Sayfalar

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Ulu Işık Her Daim Kırmızı Yanar

Bu fotoğraftaki "Ulu Işık". Önemi, bizim için değeri ölçülemeyecek kadar çok.

Bir şekliyle de, hayatlarımızın nasıl da anlayamadığımız bir hızda değiştiğinin de göstergesi.

Bu "ulu ışık" daha birkaç ay öncesine kadar, yıllardır durduğu köşede dururken, bir gün, bulunduğu kavşağa yol çalışmaları için gelen işçiler tarafından sökülüp, belirsizliğe doğru yolculuğa çıktı. O gün bugündür gören eden yok. Kavşaktaki ışıkları kaldırdılar, yerlerine kavşağın ortasına dönerli yol yaptılar. İşin ilginç tarafıysa, yıllardır kavşakta bulunan, ve amacı trafiğe yön vermek olan ışıkların 7/24 çalışmamasıydı. Yani şu fotoğrafta görülen trafik lambası (ki biz ona ulu ışık diyoruz) ne zaman önünden geçsek (gündüz ya da gece) hep kırmızı yanıyordu.


Bizi yıllarca, ulu ışığın altında saatlerce süren konuşmalara alet edip kandırdılar. Bize hep kırmızı ışığı da gösterdiler. Biz de hep o kırmızı ışığa aldanıp, ışığın altında bekleyip saatlerce konuştuk. Sanki, ışık bizim geçip gitmemizi istemiyor da, biraz gölgemde soluklanın bir hele, biraz kendinize bakın telaş içinde geçip gitmektense deyip bizi bekliyor gibi gelirdi.

Yıllarca o kırmızı ışığın altında, biz içimizdekileri döktük caddelere, arabalara, binalara, insanlara...

Yıllar sonra, bir gün, aniden, yani bizi fazlasıyla alıştırdıktan sonra, ışıkları kaldırıp kayboldular ortadan.

Elimizde birkaç fotoğraf kaldı. Birkaç o günlere dair anı. Neden bilmiyorum ama, bu halsizliğimi ulu ışığımızı ortadan kaldırıp yokolmalarına bağlayasım geliyor. Kavşaktan geçerken kendi kendime de soruyorum bazen "Ne hakkınız vardı da bizden habersiz alıp götürdünüz ışığımızı?" diye.

Bu soruyu sorduktan takriben 5-10 saniye sonra aklıma geliyor hemen;
"Bizden habersiz ışıkları getirip diktiler köşelere. Biz geçerken de hep kırmızı ışığı yaktılar. Biz de aldandık, kendimizden bir parçaymış gibi belledik. İçimi döktük bıkmadan. En sonunda, dökecek hiçbir şeyimiz kalmadıktan sonra yani, tıpkı ilk başta bize haber vermeden, tamamen bizi savunmasız yakalamak için habersiz bir şekilde diktikleri ışıkları, bir gece aniden, apar topar kaldırıp yokoldular.

Olan bize oldu, ışıkların yokluğunu farkettiğimiz anda. Yine savunmasız yakalatmıştık kendimizi. Ağızlarımız bir karış açık bir şekilde, döküp tükettiğimiz içimizdekilerin nerelerde olduğunu bile hatırlayamadan, ulu bir şey addettiğimiz "şey"in yokluğuyla hüzünlerimizi daha da derinleştirmek için apar topar hazırlıklara girişiyorduk.

Bu hazırlıklara girişirken de, aklımıza ilk gelenler arasında, her insanın kendisine bıkıp durmadan eskiyip giden şeylerin ardından birer yeni şeyler araması misali, yeni bir ulu ışık bulabilir miyiz acaba sorusu geliyordu. Bir saniye içinde hızla geçip giden bu soru sonrasında, açıkçası pek de üzerinde durmuyorduk. Önemli olan yeni meselesi değildi belki, ama şundan emindik, "bir şekilde bizim olduğumuz yerde hep bir sürekli kırmızı yanan ulu ışık olur".

Ulu Işık ismi, yazılanlar anlamsız gelebilir, hayatında hiçbir zaman ulu ışık görmemiş insanlar da olabilir. Bu ihtimalleri de düşünmek lazım. Ama, insanlar şunu unutmamalı ki; ulu ışık dediğin her daim kırmızı yanar. sarı ya da yeşil (bu en tehlikeli aşamasıdır, bir nevi çektir git demektir bu) yandığında, artık daha fazla nefes alamayacağının farkına varmalısın. Oysa kırmızı öyle değil. "Dur!" ihtarının hiç böyle güzel olabileceğini tahmin etmezdim ben. Ama durmak, şu hayatta yapılması gerekenler listesinin ilk sırasına alınması gerekir.

Ne güzel de başlamıştır İsmet Özel "Waldo Sen Neden Burada Değilsin" kitabına. O cümleleri ilk okuduğumda, bir kitabın ilk cümlelerinin ne kadar da hayati bir önem taşığını farkettim ben. Saniyeler içerisinde, kelimeler akıp gittikten sonra, dakikalarca yerime mıhlayıp bırakan, beni dur!duran sözcüklerdi.

"Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır. Doğan bebek havanın ciğerlerine olan saldırısının verdiği acıyla haykırır. Soğuk saldırır bize, sıcak saldırır. Açlığın, hastalığın, korkunun saldırılarını savuşturma yoluyla yaşarız, hayatta kalırız. yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir. Bir gün son nefesimizi verdiğimizde bize yapılan ilk saldırıyı tamamen püskürtmüş oluruz. Savaş bitmiştir."

Hiç olmadık zamanlarda, savunmasız bir şekilde kandırılmak iyidir. Hiç ummayacağınız dünyaların kapılarını açıverir. Sonra da, en beklenmedik bir zamanda, döküp durduğunuz onca şeyi de alarak yokolup giderler. Koskoca kavşağın ortasında bir tane bile ışık bırakmayacak kadar cimri oldukları için, siz hala o ilk günkü, kırmızı ışığın altında, ışığı ilk gördüğünüz anda ağzınız açık bir şekilde ne yapacağınıza karar veremediğiniz andaki şaşkınlığınızla kalırken, içinize de yavaştan ağır bir sıkıntı çöreklenmeye başlar. İşte benim en başından beri bahsetmek için didinip durduğum sıkıntı da bu. Çöreklenmiş sıkıntı.

1 yorum:

köydenindimşehire dedi ki...

Çok etkileyici, tebrikler.