Sayfalar

25 Ağustos 2011 Perşembe

boşluk

Gökyüzündeki boşluğa karışıp giden sözler, en güzel sözlerimizdir. Boşluğun içine süzülüp yokolması da bu yüzden canını sıkar insanın. Sıkmakla da kalmaz fazlasıyla üzer. Boşluğun içinde bizden süzülüp giden sözlerin üzerine katıp da bize çevirebilecek birisinin olmaması en çok üzen şeydir insanı.

Boşluğun derinliklerinde hiç kimsenin olmaması.

İnsanlarda bir kendini anlatma yarışı, sürekli bir şeyler söyleme derdi (bende de var bunlardan). Oturup karşısındaki insanı doğru düzgün dinleme isteğinde olan insan neredeyse hiç yok. İşte burada da bir "anlaşılamama korkusu" devreye giriyor. Oğuz Atay, Tutunamayanlar romanını yazdıktan sonra, hiçbir yayınevi kitabını basmaya cesaret edemiyor, her çaldığı kapı suratına kapanıyor. Kitabı basılsın, insanlar okusun beni "anlasın" derdinde en son çare olarak TRT'nin roman yarışmasına gönderiyor kitabı. Jürideki insanların kitabı sonuna kadar okumamasından korkuyor en çok. Yarışmayı kaybedeceğinden değil. Bunun için de Cevat Çapan'ı sokuyor devreye, jürideki tanıdıklarına rica etmesini istiyor; "kitabı kayırmasınlar ama okusunlar sonuna kadar". Çünkü biliyor ki bu ülkede edebiyat yarışmalarındaki jüriler kendi kafasındaki (ideolojisindeki) kitaplara ödül dağıtır. Bunu zamanında günlüğüne yazdığı şu notta belirtmiş. Benim ve yakın arkadaşlarımın sürekli olarak dile getirdiğimiz bir şey;

"birbirlerine ödül dağıtan, oyunun kurallarını bozmaya cesaret edemeyen kültür gangsterleri" (s. 138)

"Kültür gansgterleri" ne güzel bir tanımdır. Günümüzde de var bu, edebiyat ödülleri dağıtılıyor, bir ödül solu fikirde olan yazarlara, bir ödül dindar görüşlü yazarlara, bir ödül milliyetçi/muhafazakar yazarlara...Böyle böyle dağıtılıyor ödüller. Sonra neler oluyor? Bu ödülleri alan kişiler, ölüp gitmiş türk edebiyatının ağır kalemlerine olur olmadık yorumlar yapıyorlar. Maksat da tamamen "reklam". Adım duyulsun, kitaplarımı alsın insanlar. Bunun dışında da, bu sürekli gürültü yaratan "gereksiz sesler" yüzünden biz nice güzel kalemi okuyamıyoruz. Bu nice kalemlerin sesleri niye duyulmuyor? Adamların derdi isimlerini duyurmak değil ki. Yazıyorlar, bir şeyler üretiyorlar. Birileri de gelip bir şekilde okuyor bu insanları. Gerçek edebiyat severleri bir şekilde ulaşıyor bu "adı sanı pek duyulmayan yazar"a.

Aynı şekilde, Oğuz Atay'a her kapı yüzüne kapanırken, hiç bilinmedik bir yayınevinin (Sinan Yayınları) sahibi, bir şekilde kitabını okuyor TRT roman ödülünü kazandığını duyup da ulaşıyor kitaba. Ve dükkanının karşısında da Oğuz Atay'ın Topoğrafya kitabını satan bir kitabevinden, şans eseri, tanıyor ve bir şekilde ulaşıyor Oğuz Atay'a ve kitabını basmak istediğini söylüyor. Ve ilk basımda da 5000-6000 kadar kitap basılıp satılıyor. Tutunamayanlar'ın basım aşaması böyle.

Yani, ben ipin ucunu yine tutamayıp olmadık yerlere geldim yine. Ama diyeceğim şuydu, ortalıkta bir sürü gereksiz ses var, hep vardı ileride de hep olacak. Ama onlar istediği kadar yırtınsın, siz kulağınıza almak istediğiniz sesleri gidip buluyorsunuz bir şekilde. Gökyüzüne boşluğa saldığınız sözleriniz, ne olursa olsun, gitmesi gereken kulaklara gidiyor. Değeri veriliyor. Arasından geçtiği "kuru gürültü"yü o kadar kafaya takmaya gerek yok. Onlar başlangıçtan bu yana sürekli tepiniyor birbiriyle.

