Sayfalar

1 Ekim 2011 Cumartesi

Zümrüd-ü Anka'nın İki Kanadı

Kafam çok karışık. Daha önce hiç karışık olmadığı kadar karışık hem de. Aslında buna karışıklık da denemez (bir önceki yazdığım cümleyi bu cümlemle silip süpürmüş oluyorum), resmen içimin bir şey tarafından sıkılıp, unufak edilecek şekle getirildiğini hissediyorum. Çok isterdim şöyle, Oray Eğin insanı gibi ağzımı yaya yaya Amerikan (American English ve aynı zamanda 3 sene Deutsch eğitimi almış bir insanım ortaokuldayken, bana asrtistlik yaptırtmayın) aksanlı Türkçe'mle ahkamlar keseyim. Ama işte, kahrolsun ki benim hamurumu şu yere batasıca "doğu" unuyla yoğurdukları için, bir türlü "aşağılık kompleksi"nden sıyrılamıyorum (ne kadar anlamsız konuşuyorum değil mi? ama ne anlatmak isteyeceğimi beni az çok tanımış olanlar anladı birazcık, yani, öyle umuyorum). Şu, sefilleri oynayan "doğu", bir türlü yakamdan düşmek bilmeyen "islam" coğrafyası bitmiyor arkadaş. Ben bu topraklarda harcanacak adam mıydım azizim? Ne güzel, Frenk diyarında doğmak vardı. Birkaç Fransızca beylik sözle kendimi adamdan saydırabilirdim. Ya da, birkaç modern kavramı her cümlemde kullanıp (kullandığım kavramın anlamını bile bilmeme gerek yok, maksat bir şeyler biliyorum ayağına yatmak burada) karşımdaki insana, "hah, sen de bir şey misin? senin gibilerini kullandığım şu birkaç kavramla cebimden çıkarırım ben" artistliği yapabilirdim. Ah ki ne ah! Talihsizliğim bu benim. Böylesine berbat bir coğrafyada dünyaya geldim.

Daha yeni düşünceler değildir yukarıda saydıklarım. 1839 yılından (Tanzimat Fermanı) bu yana, bu coğrafyanın yüzünü tamamen batıya dönmesi sonucu ortaya çıkan "fikirlerin" ürünleridir. Neredeyse 200 yıllık bir süreç içerisinde ne hala tam anlamıyla batılı, ne de doğuluyuz.

Hayır farkettim birden, çok sıkıcı bir konu hakkında yazmaya başlamışım ben. Bunu şimdi kim okur? diye soracak değilim elbette. Benim yazmaya ihtiyacım var. Konuşmaya başlasam kafamda dönüp duran karmaşaları, saatler sürer. Yazmaya kalksam da aynı şekilde. Ama bir şekilde yazmam lazım. Yoksa beni rahat bırakmıyorlar. Öyle ki, yazmaya başlasam bile, karman çorman bir yazı olacak. O kadar geniş konular hakkında düşünüyorum ki, kafamda bile toparlanmıyor hiçbiri. En azından deneyeyim. Baştan uyarayım fazlasıyla dağınık bir yazı olacak, aklıma ne geliyorsa yazmaya çalışacağım, daldan dala atlayacağım, bozkırlarca cılgınlarca at koşturacağım.

"Kendine uyanmak, milletine uyanmak, evrene uyanmak" (Mustafa Kırcı)

