İki haftayı geçkin bir süredir yokum. Şu son birkaç gündür de, ne televizyon izleyesim ne de internete giresim var. Kazara gözüm ilişse birkaç saniyelik görüntü ya da ses beni yerden yere vurmaya yetiyor ya da midemi ayağa kaldırmaya.
Oysa iki hafta önce, yaşadıklarım, şahit olduklarımı gelip güzelce anlatmayı düşünüyordum. Yine bir yağmur altında, anahtarsız, parasız, cep telefonsuz yetişmeye çalışılan bir ÜDS atlattım. Tabi sınava yetişmeden önce, İzmir'de delicesine yağan yağmura bakıp da, şemsiye alsam mı almasam mı çelişkisi de var yoğun şekilde yaşadığım. Alt tarafı şemsiye diye düşünüyor insan, niye çelişkiye düşüyorsun ki diye gelebilir insanın aklına. Ama kazın ayağı öyle değil, sağolsun ÖSYM, yaptığı sınavlara girişte hiçbir eşyaya izin vermediği için, sağanak yağmurda bile insan şemsiye almaya korkuyor yanına. Bu çelişki sonrasında, ıslanıp tam 3 saat boyunca ıslak ıslak sınavda oturmaktansa, yanıma şemsiye alıp öyle çıktım. Kapıda da bıraktım sonu ne olur diye düşünmekten kendimi alamadım haliyle. Şemsiye de arkadaşın, kaybolsa ne hesap vereceksin falan filan. Bu sınav saçmalığını bir şekilde atlattım çok ıslanmadan. Geçen yıllarda nisan ayında Negatif Bey ile beraber girdiğimiz bir ÜDS vardı ki, ikimiz de cımcılık bir şekilde girdik sınava. Sınav çıkışı da artık donumuza kadar ıslandığımızdan, ıslanmamızı umursamadan eve doğru yol aldık. 3 saat boyunca donunuza kadar ıslak bir şekilde sınava girmiş olmayanlarınız varsa, bir tık kadar uzağınızdayım, her türlü deneyimimi paylaşabilirim.
Sınav sonrası, Pazartesi günü, sevgili sevdicek insanıyla beraber, günler öncesinde planladığımız Biga tatili için buluştuk. Ben asıl bu Biga' ya giderken, Biga'da kaldığımız bir hafta boyunca yaşadıklarımız üzerine bir sürü şey anlatacaktım. 7 saat sürmesi gereken yolun, tam 8.5 saat sürmesi, otobüste başımıza gelenler...Yolda, 2 yolcunun binip, şoförü dolandırıp yarı yolda otobüsten inip kayıplara karışması ve bizim o 2 yolcuyu tam 45 dakika yolun kenarında yağmurda beklememiz (burada hemen bilgi vereyim. Yolda otobüse binen yolcular yol işçileriymiş, inecekleri yerde şantiye ustasının paralarını vereceğini söyleyip binmişler, inip kaçtı adamlar. Sonra ne gelen oldu ne de giden). Otobüste sürekli yer değiştiren yolcular ve yolculara atar yapan şoför...
Bir hafta kaldığımız Biga'da, sevdiceğimin arkadaşının, ev arkadaşları ve arkadaşlarının 1990 ve sonrasında doğan insanlar olması, ve bu nesil üzerine yaptığım mikkemmel gözlemler. Devrin nereden ne hallere geldiği. Sevdiceğimi gecenin bir yarısı hastaneye kaldırmamız, hastane öncesi, hastaneye giderken, hastanede ve sonrasında yaşadıklarımız...Bunların hepsini yazacaktım. En komik ayrıntılarına kadar aklımdaydı hepsi, döndüğümde bir bir yazmayı planlıyordum bunları...Çok güzel bir şekilde bir hafta geçirmiştim oysa ki...
Geçen hafta pazartesi geri döndüm. Birkaç gün boyunca ağır grip olduğumdan yataktan kalkamaz bir haldeydim. Çarşamba günü kendime geldim biraz. Uyanır uyanmaz 24 şehit haberini duydum. Ölen gencecik insanlar birkaç gün çıkmadı aklımdan. 1984 yılından beri, olan hep bu gencecik insanlara oluyor. Hala da olmaya devam ediyor. Haberlerde özellikle dikkat ediyorum, şehit haberlerinde, şehit ailesinin evini gösteriyor, ne bir villa, ne bir lüks apartman dairesi vs. Ya bir köyde, kasabada, ya da bir şehrin varoş semtlerinde bir ev. Şu yaşıma kadar bir tane bile bunun aksini ispatlayacak bir görüntü görmedim. Şu şehit aile evleri bile sanırım çok fazla şey anlatıyor insanlara, ciddi anlamda bakıp düşündüğünüz zaman. Sonrasında, söylenenler tipik, bildiğimiz şeylerdi yüksek kademelerden. İşin medya boyutundaysa, saçmasapan bir kavga başladı, "yayını durdurdular/durdurmadılar" üzerine. Gencecik 24 insan ölüp gitmiş, bazı kesim hala bunun üzerinden prim derdinde. Sonrasında sağda solda, yazılıp çizilenler...Ne haberlere bakmaya ne de internete girip de ne yazılmış ne çizilmiş demeye tahammül edecek halim yoktu. Hep böyle oldu, bu olay birkaç gün konuşulacak sonra yine eski yaşamına dönecek insanlar. Bunun tarihini hep hatırlamak adına not düşeyim buraya 19 Ekim 2011
Sonra da, 23 Ekim 2011 tarihinde sabah uyandım, kahvatı yaptım sigaramı içtim derken, öğleden sonra Van Depremi haberiyle yıkıldı ortalık. İki gündür 300'e yakın ölü olduğundan, artacağından bahsediliyor. İki gündür de hiçbir şey yapamadım. Sadece dün bir arkadaşımın düğününe gittim. Bugün de, bir saat kadar haberleri izledim. Neler neler gördüm, nelere şahit oldum o bir saat içinde. İnternete göz attım, şu berbat günlerde bile bazı insanların çıkıp da insanın midesini ayağa kaldıracak şeyleri söylemeye cesaret edebildiklerine şahit olup, yine onlar adına insanlığımdan utandığım bir gün oldu. Neler neler yok ki...Birileri çıkıp "oh oldu, güzel oldu, zamanında askere polise ateş açıp, taş attığınız zamanlar vardı. Şimdi de size ilk yardım eden askerdi, polisti" gibilerinden bir şeyler zırvaladı. Ulan insanlar ölmüş yok yere. Hala neyin derdindesin sen? Bir başka insan demeye bin şahit isteyen yaratık da "gelen yardımlar için teşekkür edip, bu yardımlarda kardeşlik kokusu var, kardeşlik selamı var" diye saçmaladı. Ulan siz yıllardır gözlerinizi, kulaklarınızı kapatıp, o kokulara burnunuzu tıkıyorsunuz da, insanlar arasında hep bir kardeşlik var. Edirne'sinden Ardahan'ına kadar herhangi bir yerde bir doğal felaket olsa akın akın yardım ediyor insanlar, ırkını cinsini ayırmadan. Hala neyin derdindesiniz siz? İnsanlar şu Van'daki deprem olduğu andan itibaren, yazlıklarını, evlerini açıyor açıkta kalanlara. Ölen, yaralanan, belki de hala enkaz altında kalan bir sürü insan var. Dua ediyorum duyduğum ilk andan itibaren, yüreğim sızlayarak takip ediyorum birileri kurtuldu mu acaba diye. Yardım yapan yerleri araştırıyorum saatlerdir.
