağıdır. Elbette ki, bu divan şiiri tarzında yazmak değil. Divan şiirini hakkıyla okuyup bilgi birikim sağlamak. Divan Şiirine baktığımızda gerçekten de, dipsiz bir okyanustur imge konusunda. Özellikle Modernizmi yakalayan, İkinci Yeniciler'in hepsi Divan Edebiyatını hakkıyla özümsemiş insanlardır. Turgut Uyar'ın Divan'ınını burada özellikle belirtmekte fayda var. Türk Şiiri ve Modernizm konusunda bu ülkede yazılmış en sağlam kitap olarak Hasan Bülent Kahraman - Türk Şiiri - Modernizm - Şiir adlı kitabına iyice bakmakta fayda var. Ve tabi ki benim için, 80 sonrası en önemli şair olan İsmet Özel ise bambaşka boyutlara taşımıştır şiirimizi. Beğenen beğenmeyen herkes için söylüyorum. İsmet Özel'in kişiliği her nedense herkes tarafından sevilmese de (evet benim de ara ara ne diyor bu adam yahu! dediğim oluyor), İsmet Özel şiiri bundan yüzlerce sene sonrasında kalabilecek nadir şiirler arasında olacaktır. Onun dışında, günümüzde şairim diye ortalıkta dolanan, şiir yazan ama şiir konusunda "teorik bilgi" eksikliğinin altında ezilmekten dümdüz olan ama bu dümdüzeliğinin farkında olmayan nice insan var ki. Bir de bunlara çanak tutup pohpohlayan kesim var. Onların durumu daha vahim. Ben hiçbir şekilde, amatör şekilde şiirle uğraşıp kendi halinde bir şeyler yazmaya çalışanlara bir şey diyemiyorum. O bambaşka bir durum. Benim en çok kızdığım durum, henüz "şiir" nedir tam olarak kavrayamayan, sözcük sıralama becerisi olup da teorik bilgi anlamında yerlerde sürünen insanların, bu şekilde sahnelere çıkıp da, iki üç şiirini okuduktan sonra evet ben şu kadardır şiir yazıyorum vs demesi ve insanların bunları alkışlaması.
Yalan yok, her Türk genci gibi, benim de arada karaladığım şeyler oldu. Şey diyorum, çünkü onların başka adlandırması yok. Zamanında akla gelen birkaç sözcüğün alt alta sıralanmasından ibaret şeylerdi. Ara ara çevremden birkaç kişi de okudu beğendi çok güzelmiş dedi. Çok sevinmiştim, birazcık da umut doluydum ama, ne zaman ki tam anlamıyla şiiri anlamaya başladım. O koca yüksek duvarlar misali işin teorik boyutları yüzüme çarpınca ve büyük şairlerin şiirlerini "tam anlamıyla okuma"ya başlayınca, umudumu anında kendi ellerimle tükettim. Şair olmak, şiir yazmak başlı başına bilgi-birikim ve beceri işiydi. Şu saatten sonra da, şiir konusunda herhangi bir çabam olmaz. Bunun yerine de, şiir gibi çok ciddi bir konuda söylenmeyenleri dile getirmekte ısrarcıyım. Özellikle, sözcükleri alt alta dizmeyi şiir yazmak olarak gören insanlara aslında en büyük zararı veren pohpohlayıcılara karşı. Çok önceleri, Abuk Bir Günün Negatif Tutanakları adlı blogumuzda Negatif Bey'le gizlice başlattığımız bu kalem savaşını gerçek meydanlara taşımaya karar verdim. Bundan sonra, şiirimsiler ve şairimsiler karşısında susmak yok.