Yukarıdaki söz, üniversite hayatımın ilk yılından itibaren aklıma kazınmaya başlandı. Değerini de son zamanlarda anlıyorum. Mustafa Kırcı hocamız (bölüm başkanımızdı aynı zamanda) ilk dersinden itibaren dile getirdi bunu ve biz mezun oluncaya kadar da istisnasız her dersinde kendisinden duyduk. Mustafa Kırcı, ilk yılımızda "Kompozisyon" dersimize girdi. Ben bu komposizyon dersini tam 3 yıl boyunca veremedim. Artık kafama nasıl girmişse, "ben kompozisyon yazamıyorum" diye inandırdım kendimi. Bir Türkçe Öğretmeni nasıl kompozisyon yazamaz? Benim gibi bir insan yazamadı tam 3 sene boyunca. Her vize ve finalde ayrı ayrı kompozisyon şekilleri denesem de başarılı olamadım. En sonunda, nasıl olduysa geçirdi hocamız. Bu gereksiz ayrıntıyı anlattık sonra da asıl konuya geri döneyim. İnsan, dünyayı, evreni anlamaya, kendini anlayarak başlar. İkinci ayak da bir sonraki adım. Ama her ne hikmetse, bizim topraklarımızda bu adım atlanarak, evrene uyanma aşamasına geçilmeye çalışılır. Sağda solda denk geliyor, izliyorum, dinliyorum. "Anadolu" üzerinde yaşayan, kendisine "aydın" sıfatı yakıştıran insanlar, bir konu üzerine ahkam kesiyorlar. Söylediklerinde hiçbir sorun yok. Çok da güzel şeyler söylüyorlar. Helal olsun diyorum. Ama anlattıkları şeyler her ne hikmetse, bu toprakların bağlamından kopuk, batı düşüncesine ait, batılı oryantalistlerin fikirleri üzerinden gidilen sonuçlar olduğunu farkediyorum. Bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar, bu topraklar üzerine konuşmaya başlayınca, bu toprakların diliyle değil; bu toprakları uzaklardan gören gözlerin diliyle konuşuyorlar. Haliyle, ortaya komik söylemler çıkıyor. Son zamanlarda kendilerine fazlasıyla gülmeye başladım.

Tarih denilen şey bir bilinçtir. Bilinç olmadığı zaman bir insanın hayatı da anlamsızlaşır. Hafıza kaybı yaşayan bir insanı düşündüğümüzde, bu durumun içler acısı hali gözlerimizin önüne gelebilir. Bundan sonra anlatacaklarım da, hiçbir şekilde bir kişiye, bir gruba ya da bir kuruma suçlayıcı ithamlar içermeyecektir. Tamamen kinim, körlemesine bir cahilliğedir. Bilincine (tarihine), kültürüne sahip çıkmayan, düşmanca tavır sergileyen, ayaklar altına alan, "sözde çağdaş, sözde modern" cahillere karşı olan kinimden ibarettir.

Cumhuriyet ilan edildikten sonra,  coğu Osmanlı arşivlerinin hepsi depolara kaldırılmış. Depolarda çürümeye terkedilen bu arşivler, bir süre sonra, yokedilmek için, "bazı hamamların sularını ısıtmak için hamamlara gönderilmiş". Daha sonra bunu yahudi bir adam görüyor ve siz bu kağıtları niye yakıyorsunuz? Bana para karşılığında satın bunları. Çok ucuza bu arşivdeki kağıtların hepsini alıyor, İsviçre'de bir kağıt fabrikasına satmak için, tam 40 vagonluk bir tren kaldırıyor İstanbul'dan (40 vagonluk! arşivin büyüklüğünü düşünebiliyor musunuz?). Bu arada Yahudi adam da farkında değil, satın aldığı kağıtların arşiv olduğundan. Tren İstanbul'dan çıkıyor, Bulgaristan'a uğradığında durduruluyor tren. Bakıyorlar, 40 vagon kağıt var. Nedir ne değildir diye sorgularken, işin içine zamanında Osmanlı'da eğitim almış, Bulgaristan'daki insanlar da giriyor. Kral Boris'in huzuruna çıkıyor bunlar. Yahudi adam korkuyor ben bir şey yapmadım etmedim diye feryat figan ediyor. Kral Boris ve çevresindeki bilirkişiler, bunların Osmanlı Arşivi olduğunu farkedince, adama bu kağıtları bize aldığın fiyattan sat deyince, yahudi adam elindeki 40 vagon kağıdı Bulgaristan'a satıyor. Ve şu anda, bu belgelerin hepsi, Bulgaristan arşivinde duruyor, bizdeki bilim adamları da bir araştırma yapacakları vakit kendi ülkesine ait arşivleri, gidip de başka bir ülkeden rica minnet görüyor. Bizde kalan arşivler de, 1970'li yıllara kadar açılmıyor. 70'lerden sonra Ermeni sorunuyla ilgili Avrupa'da sesler çıkmaya başlayınca, güç bela açılıyor arşivler. Şu anlattığım olayla da, kendi tarihine böylesine güzelce sahip çıkan, yararlanan insanlar olduğumuzu anlatmaya çalışıyorum.