Aylar önce, Japonya neler yaşadı. Gelmeyen şeyler kalmadı ülkenin başına. Şimdi de biz yaşıyoruz bir haftadır. Terör belası yıllardır var, ama onun üzerine gelen Van Depremi de felç etti insanları. En berbat tarafı da kışın geliyor olması. Bakıyorum, kağıt gibi yıkılan evler. İnsanlığına tükürme isteği uyanıyor bazılarının, içimde daha da çok. Rahat ediyor musunuz şimdi cidden? Şu ölümüne sebep olduğunuz insanları gördükçe? Zamanında çaldığınız demirin, çimentonun, çeliğin vs'nin tadını çıkarabiliyor musun ağız tadıyla. Her yaşadığımız depremde böyle lanetler olsun. Bizi deprem öldürmüyor, bizi binalar öldürüyor hep. En küçük bir sallantıda yüreğimiz ağzımıza geliyor, hacıyatmaz gibi sallanan binaların içinde. Gidip geliyoruz. Arkadaş hiç mi ders almazsınız! Hiç mi insanlık yok içinizde. Katili olduğunuz insanlar arttıkça nasıl yaşayabiliyorsunuz gönül rahatlığıyla, hiç mi sızlamıyor yüreğiniz. Allah hepinizin belasını versin. Ne diyeyim?
Hiçbir şey yazmaya halim de yok. Günlerdir ne televizyonu açabiliyorum ne de internete girip bir şeyler okuyabiliyorum. Günlerdir birilerine üzülüyorum, yüreğim parçalanıyor, birilerine de ağız dolusu küfürler ediyorum. Bunlar olurken de, birileri olaylar üzerinden saçmasapan kavgalar etmeye, olmadık şeyleri tartışmaya devam ediyor. Ulan insanlar ölüyor, insanlar. Şu hayattaki temel hak olan "yaşama hakkı"nı kaybediyor insanlar. Katiller yüzünden. Doğrudan ve dolaylı katiller var. Her türlüsünün becerebildiği tek şey insanlığı ayaklar altına almak. Sonrasında yaşanılan şeyler, daha berbat, fazlasıyla mide bulandırıcı. Gördükçe, duydukça her birini gördükçe günlerdir, ne bir şey yazasım, ne birilerine bir şeyler anlatasım, ne de herhangi bir şey yapasım geliyor. Buna sebep olanların Allah hepsinin cezasını versin. Tek diyebildiğim şey bu. Şimdi ben yine gideyim. Günlerce olmayacağım yine.
25 Ekim 2011 Salı
7 Ekim 2011 Cuma
Turuncu Gökyüzü
Ben turuncu rengi neden bu kadar çok seviyorum, bana yeniden hatırlatmış olan güzel bir şarkıdır. Dinlen dinlen, dinle. Her yer, gökyüzünden başlayarak turuncu olsun ulan!Yeşilsiz turuncu da olmaz. Yeşili de alırım yanıma, oh mis.
5 Ekim 2011 Çarşamba
İlkokul Resim Manzaralı "Erdal Bakkal"
(Çay Erdal Bakkal'da içilir! Erdal Bakkal! Erdal Bakkal! Erdal Bakkal)
Bu aralar, Leyla ile Mecnun adlı diziyle gülüyorum. Keyfim yerine geliyor. Pazartesi günlerini iple çeker haldeyim. "Olaylar olaylar" diye gezinen bir İsmail Abi olsun, "patavatsızlık"rekorları kıran, insanı çilelerden çilelere sürükleyen lanet "Erdal Bakkal" karakterlerinin haftalık yeni macarelarını bekler haldeyim.
Dizideki Mecnun ve Leyla'nın absürd sebepler yüzünden bir türlü kavuşamamaları zaten umrumda değil (adı üzerinde, kavuşabilseler adı "leyla ile mecnun" olur mu?). O hikaye zaten su üstünde kalan parça. Asıl hikayeler, bir İsmail Abi olsun, bir lanet "Erdal Bakkal" olsun, bunlarda. Yavuz falan da var işte. Kısaca beğendiğim, hatta kahkahalar atarak izlediğim "absürd komedi" cinsinden mükemmel bir dizi.
İşte, bu dizide öyle kareler yakalıyorum ki bazen, gülmekten beter ediyor beni bu gördüklerim. Şimdi bu yukarıdaki fotoğrafta ise, bir bölümde Yavuz (hırsızdır kendisi), Leylaların evinden pahalı bir tabloyu çalar, bu resmi çaldıktan sonra, yerine şu gördüğünüz arkadaki resmi bırakıp gitmiştir. Kimse de bu resim ne zaman geldi bize, ne bu diye sormaz. O resmi de, biz, Erdal Bakkal'ın Leylaların evine geldiğinde işte bu karede görürüz. Yemek yerken, az daha boğulmama neden oluyordu.
Bu aralar, Leyla ile Mecnun adlı diziyle gülüyorum. Keyfim yerine geliyor. Pazartesi günlerini iple çeker haldeyim. "Olaylar olaylar" diye gezinen bir İsmail Abi olsun, "patavatsızlık"rekorları kıran, insanı çilelerden çilelere sürükleyen lanet "Erdal Bakkal" karakterlerinin haftalık yeni macarelarını bekler haldeyim.
Dizideki Mecnun ve Leyla'nın absürd sebepler yüzünden bir türlü kavuşamamaları zaten umrumda değil (adı üzerinde, kavuşabilseler adı "leyla ile mecnun" olur mu?). O hikaye zaten su üstünde kalan parça. Asıl hikayeler, bir İsmail Abi olsun, bir lanet "Erdal Bakkal" olsun, bunlarda. Yavuz falan da var işte. Kısaca beğendiğim, hatta kahkahalar atarak izlediğim "absürd komedi" cinsinden mükemmel bir dizi.
İşte, bu dizide öyle kareler yakalıyorum ki bazen, gülmekten beter ediyor beni bu gördüklerim. Şimdi bu yukarıdaki fotoğrafta ise, bir bölümde Yavuz (hırsızdır kendisi), Leylaların evinden pahalı bir tabloyu çalar, bu resmi çaldıktan sonra, yerine şu gördüğünüz arkadaki resmi bırakıp gitmiştir. Kimse de bu resim ne zaman geldi bize, ne bu diye sormaz. O resmi de, biz, Erdal Bakkal'ın Leylaların evine geldiğinde işte bu karede görürüz. Yemek yerken, az daha boğulmama neden oluyordu.
2 Ekim 2011 Pazar
Bir kazanç kapısı olarak "Yazarlık Kursları"
Kaç zamandır düşünüyorum, düşünüyorum, bir türlü mantıklı bir açıklama getiremedim kendi kendime. Şu son günlerde iyice artan "yazarlık kursları"nı anlamlandıramıyorum bir türlü. Bir de insanlar, bu kurslara deli gibi para akıtıyor.
Başka bir adlandırması da var; "Yaratıcı Yazarlık"! Ben ömrümde böylesine saçma bir isim görmedim. Yazar dediğin insan zaten, "yaratcılığı" içerisinde barındırır. Yazdığı hikayesinde, romanında, şiirinde yeni dünyalar yaratır. Dünya derken de, tamamen "kurmaca bir dünya". Haliyle, yazarın önüne "yaratıcı" ismini getirince, "ultra brutal grind core" tadında bir hava yakalıyoruz sanırım.
İnsan bu kursları duyunca da cidden beklenti içerisine giriyor. Bakıyorum bakıyorum, hiç öyle ahım şahım bir yazar da çıkaramadı bu kurslar sanırım. Cidden, bu kurslara deli gibi para akıtıp da; kursu bitiren insanlar en sonunda "yazar" olabiliyorlar mı? Çok merak içerisindeyim. Resmen dert ettim kendime bunu. Şayet ki, bitirip de iyi, beğenilen bir yazar varsa benim duymadığım, beni uyarın! Ben de bu yazımı yiyeyim keyifle. Hiç de gocunmam.
Ama düşündükçe, eğleniyorum. Düşünsenize;
Ders: Yaratıcı Yazarlık
Konu: Hayal Dünyasını Geliştirmek
Süre: 1.5 saat
Kurstaki öğretmen tadındaki yazar şöyle sesleniyor sınıftakilere;
-"Evet arkadaşlar. Bugünkü dersimizde, hayal dünyamızın sınırlarını zorlayacağız. Başlangıç olarak da, Kendinizi okyanusta bir balık olarak hayal etmenizi ve okyanustaki maceralarınızı yazmanızı istiyorum. Süreniz 1.5 saat. Bu ders süresince bir yazı bekliyorum sizden."