13 yorum:

negatif dedi ki...

Bir yazarın reklam ihtiyacı edebiyatın endüstrileşmesiyle ilgilidir demek istesem de hemen vazgeçiyorum bundan. Edebiyatın endüstriyel bir sanat olmadığını düşündüğüm, televizyonun, internetin bu kadar yaygın olmadığı zamanlarda da yazan insanlar reklama ihtiyaç duyarlarmış. Eserler bundan 50 yıl önce de parayla alınabilen bir şeymiş çünkü. Şimdiden farkı da ucuz reklamların para etmemesiymiş. Sanki 'aklı başında yazarlar'a itibar edilirmiş eskiden. Popüler olma sevdasında olanlarla dalga geçilirmiş.

İnsanların tüketim alışkanlıkları değişiyor. Eskiden bilgiler kitaplardan edinilmeye çalışılırken günümüzde bilgiyi almak için bir sürü farklı yol kullanılıyor. Kitaplar arka planda kaldı biraz. Eskiden yazarlar bilmek zorundayken günümüzde buna mecbur değillermiş gibi. Bilmese de bir şeyler yazabilirler ve çok okunabilirler. Gugıl var çünkü, o bilir.

İleriyi görmeye çalışan yazarların karşısında önünü göremeyen yazarlar duruyor bugün. Bugünün yazarları en çok ilgi gösterilen konularda yazarlarsa 'dünyanın en iyi yazarı' oluyor. Okuyanı da niteliksiz hale geldiği için. Belki geleceğe dair umutlarını yitirmiştir insanlar. Topyekün günü kurtarma peşinde herkes.

Ödüller ile ilgili düşündüklerimi biliyorsun zaten. Geçelim bunu.

Seslerini duymadığımız iyi edebiyatçılar, yazdıklarını sıradan okuyucuların okuması için yazmıyorlar. İyi okuyucunun gelip eserini bulmasını bekliyorlar, kitleleri belli zaten. Çünkü eserlerinin iyi olmasından başka bir özelliğinin olmasına ihtiyaç duymuyorlar. Çünkü onların eserleri makyajsız da güzel.

"Güzelliğin sesi yavaştır, o ancak uyanık ruhlara sokulur." Niçe

Bu arada reklam kötü bir şey değil onu da belirteyim hemen. Bazılarının yapmaya çalıştığı reklam kötü, ne demek istediğimi anlıyorsundur. Bunu da konuşmuştuk galiba.

Daha fazla yazmayayım. Tutunamayanlar bile reddedilmişse biz ne yapalım? Yazmaya çalışan genç insanlar yazdıklarıyla kimse ilgilenmediğinde hemen umutsuzluğa kapılmamalı. Oğuz Atay gibi bir örnek varken bir daha düşünmek gerek. İyi olan mutlaka fark edilecektir.

alter ego dedi ki...

bugün örneğin okuyacak bir gazete kalmadı gibi. çünkü gazetelerin yayıncılık ilkesi bir ideolojiye dayanması adeta bir koşul oldu. ben hiç bir görüşü temsil etmeyen bir yayıncılık yapacağım desen sana herşeyden önce; "hiçbir görüşü temsil etmeyen insan yok ki kimse satacaksın?" diye sorarlar. sonuçta satılmayan bir yayın reklam almaz, reklam almazsa maliyetini karşılamaz ve var olamaz.

şimdi kitap yazarları da mı aynı noktaya sürükleniyor diye düşündüm. onlar da kitaplarının tirajı için reklam kaygılarına düşerlerse ne yazabilirler ki? ancak tribünlere oynar. yani yazarken dahi belli bir kitle hedef alır. buna yazmak denilebilir mi? bence kesinlikle denemez. buna saçmalamak denir ancak. hatta bu tür insanlar kendilerini yazar diye nitelendirmemeli.

bilge dedi ki...

bu yorumu son iki senede çalıştığı ve staj yaptığı yayınevlerinin ikisinde de çok farklı kitap basma ideolojileriyle karşılaşmış ve kafası hayli karışmış bi insan olarak yazıyorum.