Zamanında, incil alıp geldim eve. merakla okuyorum. Hiç de öyle kötü şeylerden bahseden bir kitap değil. Eve gelen birkaç misafir oldu; incili görür görmez söyledikleri ilk şey "Ne o? Hristiyan olmaya mı karar verdin :)?" oldu. Sonundaki gülümseme önemli. Onu özellikle belirttim. Çünkü orada bir aşağılama mevcut. Bunun tam tersi bir olay da geçti başımdan daha geçen günlerde. Eve kuzenim geldi. Oturuyoruz, sohbet sohbeti açtı. Bu aralar ne okuyorsun? Varsa okuduğun güzel bir şey bana da söyle dedi. "Valla, abla bu aralar pek bir şey okuyamıyorum ama Peygamberler Tarihi'ni yeniden okumaya başladım" dedim, karşılık olarak da "Ne o? Peygamber mi olcaksın yoksa len :)?" oldu. Bakın buradaki gülümsemeyi de özellikle koydum. Bunu kuzenimin yobazlığından dem vurmak için söylemedim. Her kim olsa aynı gülümsemeyi koyar sonuna. Yobazlığın her iki şekli de kötü. Ciddi anlamda kötü. Ben, nasıl ki bu topraklar üzerinde yaşıyorsam, bu toprakların değerini bilmek zorundayım. İnanırım inanmam, bu çok ayrı bir konu. Ama "bilmek, güçtür". Hele ki çevrenizde dönüp duran dünyayı bilmek, size apayrı bir güç kazandırır. En basit açıklamayla, sizi kimse kolay kolay kandıramaz. Din şarlatanlarına ağızlarının payını verirsiniz. "Ergen ateist modası"na (bu tabiri özellikle kullanıyorum, bilinçli bir şekilde bir şeyleri öğrenip, öğrendikleri kendisini tatmin etmediğinde inanmamayı seçen insanlara sonsuz saygı duyuyorum) kapılıp, karşınızda Oray Eğin Aksanıyla, "Ben tanrıya inanmıyoruuuaaaaaam" diyen ergen beyinlilerden olmazsınız. Bu Peygamberler Tarihi kitabının hikayesi de meçhuldür bizim evimizde. Ne zaman, nereden geldi kimse bilmiyor. Çocukken, açıp okuduğum bir kitaptı. Favori peygamberlerim var. Hz. Süleyman'ın zenginliği, kuş dili, Hüdhüd kuşu, Belkıs'la olan hikayesi, cinlerden ve inslerden oluşan dillere destan ordusu, rüzgarın hizmetine verilmesi ve rüzgarın üzerine binip de 2 aylık mesafeyi bir gecede katetmesi falan heyecanla okuduğum hikayelere örnektir. Bir de, ölümü var tabi, günlerce asasına dayalı şekilde kalıyor insanlar inşaat çalışmalarının başında, insanlar, cinler ve insler farkedemiyor öldüğünü günlerce. En sonunda, asasında bir tahtakurusu asasını iyice kemirip de kendisini taşıyamacak dereceye getirince, asası ortadan kırılıyor ve Hz. Süleyman yere düşüyor, o zaman anlıyorlar öldüğünü. Şimdi, böyle hikayelerin neresi kötü? Bunları okuyunca, Kur'an-ı Kerim'i okuyunca, ya da İslam'la ilgili kitapları okuyunca karasakallı, yobaz insanlardan mı olacağım yoksa? Aynı şekilde, ben İncil'i okuduğumda gerçekten Hristiyan bir insan mı olacağım? Düşünün, Hristiyan alemin doğuşunda çok önemli yer teşkil eden 7 Kilise bu topraklarda, Hristiyanlığın en büyük adımları bu topraklarda atılıyor (İznik Konsili, m.s. 325) Batı Felsefesi'nin çekirdeğini teşkil eden "Antik Yunan" felsefesinin büyük adamları bu topraklarda yetişiyor, neredeyse 1500 yıllık bir süreci kapsayan, İslam dünyası bu topraklarda hüküm sürüyor, daha adını sayamadığım bir sürü medeniyet yüzyıllarca bu topraklarda hüküm sürüyor. Ama her ne hikmetse, bunların her biri bir şekilde birileri tarafından görmezlikten geliniyor. Öğrenmeye, bilmeye çalışan insanları da bir şekilde ":)" şu gülümsemeli, aklınca alaya alan sorularla aşağılamaya çalışılıyor. Beni şu günlerce en çok çıldırtan sorun bu. Ben hem doğuya hem batıya uzanan bu topraklarda yaşıyorsam, bu toprağın hamuruyla yoğrulmuş bir insansam, ben öncelikle "kendimi" bileceğim, ardından da üzerinde yaşadığım coğrafyayı. Artık aklımıza nasıl kazıdılarsa bu lanet şeyi, "doğu her zaman kötüdür" "doğu bu zamana kadar hiçbir şey becerememiştir" "doğudan güzel ürün çıkmaz" düşünüyordum. Üniversite hayatıma kadar hiçbir Türk yazarı okumadım ben, o zamana kadar yabancı yazarları okuyordum (zorla okutulanların dışında), ta ki, gerçek manada ortada bir "Türk Edebiyatı"nın olduğunu gördüm (lisede falan edebiyat öğreten olmadı bize ne yazık ki) o zaman değerini kavradım edebiyatımızın. Batı Klasikleri'ni (ve önemli yazarlarını) neredeyse yalayıp yutmama rağmen, kendi edebiyatım olan Türk Edebiyatı'nı hakkıyla okuyamıyorum, okuyamadığım gibi de kahroluyorum. Bunun dışında da bir Doğu Edebiyatı var hala uzanamadığım. Doğu Felsefesi, İslam Felsefesi var.