Bu ders sırasında, koca felli insanların dillerini dışarıya çıkararak da kalemi ısırarak düşünme maceralarını hayal ediyorum. Çok zevkli. Ha, ama böyle bir ders, çocuklar fazlasıyla yararlı bir ders olur. Bunu da hatırlatmakta, hakkını vermekte fayda var çocuklar üzerinde. Onlar yeter ki kendi sınırsız hayal dünyalarını böylesine hür bir şekilde anlatmaya teşvik edilsinler. Ne cevherler çıkıyor o zaman. Ama işte, yaşlı başlı insanların, "ben yazar olacam yeeaa" deyip de bu kurslara koşup da deli gibi para akıtması komiğime gidiyor cidden. Bizim büyük yazarlarımız, ya da hadi ortalama yazarlarımız da diyelim, böyle kurslarda falan yazar olmadı. Çünkü; "Okumadan yazılmaz!" Okudukça, biriktikçe, taştıkça yazabilirsiniz. Yoksa istediğiniz kadar kıvranın, nafile.
Başka bir adlandırması da var; "Yaratıcı Yazarlık"! Ben ömrümde böylesine saçma bir isim görmedim. Yazar dediğin insan zaten, "yaratcılığı" içerisinde barındırır. Yazdığı hikayesinde, romanında, şiirinde yeni dünyalar yaratır. Dünya derken de, tamamen "kurmaca bir dünya". Haliyle, yazarın önüne "yaratıcı" ismini getirince, "ultra brutal grind core" tadında bir hava yakalıyoruz sanırım.
İnsan bu kursları duyunca da cidden beklenti içerisine giriyor. Bakıyorum bakıyorum, hiç öyle ahım şahım bir yazar da çıkaramadı bu kurslar sanırım. Cidden, bu kurslara deli gibi para akıtıp da; kursu bitiren insanlar en sonunda "yazar" olabiliyorlar mı? Çok merak içerisindeyim. Resmen dert ettim kendime bunu. Şayet ki, bitirip de iyi, beğenilen bir yazar varsa benim duymadığım, beni uyarın! Ben de bu yazımı yiyeyim keyifle. Hiç de gocunmam.
Ama düşündükçe, eğleniyorum. Düşünsenize;
Ders: Yaratıcı Yazarlık
Konu: Hayal Dünyasını Geliştirmek
Süre: 1.5 saat
Kurstaki öğretmen tadındaki yazar şöyle sesleniyor sınıftakilere;
-"Evet arkadaşlar. Bugünkü dersimizde, hayal dünyamızın sınırlarını zorlayacağız. Başlangıç olarak da, Kendinizi okyanusta bir balık olarak hayal etmenizi ve okyanustaki maceralarınızı yazmanızı istiyorum. Süreniz 1.5 saat. Bu ders süresince bir yazı bekliyorum sizden."
Bu ders sırasında, koca felli insanların dillerini dışarıya çıkararak da kalemi ısırarak düşünme maceralarını hayal ediyorum. Çok zevkli. Ha, ama böyle bir ders, çocuklar fazlasıyla yararlı bir ders olur. Bunu da hatırlatmakta, hakkını vermekte fayda var çocuklar üzerinde. Onlar yeter ki kendi sınırsız hayal dünyalarını böylesine hür bir şekilde anlatmaya teşvik edilsinler. Ne cevherler çıkıyor o zaman. Ama işte, yaşlı başlı insanların, "ben yazar olacam yeeaa" deyip de bu kurslara koşup da deli gibi para akıtması komiğime gidiyor cidden. Bizim büyük yazarlarımız, ya da hadi ortalama yazarlarımız da diyelim, böyle kurslarda falan yazar olmadı. Çünkü; "Okumadan yazılmaz!" Okudukça, biriktikçe, taştıkça yazabilirsiniz. Yoksa istediğiniz kadar kıvranın, nafile.
1 Ekim 2011 Cumartesi
Zümrüd-ü Anka'nın İki Kanadı
Kafam çok karışık. Daha önce hiç karışık olmadığı kadar karışık hem de. Aslında buna karışıklık da denemez (bir önceki yazdığım cümleyi bu cümlemle silip süpürmüş oluyorum), resmen içimin bir şey tarafından sıkılıp, unufak edilecek şekle getirildiğini hissediyorum. Çok isterdim şöyle, Oray Eğin insanı gibi ağzımı yaya yaya Amerikan (American English ve aynı zamanda 3 sene Deutsch eğitimi almış bir insanım ortaokuldayken, bana asrtistlik yaptırtmayın) aksanlı Türkçe'mle ahkamlar keseyim. Ama işte, kahrolsun ki benim hamurumu şu yere batasıca "doğu" unuyla yoğurdukları için, bir türlü "aşağılık kompleksi"nden sıyrılamıyorum (ne kadar anlamsız konuşuyorum değil mi? ama ne anlatmak isteyeceğimi beni az çok tanımış olanlar anladı birazcık, yani, öyle umuyorum). Şu, sefilleri oynayan "doğu", bir türlü yakamdan düşmek bilmeyen "islam" coğrafyası bitmiyor arkadaş. Ben bu topraklarda harcanacak adam mıydım azizim? Ne güzel, Frenk diyarında doğmak vardı. Birkaç Fransızca beylik sözle kendimi adamdan saydırabilirdim. Ya da, birkaç modern kavramı her cümlemde kullanıp (kullandığım kavramın anlamını bile bilmeme gerek yok, maksat bir şeyler biliyorum ayağına yatmak burada) karşımdaki insana, "hah, sen de bir şey misin? senin gibilerini kullandığım şu birkaç kavramla cebimden çıkarırım ben" artistliği yapabilirdim. Ah ki ne ah! Talihsizliğim bu benim. Böylesine berbat bir coğrafyada dünyaya geldim.
Daha yeni düşünceler değildir yukarıda saydıklarım. 1839 yılından (Tanzimat Fermanı) bu yana, bu coğrafyanın yüzünü tamamen batıya dönmesi sonucu ortaya çıkan "fikirlerin" ürünleridir. Neredeyse 200 yıllık bir süreç içerisinde ne hala tam anlamıyla batılı, ne de doğuluyuz.
Hayır farkettim birden, çok sıkıcı bir konu hakkında yazmaya başlamışım ben. Bunu şimdi kim okur? diye soracak değilim elbette. Benim yazmaya ihtiyacım var. Konuşmaya başlasam kafamda dönüp duran karmaşaları, saatler sürer. Yazmaya kalksam da aynı şekilde. Ama bir şekilde yazmam lazım. Yoksa beni rahat bırakmıyorlar. Öyle ki, yazmaya başlasam bile, karman çorman bir yazı olacak. O kadar geniş konular hakkında düşünüyorum ki, kafamda bile toparlanmıyor hiçbiri. En azından deneyeyim. Baştan uyarayım fazlasıyla dağınık bir yazı olacak, aklıma ne geliyorsa yazmaya çalışacağım, daldan dala atlayacağım, bozkırlarca cılgınlarca at koşturacağım.
"Kendine uyanmak, milletine uyanmak, evrene uyanmak" (Mustafa Kırcı)
Yukarıdaki söz, üniversite hayatımın ilk yılından itibaren aklıma kazınmaya başlandı. Değerini de son zamanlarda anlıyorum. Mustafa Kırcı hocamız (bölüm başkanımızdı aynı zamanda) ilk dersinden itibaren dile getirdi bunu ve biz mezun oluncaya kadar da istisnasız her dersinde kendisinden duyduk. Mustafa Kırcı, ilk yılımızda "Kompozisyon" dersimize girdi. Ben bu komposizyon dersini tam 3 yıl boyunca veremedim. Artık kafama nasıl girmişse, "ben kompozisyon yazamıyorum" diye inandırdım kendimi. Bir Türkçe Öğretmeni nasıl kompozisyon yazamaz? Benim gibi bir insan yazamadı tam 3 sene boyunca. Her vize ve finalde ayrı ayrı kompozisyon şekilleri denesem de başarılı olamadım. En sonunda, nasıl olduysa geçirdi hocamız. Bu gereksiz ayrıntıyı anlattık sonra da asıl konuya geri döneyim. İnsan, dünyayı, evreni anlamaya, kendini anlayarak başlar. İkinci ayak da bir sonraki adım. Ama her ne hikmetse, bizim topraklarımızda bu adım atlanarak, evrene uyanma aşamasına geçilmeye çalışılır. Sağda solda denk geliyor, izliyorum, dinliyorum. "Anadolu" üzerinde yaşayan, kendisine "aydın" sıfatı yakıştıran insanlar, bir konu üzerine ahkam kesiyorlar. Söylediklerinde hiçbir sorun yok. Çok da güzel şeyler söylüyorlar. Helal olsun diyorum. Ama anlattıkları şeyler her ne hikmetse, bu toprakların bağlamından kopuk, batı düşüncesine ait, batılı oryantalistlerin fikirleri üzerinden gidilen sonuçlar olduğunu farkediyorum. Bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar, bu topraklar üzerine konuşmaya başlayınca, bu toprakların diliyle değil; bu toprakları uzaklardan gören gözlerin diliyle konuşuyorlar. Haliyle, ortaya komik söylemler çıkıyor. Son zamanlarda kendilerine fazlasıyla gülmeye başladım.