şimdiki yayınevim (Arunas) tamamıyla "bestseller satalım aman iyi satalım" derdinde, bunun içinde yer almak bile beni sinirlendiriyo çok.ilk çalıştığım yayınevi ise (Komşu) hep edebi değer taşıyan kitaplar basıyordu. "böyle çok basıp az satarak nasıl geçinebiliyorsunuz" diye sormuştum, şu an adını hatırlamadığım yabancı bir telif ajansının adını verip, "o yayınevi de çok zorlanmış ama Cortazar'ı keşfeden yayınevi olarak kaldı adları." demişti, bunu hiç unutmuyorum, bu piyasa malı edebiyat elbet unutuluyor ama güzel yazan insanlar hiç unutulmayacak ve dediğin gibi elbet bir gün değer görecek.

kitap, basılıp raflara konduğu andan itibaren metalaşıyor ne yazık ki. bunu istesek de istemesek de kabullenmek zorunda kalıyoruz, bırakılıyoruz. öte yandan Faulkner de "Para karşılığı yazılan iyi bir şey görmedim ben bugüne kadar." diyor. bu fikre kesinlikle katılıyorum, yazmak insanın öyle para kazanmak için yapacağı, yapabileceği bir eylem olmasa ne güzel olurdu değil mi? para için sanat mı yapılır?? para işin içine girince sanat olmuyor zaten onun adı, tamamıyla tecimsel bir hareket halini alıyor.

(çok mu konuştum ne? benim de son zamanlarda çok kafa yorduğum bir konuydu zira.)

selamlar

abuk dedi ki...

negatif; biz iyi edebiyata ulaşmaya çalışıyoruz. kötü örnekleri her ne kadar kuru gürültü yapsa da, seninle yeri geldiğinde onları yerin dibine geçirmekten geri kalmıyoruz (onlar da dört gözle bekliyordu bizim onları yerin dibine batırmamızı zaten hah).

günümüzün iyi edebiyatı ileride yaşayacak nasılsa, şu anda popüler yazar olanlar gelecekte nasılsa umursanmayacak, çünkü arkamıza dönüp baktığımızda bunun örneklerini çok görüyoruz. misal 70'li yıllarda "toplumcu gerçekçi" köy romanları. fırtınalar estirmiş bu ülkede. aralarında güzel yazılanlar yok değil tabi ki, ama birbirinin aynısı yüzlerce kitap. bugün hangi birinin adı sanı biliniyor, bir iki iyi örneğinin dışında? aynı şekilde ileride de bugün fırtınalar estiren, "çoksatanlar" listesinden inmeyen yazarlarımızı bundan 20-30 sene sonra görmek istiyorum ben, adları bu kadar çok duyulacak mı?

bak sana, hilmi yavuz'un kaleminden 73 yılında en çok satanlar listesi;

1.çamaşan: demirtaş ceyhun

2. demirciler çarşısı cinayeti: yaşar kemal

3. büyük gözaltı: çetin altan

4. türkiye'de 1971 rejimi: ali gevgilili

5. 12 mart'tan sonra meclis konuşmaları: m. ali aybar

6. türkiye'de geri kalmışlığın tarihi: ismail cem


bir fikir edinebilmek için güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum bu listenin.

abuk dedi ki...

alter ego; bundan önce de böyleydi bence, gerçi gazeteciliği ayrı tutabiliriz en azından geçmişte gazetecilik bu denli ayaklar altında değildi ama edebiyat dünyasına değinirsek her zaman bu şekilde türeyen yazarlar olmuş. ama bu zamana kadar hangi biri adını taşıyabilmiş, işte sorulması gereken soru bu.

abuk dedi ki...

bilge; yeniden selamlar sana da, çok konuş tabi ki öyle arada da olsa :)

en azından sen bire bir işin içinden bir tanıksın bu konulara. biz birer okur olarak gözlediğimiz şeyleri söylüyoruz. ama işin içi daha da trajikomiktir sanırım. iki farklı yayınevinden güzelce de örnek vermişsin, bu iki örnek de benim tam anlatmak istediğime değiniyor aslında. kimisi en çok satanları basar, kimisi elindeki medyanın da gücüyle basar reklamı basar reklamı, bünyesindeki yazarı şişirir de şişirir, suyun yüzeyinde kalmayı yeğleyen okuyucu bu reklamları gördükçe, yazarı gerçek manada bir şey zannederek, kitaplarına hücum eder, kitapları okur, kitap hakkındaki yorumu da reklamlardaki/eleştirmenlerin doğrultusunda oluşmuş yorumlardan öteye geçmez. hep görüyoruz örneklerini. şimdi ad vermeyeyim buradan ama sen anlamışsındır kimlerden bahsettiğimi :)