İslam coğrafyasında filozof çıkmadığına inandırdılar bizleri hep. Sağdan soldan zar zor ulaşarak duyuyorum. Hiç de bize öğretildiği gibi değil. Ulan nasıl çıkmaz? 1500 yıllık bir süreçte, ortaçağ zamanında, Avrupa'nın kıskanarak baktığı bu, her yerinden bir zamanlar kültür fışkıran bu topraklardan nasıl filozof çıkmaz? Birkaç bilindik isim dışında, daha birçok isim var. Yavaş yavaş duyuyorum. Duydukça o kadar utanıyorum ki kendimden. Ben, Kant'ı, Hegel'i, Platon'u, Aristoteles'i, Schopenhauer'i, Nietzsche'yi, Kierkegaard'ı, Heidegger'i vs. birçoğunu biliyorken, niye içinde yaşadığım kültüre ait düşünce adamların adlarını bilmiyorum, kitaplarına düşüncelerine ulaşmıyorum? 1500 yıllık süreçte geçirilen evreleri nasıl anlayabileceğim yoksa? Kendi toprağımda yaşayan "ben"i, Avrupa Kıtasının geçirdiği evreler sonucunda ortaya çıkan düşüncelerle mi anlayacağım? Bu hiçbir şekilde, batı düşmanlığı falan değil. Dediğim gibi, "bilgi güçtür", hele ki kendime ait olanı bilmek daha da güçtür. Bir sonraki adım, evrene uyanmayı daha kolay hale getirir. Kendime ait, aynı coğrafyada yaşadığım insanlara ait özellikleri bilmeden nasıl "evreni tanım" macerasına çıkacağım ben?