Tarih denilen şey bir bilinçtir. Bilinç olmadığı zaman bir insanın hayatı da anlamsızlaşır. Hafıza kaybı yaşayan bir insanı düşündüğümüzde, bu durumun içler acısı hali gözlerimizin önüne gelebilir. Bundan sonra anlatacaklarım da, hiçbir şekilde bir kişiye, bir gruba ya da bir kuruma suçlayıcı ithamlar içermeyecektir. Tamamen kinim, körlemesine bir cahilliğedir. Bilincine (tarihine), kültürüne sahip çıkmayan, düşmanca tavır sergileyen, ayaklar altına alan, "sözde çağdaş, sözde modern" cahillere karşı olan kinimden ibarettir.
Cumhuriyet ilan edildikten sonra, coğu Osmanlı arşivlerinin hepsi depolara kaldırılmış. Depolarda çürümeye terkedilen bu arşivler, bir süre sonra, yokedilmek için, "bazı hamamların sularını ısıtmak için hamamlara gönderilmiş". Daha sonra bunu yahudi bir adam görüyor ve siz bu kağıtları niye yakıyorsunuz? Bana para karşılığında satın bunları. Çok ucuza bu arşivdeki kağıtların hepsini alıyor, İsviçre'de bir kağıt fabrikasına satmak için, tam 40 vagonluk bir tren kaldırıyor İstanbul'dan (40 vagonluk! arşivin büyüklüğünü düşünebiliyor musunuz?). Bu arada Yahudi adam da farkında değil, satın aldığı kağıtların arşiv olduğundan. Tren İstanbul'dan çıkıyor, Bulgaristan'a uğradığında durduruluyor tren. Bakıyorlar, 40 vagon kağıt var. Nedir ne değildir diye sorgularken, işin içine zamanında Osmanlı'da eğitim almış, Bulgaristan'daki insanlar da giriyor. Kral Boris'in huzuruna çıkıyor bunlar. Yahudi adam korkuyor ben bir şey yapmadım etmedim diye feryat figan ediyor. Kral Boris ve çevresindeki bilirkişiler, bunların Osmanlı Arşivi olduğunu farkedince, adama bu kağıtları bize aldığın fiyattan sat deyince, yahudi adam elindeki 40 vagon kağıdı Bulgaristan'a satıyor. Ve şu anda, bu belgelerin hepsi, Bulgaristan arşivinde duruyor, bizdeki bilim adamları da bir araştırma yapacakları vakit kendi ülkesine ait arşivleri, gidip de başka bir ülkeden rica minnet görüyor. Bizde kalan arşivler de, 1970'li yıllara kadar açılmıyor. 70'lerden sonra Ermeni sorunuyla ilgili Avrupa'da sesler çıkmaya başlayınca, güç bela açılıyor arşivler. Şu anlattığım olayla da, kendi tarihine böylesine güzelce sahip çıkan, yararlanan insanlar olduğumuzu anlatmaya çalışıyorum.
Zamanında, incil alıp geldim eve. merakla okuyorum. Hiç de öyle kötü şeylerden bahseden bir kitap değil. Eve gelen birkaç misafir oldu; incili görür görmez söyledikleri ilk şey "Ne o? Hristiyan olmaya mı karar verdin :)?" oldu. Sonundaki gülümseme önemli. Onu özellikle belirttim. Çünkü orada bir aşağılama mevcut. Bunun tam tersi bir olay da geçti başımdan daha geçen günlerde. Eve kuzenim geldi. Oturuyoruz, sohbet sohbeti açtı. Bu aralar ne okuyorsun? Varsa okuduğun güzel bir şey bana da söyle dedi. "Valla, abla bu aralar pek bir şey okuyamıyorum ama Peygamberler Tarihi'ni yeniden okumaya başladım" dedim, karşılık olarak da "Ne o? Peygamber mi olcaksın yoksa len :)?" oldu. Bakın buradaki gülümsemeyi de özellikle koydum. Bunu kuzenimin yobazlığından dem vurmak için söylemedim. Her kim olsa aynı gülümsemeyi koyar sonuna. Yobazlığın her iki şekli de kötü. Ciddi anlamda kötü. Ben, nasıl ki bu topraklar üzerinde yaşıyorsam, bu toprakların değerini bilmek zorundayım. İnanırım inanmam, bu çok ayrı bir konu. Ama "bilmek, güçtür". Hele ki çevrenizde dönüp duran dünyayı bilmek, size apayrı bir güç kazandırır. En basit açıklamayla, sizi kimse kolay kolay kandıramaz. Din şarlatanlarına ağızlarının payını verirsiniz. "Ergen ateist modası"na (bu tabiri özellikle kullanıyorum, bilinçli bir şekilde bir şeyleri öğrenip, öğrendikleri kendisini tatmin etmediğinde inanmamayı seçen insanlara sonsuz saygı duyuyorum) kapılıp, karşınızda Oray Eğin Aksanıyla, "Ben tanrıya inanmıyoruuuaaaaaam" diyen ergen beyinlilerden olmazsınız. Bu Peygamberler Tarihi kitabının hikayesi de meçhuldür bizim evimizde. Ne zaman, nereden geldi kimse bilmiyor. Çocukken, açıp okuduğum bir kitaptı. Favori peygamberlerim var. Hz. Süleyman'ın zenginliği, kuş dili, Hüdhüd kuşu, Belkıs'la olan hikayesi, cinlerden ve inslerden oluşan dillere destan ordusu, rüzgarın hizmetine verilmesi ve rüzgarın üzerine binip de 2 aylık mesafeyi bir gecede katetmesi falan heyecanla okuduğum hikayelere örnektir. Bir de, ölümü var tabi, günlerce asasına dayalı şekilde kalıyor insanlar inşaat çalışmalarının başında, insanlar, cinler ve insler farkedemiyor öldüğünü günlerce. En sonunda, asasında bir tahtakurusu asasını iyice kemirip de kendisini taşıyamacak dereceye getirince, asası ortadan kırılıyor ve Hz. Süleyman yere düşüyor, o zaman anlıyorlar öldüğünü. Şimdi, böyle hikayelerin neresi kötü? Bunları okuyunca, Kur'an-ı Kerim'i okuyunca, ya da İslam'la ilgili kitapları okuyunca karasakallı, yobaz insanlardan mı olacağım yoksa? Aynı şekilde, ben İncil'i okuduğumda gerçekten Hristiyan bir insan mı olacağım? Düşünün, Hristiyan alemin doğuşunda çok önemli yer teşkil eden 7 Kilise bu topraklarda, Hristiyanlığın en büyük adımları bu topraklarda atılıyor (İznik Konsili, m.s. 325) Batı Felsefesi'nin çekirdeğini teşkil eden "Antik Yunan" felsefesinin büyük adamları bu topraklarda yetişiyor, neredeyse 1500 yıllık bir süreci kapsayan, İslam dünyası bu topraklarda hüküm sürüyor, daha adını sayamadığım bir sürü medeniyet yüzyıllarca bu topraklarda hüküm sürüyor. Ama her ne hikmetse, bunların her biri bir şekilde birileri tarafından görmezlikten geliniyor. Öğrenmeye, bilmeye çalışan insanları da bir şekilde ":)" şu gülümsemeli, aklınca alaya alan sorularla aşağılamaya çalışılıyor. Beni şu günlerce en çok çıldırtan sorun bu. Ben hem doğuya hem batıya uzanan bu topraklarda yaşıyorsam, bu toprağın hamuruyla yoğrulmuş bir insansam, ben öncelikle "kendimi" bileceğim, ardından da üzerinde yaşadığım coğrafyayı. Artık aklımıza nasıl kazıdılarsa bu lanet şeyi, "doğu her zaman kötüdür" "doğu bu zamana kadar hiçbir şey becerememiştir" "doğudan güzel ürün çıkmaz" düşünüyordum. Üniversite hayatıma kadar hiçbir Türk yazarı okumadım ben, o zamana kadar yabancı yazarları okuyordum (zorla okutulanların dışında), ta ki, gerçek manada ortada bir "Türk Edebiyatı"nın olduğunu gördüm (lisede falan edebiyat öğreten olmadı bize ne yazık ki) o zaman değerini kavradım edebiyatımızın. Batı Klasikleri'ni (ve önemli yazarlarını) neredeyse yalayıp yutmama rağmen, kendi edebiyatım olan Türk Edebiyatı'nı hakkıyla okuyamıyorum, okuyamadığım gibi de kahroluyorum. Bunun dışında da bir Doğu Edebiyatı var hala uzanamadığım. Doğu Felsefesi, İslam Felsefesi var.