Günlerdir, katılmaktan bin bir pişmanlık duyduğum şiir ikindileri yüzünden perişan haldeyim. Kendi kendime kahroluyorum. Kahroluyoruz. Bir de işin en acıklı tarafı da, Şiir İkindileri'ne katılan şairlerin toptan Kars'lı olması. Şiir İkindileri'ni düzenlenmesinden sorumlu şahsın da Karslı olmasını öğrenince işin vahim tarafı su yüzüne çıkıyor. Karslı olmaya değil bu söylediklerim. Türkiye'nin dört bir tarafında düzenlenen böyle etkinliklerde/ödüllerde "al gülüm, ver gülüm" ilişkisi. Ahbaplık ilişkisi, çıkar ilişkisi, "aynı şeyin şeyiyiz" ilişkisi yüzünden şiir, hikaye, roman denilen ürünlerimiz yerlerde sürükleniyor. Ortadaki üründen çok, "bizim kafadanlık" devreye girince, o düzenlenen etkinliğin/ödülün hangi ciddi bir tarafından bahsedelim?? Nihat Behram'a tekrardan dönersek, 5-6 tane şiirini okudu. Sayısını hatırlamıyorum. Çünkü şiirini dinleyemedim. Nazım Hikmet gibi yumruğunu kürsüye vururmuşçasına söylenmeye çalışılan düşünceler, bağırırcasına, haykırırcasına söylem çabaları, imgeden, derinlikten yoksun alt alta sıralanmış devrik cümleler, akla o anda gelmiş havası yaratan ve olduğu gibi bırakılan sıralı sözcükler ve tabi şiire yoğun bir şekilde katılan siyaset. Çok güzel çabalar fakat Nazım Hikmet'in ucundan kıyısından bile geçemeyen şiirimsiler. Nazım Hikmet'in birkaç şiiri dışında çok sevmesem de, şiirlerinde öyle bir dil kullanıyor ki, şiirine katmak istediği siyaseti öyle güzelce yediriyor ki şiirine hakkını veririm her zaman. Çok ayrı bir yerdedir dediğim gibi sevmesem de. Ama Nihat Behram? Öncüllerini taklitten öteye gidemeyen şiirimsileriyle, haykırmaları ve şiirimsilerini okurkenki ekstaz halleri yordu bizi. Ve bir de ödül aldı. Hayırlı uğurlu olsun. Hayrını görsün. Bizim ülkenin gerçeği böyle işte, edebiyat ödülleri bile "aynı kafadanlık" üzerine veriliyor. Gözlerimizle de gördük etkinlik arasındaki o 20 dakika içerisinde. İnsanların çoğu Nihat Behram'ın şairliğinden çok "çok iyi solculuğu" üzerine övgüler dizdi. Başka tarafa gidin başka bir ödül de "çok iyi milliyetçi" veya "çok iyi bir dindar" olmak üzerine verilir. Bunun dışında, ortaya konulan "ürün"lere kimse bakmaya tenezzül etmez. Oysa baktığınızda nice solcu, sağcı, kemalist, dindar vs şair vardır ki çoğu kesim tarafından dışlanan. Bak yazdıkça bunaldım yine, darlandım çok. Böyle sağdan soldan önden arkadan geliyorlar bana....
Bu kadar laf kalabalığının özü şudur ki, benim bu bomboşlukluğumdan kurtulma zamanım gelmiş de geçiyor bile. 6 aydır öyle bir haldeyim ki, sevgilim artık beni "Oblomov Salihli Şubesi" diye çağırıyor. Bir Oblomov olmanın dayanılmaz ağırlığı altında ezilebilecek kadar da değerli bir insan değilim oysa ki. Evet, bu vakit silkinmenin vaktidir. Oblomov'luktan sıkıldım. Ciddi anlamda sıkıldım. Şöyle içimdekileri döktüm, arındım paklandım. Bu şiir mevzusu mahvetti beni.
Artık, okuyayım, yazayım, bir şeyler yapayım istiyorum. Çok istiyorum. Delicesine istiyorum. Bomboş şeylerle vakit öldürmekten çok sıkıldım. Ve beni, Sineklerin Tanrısı bekler. Çocuklar hiç de masum değildir konulu düşüncelere dalıp gideyim. Aslında bundan da bahsetmek istiyordum ben. Küçük çocuklara, bebeklere bakınca, olanca masumluklarına kıyamıyor insan. Nasıl kıyabilir bir insan bunlara, nasıl vurabilir, nasıl üzebilir diye düşünüyorum. Sonra da, büyüdüklerinde, bugünkü canavarlardan hiçbir farklarının olmayacağını düşünüyorum. Çünkü etraflarında hep canavarlar var. Nasıl etkilenip özelliklerini almasınlar? Onlara "hayatı, güzellikleri, iyileri, doğruları, edebiyatı, şiiri, insanlığı" öğretecek olan bugünkü insanlar çok mu doğru yaşıyorlar? Çok mu doğru şekilde aktaracaklar "şiirleri" çocuklara? Hiç umudum yok. Ama en azından, aralara girip, "şiir nedir" diye öğreterek başlayabilirim/başlayabiliriz....
Bitirmeden, 27 yaş üzerine çok düşünüyorum bu günlerde. 27 yaşında ölüp giden insanları. Bu 27'de cidden bir sorun var. Ben de adım adım yaklaşmaktayım ve cidden dünya olduğundan çok daha pis bir yer haline gelmeye başladı gözümde. 27'ye kadar neler olur bilemiyorum. Ama, tutup da pisliğinden içinden kendimi çekip alacak değilim. Pisliğin içinden kurtarabildiklerimi, gelecekteki çocukları kurtarabilmeyi diliyorum sadece...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)