Hermann Hesse'nin Bozkırkurdu romanı var. Bu romanda, insanların aslında tek bir benliği değil, çok benlikli bir yapıda olduğunu dile getirir Hesse. Psikologların da dile getirdiği durum bu. Bu romanda, kahramanın iki benliği vardır. Biri insan olan benliği, diğeri de vahşi olan, bozkırkurdu benliği. Bu iki benlik sürekli birbiriyle çatışır durur. İd, ego, süper ego falan filan anlatmayayım uzun uzun. Buna mukabil, yüzyıllar evvelinden, Yunus Emre de şöyle demiş; "Bir ben vardır benden içerü".

Bir başka örnek de, "selamün aleyküm" üzerinden vereceğim. Çok sihirli bir sözcük bu. Şimdi bu sözcüğü uzun zaman boyunca kullanmadım ben. Sözde modern olacağız ya, böyle şeyleri kullanmak tamamen gericilik işte. Bunun yerine "merhaba" kullanıyoruz. Amaç da, "Arap'ın kullandığı sözcüğü kullanmamak. (Bak burada kahkahalarımı salıveriyorum ortalığa) "Merhaba", "Selam" da Arapça (tamam Şalom İbranice). Neyse, Kadınların çok karşılaşmıyor sanırım ama, bir erkek olarak bu sözle karşılaşıyoruz biz gün içerisinde. Neden sihirli dediğimi de birazdan açıklayacağım. Bir zamanlar, saçlarım lüle lüle uzunken, kulaklarda küpeler salınırken, insanların size bakışları da tuhaf olduğunu keşfettim. Arada, enselerimden, favorilerden uzayan saçları kestiriyorum. Samsun'da berber arıyorum fellik fellik, bir berber dükkanını gözüme kestirdim gidiyorum. Kapıda da iki kişi oturuyor, berberin sahibiyle kalfası. uzaktan beni gördüler, saçıma, sakalıma küpelerime bakıp neler geçiriyorlar içlerinden yüzlerinden belli oluyor. Dükkanın önüne gelince de, tamamen bilinçsiz bir şekilde "selamün aleyküm" dedim. Daha birkaç saniye önce bana, neredeyse somurtarak bakan adamlar, içten gülümseyerek "ve aleyküm selam" diyerek oturuşlarını bile değiştirdiler. Sonra tavırlarda yumuşama falan derken, gayet hoş sohbet içinde saçlarımı kestirdim. Özellikle, küçük esnaflarda bu çok sihirli bir kelimedir. Bir ara, "selamün aleyküm" de ne olm yeeaa, merhaba, iyi günler deyip, girer işimi hallederim diyordum, ki hala ara ara da böyle yaptığım oluyor. Ama hiçbiri "selamün aleyküm"ün yerini tutmuyor. Yerini tutmuyor derken, esnafta oluşan o içten huzurlu gülümsemeyi yaratmıyor. Bunu, çıkar amaçlı kullanmıyorum elbette. Ama çok farklı bir havası var bunun, babamın gittiği kahvede bile, babamın yanına gittiğimde alışkanlık oldu, yaşlı başlı adamlar var, tutup da "amca selam, nasılsın mı diyeyim?". "selamün aleyküm" deyince, o yaşlı başlı adamlar nasıl sevecen oluyorlar birden. Özellikle Anadolu'da, Anadolu köylerinde, köy kahvelerinde anahtardır bu söz. Bu sözü kullanmadan mümkün değil kimseyle sohbet açamıyorsunuz.