sonra bu insanlar ne hikmetse türkiye'nin en iyi yazarları diye yansıtılıyor, normal okuyucu da bu yalana kanarak alet oluyor ve bir kısır döngü içerisinde, geriye kalan "okunmayı hakeden" yazarlar safdışı bırakılıyor. saf dışı da bırakılmıyor aslında, gerçek okuyucu gidip okuyacağı kitabı/yazarı buluyor.

alter ego dedi ki...

safdışı bırakmasa bile göz önünde bulumasını engelliyor. bu da işin en kötü tarafı. mesela bir kitapçıya girdiğinde gözünün önüne hep en çok satan kitaplar gelir. bir çok insan da bu kitaplar çok satıyorsa vardır bir hikmeti diyerek bu kitaplara yönelir. daha sonra o okuyucu niteliksiz bir kitap okumuş olur. daha sonra tekrar kitap aldığında tercihini yine aynı doğrultuda kullanır. ve bu böyle sürüp gider. gerçek okuyucu aradığını bulur demişsin ama bu sistem böyle gittiği sürece gerçek okuyucu azalır gider ki asıl mesele bu. insanların gözünün önüne gerçek eserler konmalı, insanlar gerçek okuyucu olmalı.

abuk dedi ki...

iyi bir noktaya değindin, kitapçılarda niyeyse kapıdan girer girmez, insanın gözüne sokar gibi ilk raflarda hep "çok satanlar" vardır. tabi bir kitapçının ticari kaygılar gütmesi gayet olağan, para kazanması lazım. aslında ne kadar kızsak da, herkes iyi edebiyat okumak zorunda değil. mesela, birçok insan "fantastik" türü edebiyatı edebiyat sınıfına bile sokmaz. ama dünya üzerinde milyonlarca okuyucusu var. "yüzüklerin efendisi" gibi bir kitabın nasıl da geniş okuyucu kitlesine ulaştığını hatırlatmakta fayda var, ama tabi birçok kişi kitabını okumaktansa filmini izleyip geçti. ama hiç yoksa bile en azından kitabın varlığından haberdar oldu milyonlarca insan.

ben gerçek okuyucunun azalacağını zannetmiyorum. kitap fuarında çalışmadan önce de düşündüğüm şey "bu ülkede kimse kitap okumuyor yeeaa" idi. ama fuarda öyle insanlarla tanıştım ki, bu sözümü yedirdiler bana. insanlar kitap okuyor, iyi okuyucular da iyi kitapları okuyor. sayıları her ne kadar çok olmasa bile, öyle küçümsenecek derecede değil bence. gerçi, herkes kitap okuyacak, iyi edebiyat yaşayacak diye bir şey de yok. öyle olsaydı, televizyondaki bütün saçma programların kalkması gerekiyordu kalitesizlik her dönemde oldu, olacak. atlanılması gereken bir eşik, ve bu eşiğin de her zaman olması gerekiyor bence.

negatif dedi ki...