İslam coğrafyasında filozof çıkmadığına inandırdılar bizleri hep. Sağdan soldan zar zor ulaşarak duyuyorum. Hiç de bize öğretildiği gibi değil. Ulan nasıl çıkmaz? 1500 yıllık bir süreçte, ortaçağ zamanında, Avrupa'nın kıskanarak baktığı bu, her yerinden bir zamanlar kültür fışkıran bu topraklardan nasıl filozof çıkmaz? Birkaç bilindik isim dışında, daha birçok isim var. Yavaş yavaş duyuyorum. Duydukça o kadar utanıyorum ki kendimden. Ben, Kant'ı, Hegel'i, Platon'u, Aristoteles'i, Schopenhauer'i, Nietzsche'yi, Kierkegaard'ı, Heidegger'i vs. birçoğunu biliyorken, niye içinde yaşadığım kültüre ait düşünce adamların adlarını bilmiyorum, kitaplarına düşüncelerine ulaşmıyorum? 1500 yıllık süreçte geçirilen evreleri nasıl anlayabileceğim yoksa? Kendi toprağımda yaşayan "ben"i, Avrupa Kıtasının geçirdiği evreler sonucunda ortaya çıkan düşüncelerle mi anlayacağım? Bu hiçbir şekilde, batı düşmanlığı falan değil. Dediğim gibi, "bilgi güçtür", hele ki kendime ait olanı bilmek daha da güçtür. Bir sonraki adım, evrene uyanmayı daha kolay hale getirir. Kendime ait, aynı coğrafyada yaşadığım insanlara ait özellikleri bilmeden nasıl "evreni tanım" macerasına çıkacağım ben?
Hermann Hesse'nin Bozkırkurdu romanı var. Bu romanda, insanların aslında tek bir benliği değil, çok benlikli bir yapıda olduğunu dile getirir Hesse. Psikologların da dile getirdiği durum bu. Bu romanda, kahramanın iki benliği vardır. Biri insan olan benliği, diğeri de vahşi olan, bozkırkurdu benliği. Bu iki benlik sürekli birbiriyle çatışır durur. İd, ego, süper ego falan filan anlatmayayım uzun uzun. Buna mukabil, yüzyıllar evvelinden, Yunus Emre de şöyle demiş; "Bir ben vardır benden içerü".
Bir başka örnek de, "selamün aleyküm" üzerinden vereceğim. Çok sihirli bir sözcük bu. Şimdi bu sözcüğü uzun zaman boyunca kullanmadım ben. Sözde modern olacağız ya, böyle şeyleri kullanmak tamamen gericilik işte. Bunun yerine "merhaba" kullanıyoruz. Amaç da, "Arap'ın kullandığı sözcüğü kullanmamak. (Bak burada kahkahalarımı salıveriyorum ortalığa) "Merhaba", "Selam" da Arapça (tamam Şalom İbranice). Neyse, Kadınların çok karşılaşmıyor sanırım ama, bir erkek olarak bu sözle karşılaşıyoruz biz gün içerisinde. Neden sihirli dediğimi de birazdan açıklayacağım. Bir zamanlar, saçlarım lüle lüle uzunken, kulaklarda küpeler salınırken, insanların size bakışları da tuhaf olduğunu keşfettim. Arada, enselerimden, favorilerden uzayan saçları kestiriyorum. Samsun'da berber arıyorum fellik fellik, bir berber dükkanını gözüme kestirdim gidiyorum. Kapıda da iki kişi oturuyor, berberin sahibiyle kalfası. uzaktan beni gördüler, saçıma, sakalıma küpelerime bakıp neler geçiriyorlar içlerinden yüzlerinden belli oluyor. Dükkanın önüne gelince de, tamamen bilinçsiz bir şekilde "selamün aleyküm" dedim. Daha birkaç saniye önce bana, neredeyse somurtarak bakan adamlar, içten gülümseyerek "ve aleyküm selam" diyerek oturuşlarını bile değiştirdiler. Sonra tavırlarda yumuşama falan derken, gayet hoş sohbet içinde saçlarımı kestirdim. Özellikle, küçük esnaflarda bu çok sihirli bir kelimedir. Bir ara, "selamün aleyküm" de ne olm yeeaa, merhaba, iyi günler deyip, girer işimi hallederim diyordum, ki hala ara ara da böyle yaptığım oluyor. Ama hiçbiri "selamün aleyküm"ün yerini tutmuyor. Yerini tutmuyor derken, esnafta oluşan o içten huzurlu gülümsemeyi yaratmıyor. Bunu, çıkar amaçlı kullanmıyorum elbette. Ama çok farklı bir havası var bunun, babamın gittiği kahvede bile, babamın yanına gittiğimde alışkanlık oldu, yaşlı başlı adamlar var, tutup da "amca selam, nasılsın mı diyeyim?". "selamün aleyküm" deyince, o yaşlı başlı adamlar nasıl sevecen oluyorlar birden. Özellikle Anadolu'da, Anadolu köylerinde, köy kahvelerinde anahtardır bu söz. Bu sözü kullanmadan mümkün değil kimseyle sohbet açamıyorsunuz.
Neyse bak çok uzatmaya başladım ben yeniden. Bu "selamün aleyküm" mevzusu, Cennetin Krallığı (Kingdom of Heaven) filminde de var. Bilenler bilir, Kudüs'e yolu düşen Haçlılar dahi "selamün aleyküm" diyorlar. "İyilik, barış sizinle olsun, Allah'ın selamı üzerinize olsun". Uzun uzun "selamün aleyküm"ün etimolojisini çıkartacak değilim burada. Benim bahsettiğim, Anadolu'da bu söz, özellikle küçük esnaflarda, taşra insanlarında hala kullanılıyorken, bazılarının da bunu ilkellik olarak adlandırması fazlasıyla tuhaf. Kingdom of Heaven demişken, bizim birçok insanımız Selahaddin Eyyubi'yi bu filmden öğrendi. Trajikomik olmasının yanında güzel de oldu aslında, yoksa birçok insanımız Selahaddin Eyyubi'nin kim olduğunu dahi öğrenemeden ölecekti. Bir de son zamanlarda, Selahaddin Eyyubi, kürt müydü, türk müydü tartışması çıkarttılar sağolsunlar. Onu da eksik bırakmadık saçmalıklarımızdan. Böylesine, ırklarüstü, dinlerüstü bir kişiliğin ırkını tartışıyor olmak da bize özgü bir şey. Bu saçmalıkları bir kenara bırakıyorum hemen. Aklımda kalan en önemli özellikleri; düşmanına bile saygısını eksik etmemesi. Aslan Yürekli Richard seferde hastalandığında, Selahaddin'den hekimlerinden bir tanesini yollamasını talep eder; Selahaddin bu isteğini kırmaz. Aslan Yürekli Richard'ın sarayına bir hekimini yollar. Aylar sonra, Aslan Yürekli Richard, Selahaddin'le savaş meydanında karşılaşınca, sarayda yatağının başucuna kadar gelen hekimin Selahaddin olduğunu farkeder. Başka bir örnek;
Haçlılar Kudüs'ü alınca, Kudüs'te yaşayan Müslüman ve Yahudileri kılıçtan geçirirler. 88 sene sonra, Selahaddin Eyyubi, Kudüs'ü geri alınca, savaş sonunda tek bir Hristiyan'ı ve Yahudi'yi öldürmemiştir. Hatta bu konu, Kingdom of Heaven filminin sonunda da geçiyordu. Bailen'in, şehri teslim etme şartlarını kabul ettikten sonra, Bailen; "Ama Hristiyanlar Kudüs'ü alınca Müslümanları öldürmüştü, sen niye Hristiyanları serbest bırakıyorsun?" Selahaddin de;
"Ben o adamlar değilim. Ben Selahaddin'im. Selahaddin."