Neyse bak çok uzatmaya başladım ben yeniden. Bu "selamün aleyküm" mevzusu, Cennetin Krallığı (Kingdom of Heaven) filminde de var. Bilenler bilir, Kudüs'e yolu düşen Haçlılar dahi "selamün aleyküm" diyorlar. "İyilik, barış sizinle olsun, Allah'ın selamı üzerinize olsun". Uzun uzun "selamün aleyküm"ün etimolojisini çıkartacak değilim burada. Benim bahsettiğim, Anadolu'da bu söz, özellikle küçük esnaflarda, taşra insanlarında hala kullanılıyorken, bazılarının da bunu ilkellik olarak adlandırması fazlasıyla tuhaf. Kingdom of Heaven demişken, bizim birçok insanımız Selahaddin Eyyubi'yi bu filmden öğrendi. Trajikomik olmasının yanında güzel de oldu aslında, yoksa birçok insanımız Selahaddin Eyyubi'nin kim olduğunu dahi öğrenemeden ölecekti. Bir de son zamanlarda, Selahaddin Eyyubi, kürt müydü, türk müydü tartışması çıkarttılar sağolsunlar. Onu da eksik bırakmadık saçmalıklarımızdan. Böylesine, ırklarüstü, dinlerüstü bir kişiliğin ırkını tartışıyor olmak da bize özgü bir şey. Bu saçmalıkları bir kenara bırakıyorum hemen. Aklımda kalan en önemli özellikleri; düşmanına bile saygısını eksik etmemesi. Aslan Yürekli Richard seferde hastalandığında, Selahaddin'den hekimlerinden bir tanesini yollamasını talep eder; Selahaddin bu isteğini kırmaz. Aslan Yürekli Richard'ın sarayına bir hekimini yollar. Aylar sonra, Aslan Yürekli Richard, Selahaddin'le savaş meydanında karşılaşınca, sarayda yatağının başucuna kadar gelen hekimin Selahaddin olduğunu farkeder. Başka bir örnek;

Haçlılar Kudüs'ü alınca, Kudüs'te yaşayan Müslüman ve Yahudileri kılıçtan geçirirler. 88 sene sonra, Selahaddin Eyyubi, Kudüs'ü geri alınca, savaş sonunda tek bir Hristiyan'ı ve Yahudi'yi öldürmemiştir. Hatta bu konu, Kingdom of Heaven filminin sonunda da geçiyordu. Bailen'in, şehri teslim etme şartlarını kabul ettikten sonra, Bailen; "Ama Hristiyanlar Kudüs'ü alınca Müslümanları öldürmüştü, sen niye Hristiyanları serbest bırakıyorsun?" Selahaddin de;

"Ben o adamlar değilim. Ben Selahaddin'im. Selahaddin."

Şimdi bu söyleyiş, Türkçe dublajında pek farkedilmiyor ama filmin orjinalinde dikkat edilirse, Selahaddin'i oynayan iki Selahaddin'i de farklı tonda söylüyor. Birisi kendisine, diğeri de adının anlamına dikkat çekmek için; "selahaddin: dinin iyiliği, barışı" demek.

Bitirmeden önce de, bizdeki Zümrüd ü Anka ile ilgili birkaç şey söyleyeceğim. Başlığı unuttum sanmasınlar. Bu kuşun iki kanadı ayrı şeyleri simgeliyormuş. Bir kanat bilgi ve akıl; diğer kanat da gönüldür. Bu ikisinden bir tanesi olmadan uçamıyor. İnsan da aynı şekilde. Bunu ben haddimi aşarak, şöyle değiştiriyorum yazımda, bizim de iki kanadımız var, biri doğu biri batı. ikisinden birisi olmadan göklere doğru uçamayacağız.

Çok yoruldum. Dakikalardır yazıyorum. Sabah oldu hala uyuyamadım. Aklımda daha birçok şey var. Anlatmak için kıvranıp durduğum konunun kısaca özeti şudur: artık, bu toprakların dilini öğrenmek, bilmek istiyorum. Çocukluğumda başlayan, ama hayatın bir anında duran bu öğrenmeyi devam ettirme niyetindeyim. Fazlasıyla karman çorman bir yazı oldu, ama yazma ihtiyacım da var. Kaldı ki, hepsini yazamadım. Devamını da yazacağım, ama birazcık dinlenmem lazım.