bu noktada üzerime vazifeymiş gibi araya gireyim istedim. herkes iyi edebiyat okumak zorunda değil kısmı özellikle ilgimi çekti. evet, buna katılıyorum. her şeyden önce edebiyat hazla, güzel duyuyla ilgili. diğer sanatlarla ortak olan özelliklerinden biri bu. herkes sanatsal bir iletişime dahil olmak zorunda değil. bazıları müziğe, resime, sinemaya sadece eğlence gözüyle bakar. yadırganacak bir durum değil bu. güzel'in göreli olduğu da çok belli. zevkler farklı yaşamlara göre farklı gelişebiliyor. sadece belirli iklimlerde yaşayan çiçekler gibi belli bölgelerde yaratılabilecek sanat ürünleri var. kısıtlı bir alanda doğmuş sanat eseri ortak bir güzellik anlayışıyla evrensel hale gelebiliyor. balta girmemiş yağmur ormanlarının müziğiyle bozkır müziği birbirinden her anlamda çok farklıdır. ikisinden birini dışlayabilir miyiz peki? kendi beğenimize göre biri bize daha üstün görünebilir, ama bu diğerinin sanat olmadığı ya da bizim beğendiğimizden daha güzel olmadığı anlamına gelmez.
--------
iyi sanata ihtiyaç duyanların azalacağını ben de düşünmüyorum. insanlar yaşadıkça mutlaka sanatın alıcısı olacaktır. insanlar hayatlarının bir döneminde nasıl yaşamak istediğini mutlaka sorgulayacak, ona göre gerekli araçları edinecektir ya da üretecektir. insan olarak dünyaya gelmek sandığımızdan çok daha fazla şeye zorunlu olmak demektir bana göre.
--------
bizim ilkel gördüğümüz topluluklarda da yaşayan bir edebiyat var; çünkü onların da dili var. müzikleri ve resimleri var. yaşadıklarını sonraki nesillere aktarıyorlar bu araçlarla. bizim sanat anlayışımıza uymuyor onların sanatı, ama onlarda olanın bizdekilerden daha güzel olmadığını söyleyemiyorum. anlayamayız bunu. onlar gibi duyamayız, onların da bizim gibi duyamayacağı gibi. baktığımız yer gördüğümüzü etkiler.

iki aforizmayla bitireyim:

1. Bülbülün sesini operada duyamazsın.
2. Kelebeğin ömrü seninkinden kısa değildir.
(Ferit Edgü-İnsanlık Halleri)

(3. Hayat kısa. Öyleyse sen de kısa kes,)
diyen de odur. kısa kesmişimdir umarım.

PurpleLizard dedi ki...

çay koyayım.
(purplelizard)

nomen dedi ki...

Ne kadar ufuk açıcı bir yazı olmuş!
Yorumlarla birlikte okuyunca, daha da zengin; yepyeni bir metin oluşmuş.

Evet, haklısınız; Biz kulağımıza almak istediğimiz sesleri buluyoruz!
Birileri ''yolunu'' buluyor; biz ise sesleri.

Ses sizsiniz, sesiz.

Adsız dedi ki...

Yazı güzel. Yorumlarınız da ayrıca güzel arkadaşlar. Blogu tesadüfen keşfetmiş birisi olarak "helal be adamların ne güzel kaygıları var" şeklinde düşünmem de iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilmiyorum. Keşke böyle kaygılarımız olmasa. Ama kaygılar bize. Kaygıyorlar yani... Şimdi bu kapitalizm denen lavuktan dolayı da oluyor bunlar aslında. Evvelen de vardı ama "en ateşli devrini yaşıyor" diyorlar ya bu lavuk için, işte onu diyorum. Çok satanlara şöyle bir bakıyorsun, vampirli kitaplar, saçma sapan kişisel gelişim (gelişmek nedir? kişiseli nasıl olur?) kitapları, son dönemin modası Kanuni Sultan Süleyman olduğu için o ve benzeri türlerdeki Bardakçıizm tarzı tarih anlayışına sahip kitaplar vs. vs. vs... Şimdi Oğuz Atay yaşasaydı, ben eminim onun kitabını gene birileri geri çevirirdi. Bir manken kitap yazınca basılıyor ama... Bir şarkıcı yazınca basılıyor... "Okur yok"tan ziyade "nitelikli okur da kayboluyor" desek yeri mi acaba bilemedim. Bu devirde artık ne kadar satarsak o kadar kar çünkü. Yukarıdaki bir arkadaşın bahsettiği şu yayınevi muhabbeti de aynı şeyden kaynaklanıyor işte. Doğan Kitap (bu yayınevine çok takığım ben)diye bir yayınevi var. Bir sürü saçma sapan kitap basmış. Neden olduğunu diye düşünmeye gerek var mı? Ticarethanelerde basılıyor artık kitaplar. Yazık! Kitap bir kültür-sanat-edebiyat eseri olmaktan çok "meta" olmaya doğru daha büyük bir hızla mı ilerliyor yoksa? Kaygılar çok. Saygılar herkese...

köydenindimşehire dedi ki...

çok güzel bir blog eline sağlık yeni bir blog için seni de buraya bekliyorum. http://ortayaikikarisik.blogspot.com/