Şimdi bu söyleyiş, Türkçe dublajında pek farkedilmiyor ama filmin orjinalinde dikkat edilirse, Selahaddin'i oynayan iki Selahaddin'i de farklı tonda söylüyor. Birisi kendisine, diğeri de adının anlamına dikkat çekmek için; "selahaddin: dinin iyiliği, barışı" demek.
Bitirmeden önce de, bizdeki Zümrüd ü Anka ile ilgili birkaç şey söyleyeceğim. Başlığı unuttum sanmasınlar. Bu kuşun iki kanadı ayrı şeyleri simgeliyormuş. Bir kanat bilgi ve akıl; diğer kanat da gönüldür. Bu ikisinden bir tanesi olmadan uçamıyor. İnsan da aynı şekilde. Bunu ben haddimi aşarak, şöyle değiştiriyorum yazımda, bizim de iki kanadımız var, biri doğu biri batı. ikisinden birisi olmadan göklere doğru uçamayacağız.
Çok yoruldum. Dakikalardır yazıyorum. Sabah oldu hala uyuyamadım. Aklımda daha birçok şey var. Anlatmak için kıvranıp durduğum konunun kısaca özeti şudur: artık, bu toprakların dilini öğrenmek, bilmek istiyorum. Çocukluğumda başlayan, ama hayatın bir anında duran bu öğrenmeyi devam ettirme niyetindeyim. Fazlasıyla karman çorman bir yazı oldu, ama yazma ihtiyacım da var. Kaldı ki, hepsini yazamadım. Devamını da yazacağım, ama birazcık dinlenmem lazım.
Not: Yuh! Çok uzun yazmışım cidden. Okuyacak olanlardan özür diliyorum, artık sonuna kadar katlandılarsa bile. Yazmamışım, içimi kusmuşum maşallah.
Daha yeni düşünceler değildir yukarıda saydıklarım. 1839 yılından (Tanzimat Fermanı) bu yana, bu coğrafyanın yüzünü tamamen batıya dönmesi sonucu ortaya çıkan "fikirlerin" ürünleridir. Neredeyse 200 yıllık bir süreç içerisinde ne hala tam anlamıyla batılı, ne de doğuluyuz.
Hayır farkettim birden, çok sıkıcı bir konu hakkında yazmaya başlamışım ben. Bunu şimdi kim okur? diye soracak değilim elbette. Benim yazmaya ihtiyacım var. Konuşmaya başlasam kafamda dönüp duran karmaşaları, saatler sürer. Yazmaya kalksam da aynı şekilde. Ama bir şekilde yazmam lazım. Yoksa beni rahat bırakmıyorlar. Öyle ki, yazmaya başlasam bile, karman çorman bir yazı olacak. O kadar geniş konular hakkında düşünüyorum ki, kafamda bile toparlanmıyor hiçbiri. En azından deneyeyim. Baştan uyarayım fazlasıyla dağınık bir yazı olacak, aklıma ne geliyorsa yazmaya çalışacağım, daldan dala atlayacağım, bozkırlarca cılgınlarca at koşturacağım.
"Kendine uyanmak, milletine uyanmak, evrene uyanmak" (Mustafa Kırcı)
Yukarıdaki söz, üniversite hayatımın ilk yılından itibaren aklıma kazınmaya başlandı. Değerini de son zamanlarda anlıyorum. Mustafa Kırcı hocamız (bölüm başkanımızdı aynı zamanda) ilk dersinden itibaren dile getirdi bunu ve biz mezun oluncaya kadar da istisnasız her dersinde kendisinden duyduk. Mustafa Kırcı, ilk yılımızda "Kompozisyon" dersimize girdi. Ben bu komposizyon dersini tam 3 yıl boyunca veremedim. Artık kafama nasıl girmişse, "ben kompozisyon yazamıyorum" diye inandırdım kendimi. Bir Türkçe Öğretmeni nasıl kompozisyon yazamaz? Benim gibi bir insan yazamadı tam 3 sene boyunca. Her vize ve finalde ayrı ayrı kompozisyon şekilleri denesem de başarılı olamadım. En sonunda, nasıl olduysa geçirdi hocamız. Bu gereksiz ayrıntıyı anlattık sonra da asıl konuya geri döneyim. İnsan, dünyayı, evreni anlamaya, kendini anlayarak başlar. İkinci ayak da bir sonraki adım. Ama her ne hikmetse, bizim topraklarımızda bu adım atlanarak, evrene uyanma aşamasına geçilmeye çalışılır. Sağda solda denk geliyor, izliyorum, dinliyorum. "Anadolu" üzerinde yaşayan, kendisine "aydın" sıfatı yakıştıran insanlar, bir konu üzerine ahkam kesiyorlar. Söylediklerinde hiçbir sorun yok. Çok da güzel şeyler söylüyorlar. Helal olsun diyorum. Ama anlattıkları şeyler her ne hikmetse, bu toprakların bağlamından kopuk, batı düşüncesine ait, batılı oryantalistlerin fikirleri üzerinden gidilen sonuçlar olduğunu farkediyorum. Bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar, bu topraklar üzerine konuşmaya başlayınca, bu toprakların diliyle değil; bu toprakları uzaklardan gören gözlerin diliyle konuşuyorlar. Haliyle, ortaya komik söylemler çıkıyor. Son zamanlarda kendilerine fazlasıyla gülmeye başladım.
Tarih denilen şey bir bilinçtir. Bilinç olmadığı zaman bir insanın hayatı da anlamsızlaşır. Hafıza kaybı yaşayan bir insanı düşündüğümüzde, bu durumun içler acısı hali gözlerimizin önüne gelebilir. Bundan sonra anlatacaklarım da, hiçbir şekilde bir kişiye, bir gruba ya da bir kuruma suçlayıcı ithamlar içermeyecektir. Tamamen kinim, körlemesine bir cahilliğedir. Bilincine (tarihine), kültürüne sahip çıkmayan, düşmanca tavır sergileyen, ayaklar altına alan, "sözde çağdaş, sözde modern" cahillere karşı olan kinimden ibarettir.
Cumhuriyet ilan edildikten sonra, coğu Osmanlı arşivlerinin hepsi depolara kaldırılmış. Depolarda çürümeye terkedilen bu arşivler, bir süre sonra, yokedilmek için, "bazı hamamların sularını ısıtmak için hamamlara gönderilmiş". Daha sonra bunu yahudi bir adam görüyor ve siz bu kağıtları niye yakıyorsunuz? Bana para karşılığında satın bunları. Çok ucuza bu arşivdeki kağıtların hepsini alıyor, İsviçre'de bir kağıt fabrikasına satmak için, tam 40 vagonluk bir tren kaldırıyor İstanbul'dan (40 vagonluk! arşivin büyüklüğünü düşünebiliyor musunuz?). Bu arada Yahudi adam da farkında değil, satın aldığı kağıtların arşiv olduğundan. Tren İstanbul'dan çıkıyor, Bulgaristan'a uğradığında durduruluyor tren. Bakıyorlar, 40 vagon kağıt var. Nedir ne değildir diye sorgularken, işin içine zamanında Osmanlı'da eğitim almış, Bulgaristan'daki insanlar da giriyor. Kral Boris'in huzuruna çıkıyor bunlar. Yahudi adam korkuyor ben bir şey yapmadım etmedim diye feryat figan ediyor. Kral Boris ve çevresindeki bilirkişiler, bunların Osmanlı Arşivi olduğunu farkedince, adama bu kağıtları bize aldığın fiyattan sat deyince, yahudi adam elindeki 40 vagon kağıdı Bulgaristan'a satıyor. Ve şu anda, bu belgelerin hepsi, Bulgaristan arşivinde duruyor, bizdeki bilim adamları da bir araştırma yapacakları vakit kendi ülkesine ait arşivleri, gidip de başka bir ülkeden rica minnet görüyor. Bizde kalan arşivler de, 1970'li yıllara kadar açılmıyor. 70'lerden sonra Ermeni sorunuyla ilgili Avrupa'da sesler çıkmaya başlayınca, güç bela açılıyor arşivler. Şu anlattığım olayla da, kendi tarihine böylesine güzelce sahip çıkan, yararlanan insanlar olduğumuzu anlatmaya çalışıyorum.