Not: Yuh! Çok uzun yazmışım cidden. Okuyacak olanlardan özür diliyorum, artık sonuna kadar katlandılarsa bile. Yazmamışım, içimi kusmuşum maşallah.

11 yorum:

nomen dedi ki...

Bir çırpıda okudum; arada gülümseyerek ve kafamı aşağı yukarı sallamak marifetiyle sanki karşımdaki birini onaylarcasına okudum. bağlamı hayli geniş olmasına rağmen, o bağlamda kalabilmiş başarılı bir"makale"

Çok farklı ve enteresan örnekler üzerinden gittiğiniz için zengin ve zenginleştirici bakış açısı sunmuşsunuz. Benim de sıklıkla üzerinde düşündüğüm bıçak-sırtı konular bunlar.

Sözgelimi "sınıf atlama" güdüsü o kadar yüksek bir millet oluşumuzdan dolayı, sözlü kültürden yazılı olana geçip gereği gibi bu zeminde ayakta duramadan, dijital alana göz dikebiliyoruz.Bu tarz aydınlatıcı yazıları kimi zaman "gereğinden uzun" bularak okuyamayanlarımız, sanırım sınıf atlayıcı bu acar elemanlardır. Ki onlar sayısızdır, ihtiraslıdır ve kolay vazgeçmezler her alanda uzun atlama sevdasından.

Devamını ilgiyle bekleyeceğim; Kaygılarınızı paylaştığımı ve dikkat çektiğiniz noktaları çok yararlı bulduğumu belirtmek istedim.Yüreğinize sağlık.

negatif dedi ki...

çok uzun yazmışsın ve ben okudum. bu yüzden benden özür dileme.

sana ceza olarak yorum yapmıyorum. hem yorum yaparsam seninki kadar uzun bir metin yazabilirim.

(yorum yapmıyorum.)

alter ego dedi ki...

Öncelikle bu düşündüklerinin bir kısmını yadsıdığımı ifade etmek isterim. Düşündüklerini bir tarafa bırakalım, senin gibi gerçek anlamda “düşünen” bir insanın bunları düşünmesini çok garipsiyorum. Yazına böylesi mütevazı bir giriş yaparken devamında nerelere vardığına hayret ettim. Sanki sendeki bu naifliğe de bunlar sebep olmuş gibi garip bir şekilde isyan etmişsin. Bunları sana alaycı yaklaşan kuzenin gibi demiyorum. Ama sen o düzeyde görürsen de eyvallah ne diyeyim…

Ben de bu tür konular üzerinde düşündüğüm oldu, kendimce bir şeyler okuyarak filan da yorumlamaya çalıştım. Doğu – batı senin bahsettiğin gibi + ve – gibi iki keskin kutupsa eğer ve sen bunları bu kadar keskin çizgilerle ayırırsan haliyle bu tarafları zihninde çatıştırırsın. Evet dediğini yaptılar, sana doğuyu kötü olarak dayattılar. Evet, kahretsin ki Osmanlı arşivlerini yaktılar. Kahretsin ki daha başka bir zihniyet de İskenderiye kütüphanesini yakmıştı. Şimdi koş tüm açığını kapat, doğuyu özümse. Eğer kendini doğu-batı kanatları olan bir kuş olarak görüyorsan, bu zamana kadar sürekli bir tarafa doğru yalpalayarak uçtuğunu düşünüyorsan git öbür kanadını güçlendir o zaman ne diyeyim. Ama bunu yaparken dikkat et de yere çakılma çünkü sen bir kuşsan sürekli uçmak zorundasın. Düşersen buna çok üzülürüz, çünkü seni severiz.