Zamanında, incil alıp geldim eve. merakla okuyorum. Hiç de öyle kötü şeylerden bahseden bir kitap değil. Eve gelen birkaç misafir oldu; incili görür görmez söyledikleri ilk şey "Ne o? Hristiyan olmaya mı karar verdin :)?" oldu. Sonundaki gülümseme önemli. Onu özellikle belirttim. Çünkü orada bir aşağılama mevcut. Bunun tam tersi bir olay da geçti başımdan daha geçen günlerde. Eve kuzenim geldi. Oturuyoruz, sohbet sohbeti açtı. Bu aralar ne okuyorsun? Varsa okuduğun güzel bir şey bana da söyle dedi. "Valla, abla bu aralar pek bir şey okuyamıyorum ama Peygamberler Tarihi'ni yeniden okumaya başladım" dedim, karşılık olarak da "Ne o? Peygamber mi olcaksın yoksa len :)?" oldu. Bakın buradaki gülümsemeyi de özellikle koydum. Bunu kuzenimin yobazlığından dem vurmak için söylemedim. Her kim olsa aynı gülümsemeyi koyar sonuna. Yobazlığın her iki şekli de kötü. Ciddi anlamda kötü. Ben, nasıl ki bu topraklar üzerinde yaşıyorsam, bu toprakların değerini bilmek zorundayım. İnanırım inanmam, bu çok ayrı bir konu. Ama "bilmek, güçtür". Hele ki çevrenizde dönüp duran dünyayı bilmek, size apayrı bir güç kazandırır. En basit açıklamayla, sizi kimse kolay kolay kandıramaz. Din şarlatanlarına ağızlarının payını verirsiniz. "Ergen ateist modası"na (bu tabiri özellikle kullanıyorum, bilinçli bir şekilde bir şeyleri öğrenip, öğrendikleri kendisini tatmin etmediğinde inanmamayı seçen insanlara sonsuz saygı duyuyorum) kapılıp, karşınızda Oray Eğin Aksanıyla, "Ben tanrıya inanmıyoruuuaaaaaam" diyen ergen beyinlilerden olmazsınız. Bu Peygamberler Tarihi kitabının hikayesi de meçhuldür bizim evimizde. Ne zaman, nereden geldi kimse bilmiyor. Çocukken, açıp okuduğum bir kitaptı. Favori peygamberlerim var. Hz. Süleyman'ın zenginliği, kuş dili, Hüdhüd kuşu, Belkıs'la olan hikayesi, cinlerden ve inslerden oluşan dillere destan ordusu, rüzgarın hizmetine verilmesi ve rüzgarın üzerine binip de 2 aylık mesafeyi bir gecede katetmesi falan heyecanla okuduğum hikayelere örnektir. Bir de, ölümü var tabi, günlerce asasına dayalı şekilde kalıyor insanlar inşaat çalışmalarının başında, insanlar, cinler ve insler farkedemiyor öldüğünü günlerce. En sonunda, asasında bir tahtakurusu asasını iyice kemirip de kendisini taşıyamacak dereceye getirince, asası ortadan kırılıyor ve Hz. Süleyman yere düşüyor, o zaman anlıyorlar öldüğünü. Şimdi, böyle hikayelerin neresi kötü? Bunları okuyunca, Kur'an-ı Kerim'i okuyunca, ya da İslam'la ilgili kitapları okuyunca karasakallı, yobaz insanlardan mı olacağım yoksa? Aynı şekilde, ben İncil'i okuduğumda gerçekten Hristiyan bir insan mı olacağım? Düşünün, Hristiyan alemin doğuşunda çok önemli yer teşkil eden 7 Kilise bu topraklarda, Hristiyanlığın en büyük adımları bu topraklarda atılıyor (İznik Konsili, m.s. 325) Batı Felsefesi'nin çekirdeğini teşkil eden "Antik Yunan" felsefesinin büyük adamları bu topraklarda yetişiyor, neredeyse 1500 yıllık bir süreci kapsayan, İslam dünyası bu topraklarda hüküm sürüyor, daha adını sayamadığım bir sürü medeniyet yüzyıllarca bu topraklarda hüküm sürüyor. Ama her ne hikmetse, bunların her biri bir şekilde birileri tarafından görmezlikten geliniyor. Öğrenmeye, bilmeye çalışan insanları da bir şekilde ":)" şu gülümsemeli, aklınca alaya alan sorularla aşağılamaya çalışılıyor. Beni şu günlerce en çok çıldırtan sorun bu. Ben hem doğuya hem batıya uzanan bu topraklarda yaşıyorsam, bu toprağın hamuruyla yoğrulmuş bir insansam, ben öncelikle "kendimi" bileceğim, ardından da üzerinde yaşadığım coğrafyayı. Artık aklımıza nasıl kazıdılarsa bu lanet şeyi, "doğu her zaman kötüdür" "doğu bu zamana kadar hiçbir şey becerememiştir" "doğudan güzel ürün çıkmaz" düşünüyordum. Üniversite hayatıma kadar hiçbir Türk yazarı okumadım ben, o zamana kadar yabancı yazarları okuyordum (zorla okutulanların dışında), ta ki, gerçek manada ortada bir "Türk Edebiyatı"nın olduğunu gördüm (lisede falan edebiyat öğreten olmadı bize ne yazık ki) o zaman değerini kavradım edebiyatımızın. Batı Klasikleri'ni (ve önemli yazarlarını) neredeyse yalayıp yutmama rağmen, kendi edebiyatım olan Türk Edebiyatı'nı hakkıyla okuyamıyorum, okuyamadığım gibi de kahroluyorum. Bunun dışında da bir Doğu Edebiyatı var hala uzanamadığım. Doğu Felsefesi, İslam Felsefesi var.
İslam coğrafyasında filozof çıkmadığına inandırdılar bizleri hep. Sağdan soldan zar zor ulaşarak duyuyorum. Hiç de bize öğretildiği gibi değil. Ulan nasıl çıkmaz? 1500 yıllık bir süreçte, ortaçağ zamanında, Avrupa'nın kıskanarak baktığı bu, her yerinden bir zamanlar kültür fışkıran bu topraklardan nasıl filozof çıkmaz? Birkaç bilindik isim dışında, daha birçok isim var. Yavaş yavaş duyuyorum. Duydukça o kadar utanıyorum ki kendimden. Ben, Kant'ı, Hegel'i, Platon'u, Aristoteles'i, Schopenhauer'i, Nietzsche'yi, Kierkegaard'ı, Heidegger'i vs. birçoğunu biliyorken, niye içinde yaşadığım kültüre ait düşünce adamların adlarını bilmiyorum, kitaplarına düşüncelerine ulaşmıyorum? 1500 yıllık süreçte geçirilen evreleri nasıl anlayabileceğim yoksa? Kendi toprağımda yaşayan "ben"i, Avrupa Kıtasının geçirdiği evreler sonucunda ortaya çıkan düşüncelerle mi anlayacağım? Bu hiçbir şekilde, batı düşmanlığı falan değil. Dediğim gibi, "bilgi güçtür", hele ki kendime ait olanı bilmek daha da güçtür. Bir sonraki adım, evrene uyanmayı daha kolay hale getirir. Kendime ait, aynı coğrafyada yaşadığım insanlara ait özellikleri bilmeden nasıl "evreni tanım" macerasına çıkacağım ben?