Bilgi güçse eğer ve bir bilgi seni zayıflatıyorsa o zaman o bilgi bilgi değildir. Senin için bilgi olmamalı bu en azından. Aynı bilgi bir başkasını da güçlendirebilir kim bilir. Bildiğin şeylerin seni bu kadar sıkmasına, seni bu kadar zayıflatmasına izin vermemeni dilerim canım kardeşim. İnsan bileceklerinden çok, bileceğinin sınırlarını bilmeli, sınırlarını çizmeli değil mi?

abuk dedi ki...

nomen;

sonuna kadar sabredip de okumanıza sevindim. ben, yazarken ara ara bırakıp başka şeyler yaptım sıkılıp da yazdıklarımdan. bu atlama sevdasıyla, olimpiyatlarda "uzun atlama" rekorları bile kırabilirdik bence, boşa harcanmış emekler olarak bakabiliriz sanırım bu duruma. ayrıca; sizin yazdıklarınız da bu yazıda belirttiğim isteği fazlasıyla körüklüyor, onu da yeniden belirteyim.

abuk dedi ki...

negatif;

senin yorumunu çok merak ediyordum. gerçi yüzyüze geçen gün fazlasıyla konuştuk bu konuları. uzun da olsa bir karşılık bekliyorum yazı üzerinde.

abuk dedi ki...

alter ego;

bunda garipseyecek ne var anlamadım gerçekten. ben herhangi bir karşılaştırma yaparak, bu medeniyet şu medeniyetten üstün gibi bir çıkarımda bulunmadım. kaldı ki böyle bir şey benim altından kalkabileceğim bir şey değil. sadece, eksik kalan, bir şekilde eksik bıraktırılan noktaları kendimce dile getirdim.

ayrıca bir bilgi bir insanı geriliğe nasıl götürebilir? bir teori olsun, bir düşünce sistemi olsun ya da aklına gelebilecek herhangi bir düşünce ürünü olsun. hangisine kötü diyebilirsin? her birinin kendine has (az ya da çok) güzellikleri mevcut. sorun, onları uygulamaya dökmeye başladıktan sonra çıkıyor. yani işin içine, insanların o düşünceleri hayatta tatbik aşamasına gelince; uygunsuz eklemeleri, çıkarmalarıyla birlikte ortaya çıkan karmaşadan kaynaklanıyor bana göre.

o kadar kirletmişler ki bazı şeyleri, sonradan öğrenince çok şaşırıyor insan. bunları da yüzyüze geldiğimizde uzunca konuşuruz nasılsa, yazmaya başlarsak önünü alamayız. ama, dediğin gibi bileceklerinin sınırını da çizmesi lazım insanın yoksa boğulup kalabilme tehlikemiz de var.

negatif dedi ki...

bir yorum yazacağım elbet. ama yorum yapmayacağım.

bu aralar hiçbir şey yazasım gelmiyor. okuyasım var. ama engelleniyorum.

saatlerce konuştuk zaten bunları, belki yazarken derli toplu yazabilirim. konuştuklarımızdan farklı söyleyecek bir şeyim var mı göreceğim.

akşama kadar düşünebilirsin ama sabaha kadar düşünmeni istemem. bunu da konuşmuştuk. bu saatte ayakta olduğun için "sana ceza olarak yorum yapmamak"tan caydım.

saygılarımla kulaklarından öperim.

Adsız dedi ki...

Selamün Aleyküm
Böyle başlamak istedim
Bende inanırım o şekilde selamın sıcaklığına
ama dediğin gibi çok kullanmam
beni izlemeye almışsın
merak ettim geldim bir saaten fazla okuyorum seni
garip bir doğallık var
kendimi rahat hissettiren
içten ve benim gibi yalnız

bilge dedi ki...

hiç sıkılmadan sonuna dek okudum.

yazdıkların ayna tuttu adeta.

biz bu aşağılık kompleksinden nasıl kurtuluruz, kurtulur muyuz bilmiyorum. ancak gelişerek belki -o da nasıl olacaksa- kendimizi tatmin edebilirmişiz gibime geliyor.

Adsız dedi ki...

bok gibi bir yazı olmuş.
not: okumadım.

tincorbasi dedi ki...

tek cumle; ayni seyleri dusunuyorum. biraz gec olsada iyiki farketmisim blogunu