Hermann Hesse'nin Bozkırkurdu romanı var. Bu romanda, insanların aslında tek bir benliği değil, çok benlikli bir yapıda olduğunu dile getirir Hesse. Psikologların da dile getirdiği durum bu. Bu romanda, kahramanın iki benliği vardır. Biri insan olan benliği, diğeri de vahşi olan, bozkırkurdu benliği. Bu iki benlik sürekli birbiriyle çatışır durur. İd, ego, süper ego falan filan anlatmayayım uzun uzun. Buna mukabil, yüzyıllar evvelinden, Yunus Emre de şöyle demiş; "Bir ben vardır benden içerü".
Bir başka örnek de, "selamün aleyküm" üzerinden vereceğim. Çok sihirli bir sözcük bu. Şimdi bu sözcüğü uzun zaman boyunca kullanmadım ben. Sözde modern olacağız ya, böyle şeyleri kullanmak tamamen gericilik işte. Bunun yerine "merhaba" kullanıyoruz. Amaç da, "Arap'ın kullandığı sözcüğü kullanmamak. (Bak burada kahkahalarımı salıveriyorum ortalığa) "Merhaba", "Selam" da Arapça (tamam Şalom İbranice). Neyse, Kadınların çok karşılaşmıyor sanırım ama, bir erkek olarak bu sözle karşılaşıyoruz biz gün içerisinde. Neden sihirli dediğimi de birazdan açıklayacağım. Bir zamanlar, saçlarım lüle lüle uzunken, kulaklarda küpeler salınırken, insanların size bakışları da tuhaf olduğunu keşfettim. Arada, enselerimden, favorilerden uzayan saçları kestiriyorum. Samsun'da berber arıyorum fellik fellik, bir berber dükkanını gözüme kestirdim gidiyorum. Kapıda da iki kişi oturuyor, berberin sahibiyle kalfası. uzaktan beni gördüler, saçıma, sakalıma küpelerime bakıp neler geçiriyorlar içlerinden yüzlerinden belli oluyor. Dükkanın önüne gelince de, tamamen bilinçsiz bir şekilde "selamün aleyküm" dedim. Daha birkaç saniye önce bana, neredeyse somurtarak bakan adamlar, içten gülümseyerek "ve aleyküm selam" diyerek oturuşlarını bile değiştirdiler. Sonra tavırlarda yumuşama falan derken, gayet hoş sohbet içinde saçlarımı kestirdim. Özellikle, küçük esnaflarda bu çok sihirli bir kelimedir. Bir ara, "selamün aleyküm" de ne olm yeeaa, merhaba, iyi günler deyip, girer işimi hallederim diyordum, ki hala ara ara da böyle yaptığım oluyor. Ama hiçbiri "selamün aleyküm"ün yerini tutmuyor. Yerini tutmuyor derken, esnafta oluşan o içten huzurlu gülümsemeyi yaratmıyor. Bunu, çıkar amaçlı kullanmıyorum elbette. Ama çok farklı bir havası var bunun, babamın gittiği kahvede bile, babamın yanına gittiğimde alışkanlık oldu, yaşlı başlı adamlar var, tutup da "amca selam, nasılsın mı diyeyim?". "selamün aleyküm" deyince, o yaşlı başlı adamlar nasıl sevecen oluyorlar birden. Özellikle Anadolu'da, Anadolu köylerinde, köy kahvelerinde anahtardır bu söz. Bu sözü kullanmadan mümkün değil kimseyle sohbet açamıyorsunuz.
Neyse bak çok uzatmaya başladım ben yeniden. Bu "selamün aleyküm" mevzusu, Cennetin Krallığı (Kingdom of Heaven) filminde de var. Bilenler bilir, Kudüs'e yolu düşen Haçlılar dahi "selamün aleyküm" diyorlar. "İyilik, barış sizinle olsun, Allah'ın selamı üzerinize olsun". Uzun uzun "selamün aleyküm"ün etimolojisini çıkartacak değilim burada. Benim bahsettiğim, Anadolu'da bu söz, özellikle küçük esnaflarda, taşra insanlarında hala kullanılıyorken, bazılarının da bunu ilkellik olarak adlandırması fazlasıyla tuhaf. Kingdom of Heaven demişken, bizim birçok insanımız Selahaddin Eyyubi'yi bu filmden öğrendi. Trajikomik olmasının yanında güzel de oldu aslında, yoksa birçok insanımız Selahaddin Eyyubi'nin kim olduğunu dahi öğrenemeden ölecekti. Bir de son zamanlarda, Selahaddin Eyyubi, kürt müydü, türk müydü tartışması çıkarttılar sağolsunlar. Onu da eksik bırakmadık saçmalıklarımızdan. Böylesine, ırklarüstü, dinlerüstü bir kişiliğin ırkını tartışıyor olmak da bize özgü bir şey. Bu saçmalıkları bir kenara bırakıyorum hemen. Aklımda kalan en önemli özellikleri; düşmanına bile saygısını eksik etmemesi. Aslan Yürekli Richard seferde hastalandığında, Selahaddin'den hekimlerinden bir tanesini yollamasını talep eder; Selahaddin bu isteğini kırmaz. Aslan Yürekli Richard'ın sarayına bir hekimini yollar. Aylar sonra, Aslan Yürekli Richard, Selahaddin'le savaş meydanında karşılaşınca, sarayda yatağının başucuna kadar gelen hekimin Selahaddin olduğunu farkeder. Başka bir örnek;
Haçlılar Kudüs'ü alınca, Kudüs'te yaşayan Müslüman ve Yahudileri kılıçtan geçirirler. 88 sene sonra, Selahaddin Eyyubi, Kudüs'ü geri alınca, savaş sonunda tek bir Hristiyan'ı ve Yahudi'yi öldürmemiştir. Hatta bu konu, Kingdom of Heaven filminin sonunda da geçiyordu. Bailen'in, şehri teslim etme şartlarını kabul ettikten sonra, Bailen; "Ama Hristiyanlar Kudüs'ü alınca Müslümanları öldürmüştü, sen niye Hristiyanları serbest bırakıyorsun?" Selahaddin de;
"Ben o adamlar değilim. Ben Selahaddin'im. Selahaddin."
Şimdi bu söyleyiş, Türkçe dublajında pek farkedilmiyor ama filmin orjinalinde dikkat edilirse, Selahaddin'i oynayan iki Selahaddin'i de farklı tonda söylüyor. Birisi kendisine, diğeri de adının anlamına dikkat çekmek için; "selahaddin: dinin iyiliği, barışı" demek.
Bitirmeden önce de, bizdeki Zümrüd ü Anka ile ilgili birkaç şey söyleyeceğim. Başlığı unuttum sanmasınlar. Bu kuşun iki kanadı ayrı şeyleri simgeliyormuş. Bir kanat bilgi ve akıl; diğer kanat da gönüldür. Bu ikisinden bir tanesi olmadan uçamıyor. İnsan da aynı şekilde. Bunu ben haddimi aşarak, şöyle değiştiriyorum yazımda, bizim de iki kanadımız var, biri doğu biri batı. ikisinden birisi olmadan göklere doğru uçamayacağız.
Çok yoruldum. Dakikalardır yazıyorum. Sabah oldu hala uyuyamadım. Aklımda daha birçok şey var. Anlatmak için kıvranıp durduğum konunun kısaca özeti şudur: artık, bu toprakların dilini öğrenmek, bilmek istiyorum. Çocukluğumda başlayan, ama hayatın bir anında duran bu öğrenmeyi devam ettirme niyetindeyim. Fazlasıyla karman çorman bir yazı oldu, ama yazma ihtiyacım da var. Kaldı ki, hepsini yazamadım. Devamını da yazacağım, ama birazcık dinlenmem lazım.
Not: Yuh! Çok uzun yazmışım cidden. Okuyacak olanlardan özür diliyorum, artık sonuna kadar katlandılarsa bile. Yazmamışım, içimi kusmuşum maşallah.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)